Pages

15 Nisan 2018

Ne Sam Ne Saddam


Savaş karşıtı gösterilerde bu türden sloganlara artık çok fazla rastlanılıyor: İsrail ile ilgili eylemlerde hem Hamas ve Filistinli intihar eylemcileri hem de Ariel Şaron mahkûm ediliyor. Oysa Vietnam Savaşı esnasında kimileri, “Ulusal Kurtuluş Cephesi kazanacak!” sloganını atıyordu.

Hadi diyelim bu slogan fazla duygusal, bugünkü sloganlar da yanlış kurgulanmış simetriler üzerine kurulu. Öncelikle son savaşlarda bir saldıranın bir de saldırılanın olduğunu görmek gerekiyor.

ABD’yi ilk bombalayan, ne Irak ne de Yugoslavya. Aradaki ayrımı görmemek için ulusal egemenlik ve uluslararası hukuk konusunda her türden anlayışın çöpe atılması gerekiyor.[1] Ayrıca iki tarafın zarar verme kapasitesini ve kullandığı gücü kıyaslamak bile mümkün değil. ABD ve elindeki askerî gücü, içinde yaşadığımız zalim dünya düzenine destek oluyor.

Irak veya Yugoslavya’daki durum konusunda ne düşünürsek düşünelim, ilerici güçlerin karşıya atması gereken ABD. ABD’yi güçlendiren her savaş ve her diplomatik başarı, ilericiler ve güttükleri davalar noktasında yaşanmış birer yenilgi olarak görülmeli.

Daha da önemlisi, “ne o ne bu” yaklaşımı, bizim her şeyin üzerinde konumlandığımıza dair bir izlenimin oluşmasına neden oluyor. Sanki bu türden bir laf ederken, zaman ve mekânın dışında gibiyiz. Oysa saldıran ülkelerde veya onların müttefiki olan ülkelerde yaşıyoruz, çalışıyoruz ve vergi ödüyoruz (buna karşılık her iki rejime maruz kaldıkları için, Iraklıların “ne Sam ne Saddam” demeleri mümkün).

Ahlâkî düzeyde geliştirilmesi gereken ilk tepki, bizim hükümetlerimizin sorumlu olduğu saldırılara karşı koymak olmalı. Başkalarının sorumluluğunu tartışmadan önce, o saldırılara doğrudan onay verilmemeli.

“Ne o ne bu” diyenler, genelde daha çok saygı görüyorlar ve etki yaratıyorlar. Bu argümana çoğunlukla Stalin veya Pol Pot gibi isimlere destek vermek gibi, geçmişe ait yanlışların tekrarlanmamasına yönelik uyarılar eşlik ediyor. Aslında çok az desteğe mazhar olan Pol Pot’a yönelik destek öznel bir nitelik arz ediyor. Bu desteğin sürece etki ettiğinden söz edilemez.

Şunu da anımsamak lazım: Nazizme yönelik direniş, “ne Hitler ne Stalin” sloganı üzerinden yürümedi. Hatta aksine direniş, Sovyetler Birliği’ne ve liderine yönelik hakiki bir inançla gerçekleşti. Bugün bazı insanlar, o inanç konusunda ne düşünürlerse düşünsünler, Nazizme yönelik direnişi cesaretlendirme meselesi, büyük bir ağırlığa sahip ve gayet etkili, ayrıca asla herhangi bir olumsuzluğa da yol açmadı.

Demek ki etkililik konusunda dillendirilen argümanı çürütmek gayet kolay. Vietnam Savaşı karşıtı gösterilerdeki yoğunlukla Kosova veya Irak Savaşı karşıtı gösterilerdeki yoğunluğu kıyaslamak mümkün. Vietnam Savaşı karşıtı gösterilerde “Ne Johnson (veya Nixon) ne Ho Chi Minh” sloganı hiç atılmadı. Kosova ve Irak savaşlarına ise en çok Müslüman ülkelerdeki insanlar karşı koydular. Oysa bu insanlara göre, Saddam bir düşman. Ama bu gösterilerde ABD’nin saldıran taraf, Irak’ınsa saldırının kurbanı olduğu üzerinde duruluyor.

Saygı meselesi ise tartışma noktasında gayet nazik bir mesele. Zira kimin saygı göstereceği tartışmalı bir konu. Saygı duyma becerisi, ahlâkî düzeyde savunulabilir bir konumu ifade ediyor. “Ne o ne bu” yaklaşımının böylesi bir konum alması mümkün değil.

Eğer mesele, medyanın ve güçlü aydınların gözünde saygın olmaksa, o durumda savaşa ilkeli bir karşı duruş sergileyemezsiniz ve yanılsamaların kurbanı olursunuz. Eğer mesele, kamuoyunun saygısına mazhar olmaksa, kamuoyunun takdire şayan bir hedef olmadığını görmek gerek.

Savaş karşıtı hareket, savaş propagandasına ve savaşı gizemli kılma girişimlerine karşı mücadele yürütmek demek. Savaşın insanî yardım temelli olduğu yalanları açığa çıkartılmalı. Bu mücadeleyi verebilmek içinse fikirlerin netleştirilmesi ile yola çıkmak ve o netliği ortaya koyan sloganlar seçmek gerek.

“Ne o ne bu” yaklaşımında ısrar etmenin en kötü ve tehlikeli yanı, çifte standart uygulanmadığını ispatlamak adına Saddam’ın, Miloseviç’in, İslamcı köktencilerin mahkûm edilmesinin gerekli olduğu düşüncesine kapılınması. Bu düşünce, samimi birçok barış savunucusunda karşımıza çıkıyor. Fakat maalesef hayat o kadar da basit değil.

Birinci Dünya Savaşı esnasında Alman imparatoruna ait karikatürlerin savaş propagandasının bir yüzü olduğuna hiç şüphe yok. Bu karikatürler, milyonlarca gencin mezarlara gömülmesine katkı sundu.

Fakat bugün Miloseviç’i veya Muhammed Peygamber’i canavar gibi sunan karikatürlerin aynı amaca hizmet ettiğini çok az Batılı görüyor. Burada da aynı ilke geçerli: Söylediğimiz ve kaleme aldığımız şeyleri, temelde Batı yani bizim kamp işitiyor veya okuyor. Doğru olup olmadığı şöyle dursun, etik bir bakış açısı üzerinden asıl mesele, bu yazılanların ve söylenenlerin burada yol açtığı etki.

Savaş süresince, hadi diyelim herkes doğru bilgilere sahip oldu, düşmanın işlediği suçları eleştirip mahkûm etmek, sonuçta savaşı kabul edilir kılan o nefreti teşvik ediyor ve besliyor.

Birinci Dünya Savaşı süresince savaşın her iki tarafı doğru ya da yanlış, kimi detaylara odaklanarak kendisinin uygarlığı barbarlığa karşı savunduğunu iddia etmeye çalıştı. Geriye dönülüp bakıldığında, bu güçler birçok ortak yöne sahipti ve asıl vahşet savaşın ta kendisiydi.

Dolayısıyla bugün İslam’ın sıklıkla ve otomatikleşmiş bir pratik dâhilinde mahkûm edilmesine karşı ihtiyatlı olmak lazım. Müslüman dünyayla (henüz) savaşmıyoruz fakat (“özgür dünya”nın lideri) ABD, iki Müslüman ülkeyle savaşta, İran ve Suriye’yi de tehdit ediyor, ayrıca İsrail de o “özgür dünya”nın parçası olarak görülüyor.

Madrid ve Londra’da patlayan bombalardan daha tehlikeli bir durum var ortada. Arap-Müslüman dünyası ile tüm dünya genelinde yaşanacak bir savaşın kıvılcımı çakılmak üzere. Eğer böylesi bir gelişme yaşanacaksa, o vakit bugün İslam’a yönelik eleştiri ve saldırılar, Birinci Dünya Savaşı öncesi savaşın tüm taraflarının yürüttüğü milliyetçi propagandaya denk düştüğünü görmek gerekecek.

Bugün genelde medyada yeni “tehditler”e ve “düşmanlar”a karşı yürütülen kampanyaların ardından büyük bir savaşa tanıklık edildiği, bu kampanyalarda çoğunlukla masa başında uydurulmuş mezalimlere ve barbarca eylemlere abartılı bir biçimde yer verildiği unutuluyor.

Jean Bricmont

[Kaynak: Humanitarian Imperialism: Using Human Rights to Sell War, Monthly Review Press, 2006.]

Dipnot:
[1] Söz konusu ayrım, ülke içerisinde cereyan eden iç çatışma esnasında, örneğin Yugoslavya’nın dağılmasına neden olan savaşların “dış saldırı” olarak takdim edildiği koşullarda silikleştiriliyor. Burada amaç, dış müdahaleyi meşrulaştırmak. Bkz. Diana Johnstone, Fools’ Crusade: Yugoslavia, NATO and Western Delusions (New York: Monthly Review Press/Londra: Pluto Press, 2002), s. 169: “Alman hükümeti Hırvatistan’ı ve Slovenya’yı alelacele tanıdı. Burada amaç askerî çatışmaya mani olmak, onu uluslararasını ilgilendiren bir mesele hâline getirmek, böylelikle Almanya’nın duhul edeceği dış müdahaleyi meşrulaştırmaktı.” Aynı aygıta Yugoslavya Kosova’daki Arnavutların ayrılma sürecine mani olmak için attığı adımda da başvuruldu ve o süreçte Sırplar “kendi topraklarını işgal eden güç” olarak takdim edildi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder