Savaş
karşıtı gösterilerde bu türden sloganlara artık çok fazla rastlanılıyor: İsrail
ile ilgili eylemlerde hem Hamas ve Filistinli intihar eylemcileri hem de Ariel
Şaron mahkûm ediliyor. Oysa Vietnam Savaşı esnasında kimileri, “Ulusal Kurtuluş
Cephesi kazanacak!” sloganını atıyordu.
Hadi
diyelim bu slogan fazla duygusal, bugünkü sloganlar da yanlış kurgulanmış
simetriler üzerine kurulu. Öncelikle son savaşlarda bir saldıranın bir de
saldırılanın olduğunu görmek gerekiyor.
ABD’yi
ilk bombalayan, ne Irak ne de Yugoslavya. Aradaki ayrımı görmemek için ulusal
egemenlik ve uluslararası hukuk konusunda her türden anlayışın çöpe atılması
gerekiyor.[1] Ayrıca iki tarafın zarar verme kapasitesini ve kullandığı gücü
kıyaslamak bile mümkün değil. ABD ve elindeki askerî gücü, içinde yaşadığımız
zalim dünya düzenine destek oluyor.
Irak
veya Yugoslavya’daki durum konusunda ne düşünürsek düşünelim, ilerici güçlerin
karşıya atması gereken ABD. ABD’yi güçlendiren her savaş ve her diplomatik
başarı, ilericiler ve güttükleri davalar noktasında yaşanmış birer yenilgi
olarak görülmeli.
Daha
da önemlisi, “ne o ne bu” yaklaşımı, bizim her şeyin üzerinde konumlandığımıza
dair bir izlenimin oluşmasına neden oluyor. Sanki bu türden bir laf ederken,
zaman ve mekânın dışında gibiyiz. Oysa saldıran ülkelerde veya onların
müttefiki olan ülkelerde yaşıyoruz, çalışıyoruz ve vergi ödüyoruz (buna
karşılık her iki rejime maruz kaldıkları için, Iraklıların “ne Sam ne Saddam”
demeleri mümkün).
Ahlâkî
düzeyde geliştirilmesi gereken ilk tepki, bizim hükümetlerimizin sorumlu olduğu
saldırılara karşı koymak olmalı. Başkalarının sorumluluğunu tartışmadan önce, o
saldırılara doğrudan onay verilmemeli.
“Ne
o ne bu” diyenler, genelde daha çok saygı görüyorlar ve etki yaratıyorlar. Bu
argümana çoğunlukla Stalin veya Pol Pot gibi isimlere destek vermek gibi,
geçmişe ait yanlışların tekrarlanmamasına yönelik uyarılar eşlik ediyor.
Aslında çok az desteğe mazhar olan Pol Pot’a yönelik destek öznel bir nitelik
arz ediyor. Bu desteğin sürece etki ettiğinden söz edilemez.
Şunu
da anımsamak lazım: Nazizme yönelik direniş, “ne Hitler ne Stalin” sloganı
üzerinden yürümedi. Hatta aksine direniş, Sovyetler Birliği’ne ve liderine
yönelik hakiki bir inançla gerçekleşti. Bugün bazı insanlar, o inanç konusunda
ne düşünürlerse düşünsünler, Nazizme yönelik direnişi cesaretlendirme meselesi,
büyük bir ağırlığa sahip ve gayet etkili, ayrıca asla herhangi bir olumsuzluğa
da yol açmadı.
Demek
ki etkililik konusunda dillendirilen argümanı çürütmek gayet kolay. Vietnam
Savaşı karşıtı gösterilerdeki yoğunlukla Kosova veya Irak Savaşı karşıtı
gösterilerdeki yoğunluğu kıyaslamak mümkün. Vietnam Savaşı karşıtı gösterilerde
“Ne Johnson (veya Nixon) ne Ho Chi Minh” sloganı hiç atılmadı. Kosova ve Irak
savaşlarına ise en çok Müslüman ülkelerdeki insanlar karşı koydular. Oysa bu
insanlara göre, Saddam bir düşman. Ama bu gösterilerde ABD’nin saldıran taraf,
Irak’ınsa saldırının kurbanı olduğu üzerinde duruluyor.
Saygı
meselesi ise tartışma noktasında gayet nazik bir mesele. Zira kimin saygı
göstereceği tartışmalı bir konu. Saygı duyma becerisi, ahlâkî düzeyde
savunulabilir bir konumu ifade ediyor. “Ne o ne bu” yaklaşımının böylesi bir
konum alması mümkün değil.
Eğer
mesele, medyanın ve güçlü aydınların gözünde saygın olmaksa, o durumda savaşa
ilkeli bir karşı duruş sergileyemezsiniz ve yanılsamaların kurbanı olursunuz.
Eğer mesele, kamuoyunun saygısına mazhar olmaksa, kamuoyunun takdire şayan bir
hedef olmadığını görmek gerek.
Savaş
karşıtı hareket, savaş propagandasına ve savaşı gizemli kılma girişimlerine
karşı mücadele yürütmek demek. Savaşın insanî yardım temelli olduğu yalanları
açığa çıkartılmalı. Bu mücadeleyi verebilmek içinse fikirlerin netleştirilmesi
ile yola çıkmak ve o netliği ortaya koyan sloganlar seçmek gerek.
“Ne
o ne bu” yaklaşımında ısrar etmenin en kötü ve tehlikeli yanı, çifte standart
uygulanmadığını ispatlamak adına Saddam’ın, Miloseviç’in, İslamcı köktencilerin
mahkûm edilmesinin gerekli olduğu düşüncesine kapılınması. Bu düşünce, samimi
birçok barış savunucusunda karşımıza çıkıyor. Fakat maalesef hayat o kadar da
basit değil.
Birinci
Dünya Savaşı esnasında Alman imparatoruna ait karikatürlerin savaş
propagandasının bir yüzü olduğuna hiç şüphe yok. Bu karikatürler, milyonlarca
gencin mezarlara gömülmesine katkı sundu.
Fakat
bugün Miloseviç’i veya Muhammed Peygamber’i canavar gibi sunan karikatürlerin
aynı amaca hizmet ettiğini çok az Batılı görüyor. Burada da aynı ilke geçerli:
Söylediğimiz ve kaleme aldığımız şeyleri, temelde Batı yani bizim kamp işitiyor
veya okuyor. Doğru olup olmadığı şöyle dursun, etik bir bakış açısı üzerinden
asıl mesele, bu yazılanların ve söylenenlerin burada yol açtığı etki.
Savaş
süresince, hadi diyelim herkes doğru bilgilere sahip oldu, düşmanın işlediği
suçları eleştirip mahkûm etmek, sonuçta savaşı kabul edilir kılan o nefreti
teşvik ediyor ve besliyor.
Birinci
Dünya Savaşı süresince savaşın her iki tarafı doğru ya da yanlış, kimi
detaylara odaklanarak kendisinin uygarlığı barbarlığa karşı savunduğunu iddia
etmeye çalıştı. Geriye dönülüp bakıldığında, bu güçler birçok ortak yöne
sahipti ve asıl vahşet savaşın ta kendisiydi.
Dolayısıyla
bugün İslam’ın sıklıkla ve otomatikleşmiş bir pratik dâhilinde mahkûm
edilmesine karşı ihtiyatlı olmak lazım. Müslüman dünyayla (henüz) savaşmıyoruz
fakat (“özgür dünya”nın lideri) ABD, iki Müslüman ülkeyle savaşta, İran ve
Suriye’yi de tehdit ediyor, ayrıca İsrail de o “özgür dünya”nın parçası olarak
görülüyor.
Madrid
ve Londra’da patlayan bombalardan daha tehlikeli bir durum var ortada.
Arap-Müslüman dünyası ile tüm dünya genelinde yaşanacak bir savaşın kıvılcımı
çakılmak üzere. Eğer böylesi bir gelişme yaşanacaksa, o vakit bugün İslam’a
yönelik eleştiri ve saldırılar, Birinci Dünya Savaşı öncesi savaşın tüm
taraflarının yürüttüğü milliyetçi propagandaya denk düştüğünü görmek gerekecek.
Bugün
genelde medyada yeni “tehditler”e ve “düşmanlar”a karşı yürütülen kampanyaların
ardından büyük bir savaşa tanıklık edildiği, bu kampanyalarda çoğunlukla masa
başında uydurulmuş mezalimlere ve barbarca eylemlere abartılı bir biçimde yer
verildiği unutuluyor.
Jean Bricmont
[Kaynak:
Humanitarian Imperialism: Using Human Rights to Sell War, Monthly Review
Press, 2006.]
Dipnot:
[1] Söz konusu ayrım, ülke içerisinde cereyan eden iç çatışma esnasında,
örneğin Yugoslavya’nın dağılmasına neden olan savaşların “dış saldırı” olarak
takdim edildiği koşullarda silikleştiriliyor. Burada amaç, dış müdahaleyi
meşrulaştırmak. Bkz. Diana Johnstone, Fools’ Crusade: Yugoslavia, NATO and
Western Delusions (New York: Monthly Review Press/Londra: Pluto Press,
2002), s. 169: “Alman hükümeti Hırvatistan’ı ve Slovenya’yı alelacele tanıdı.
Burada amaç askerî çatışmaya mani olmak, onu uluslararasını ilgilendiren bir
mesele hâline getirmek, böylelikle Almanya’nın duhul edeceği dış müdahaleyi
meşrulaştırmaktı.” Aynı aygıta Yugoslavya Kosova’daki Arnavutların ayrılma
sürecine mani olmak için attığı adımda da başvuruldu ve o süreçte Sırplar
“kendi topraklarını işgal eden güç” olarak takdim edildi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder