San Fransisko Körfez Bölgesi, iki sütun üzerine
kurulu: yüksek kiralar ve cevaplanmayan sorular. Cevabı en fazla merak edilen
soru da şu: Devlet, diğer sektörlerdeki şirketler gibi, Silikon Vadisi’ndeki
şirketleri neden hiç incelemiyor, bu şirketler, gerekli düzenlemelere neden
tabi tutulmuyorlar?
Uber örneğini ele alalım. Bu şirket, San Fransisko’da
izinsiz araçlar çalıştırıyor. Bu araçlar, ancak kırmızıdan geçtiklerinde
yakalanabiliyorlar. Uber programı Arizona’ya aktarıldığında, vali, şirketi yere
göğe sığdıramadı, başarılarını ballandırıp durdu, ta ki robotla çalışan
araçlardan biri bir yayayı öldürene kadar. Peki Uber bu işten yakayı nasıl
kurtardı? Bunun sebebi, Silikon Vadisi’ne fazla nazik davranılması ve buradaki
şirketlerin teknoloji sektörünün öncü felsefesi arkasına saklanması.
Akademisyenler, bu felsefeye “Kaliforniya İdeolojisi” diyorlar. Özünde bu
ideoloji, yönetici teknisyen sınıfının inanç sistemini ifade ediyor.
Yaratılış hikâyesine “Kaliforniya İdeolojisi” adını
veren, güçlüler değil. Peki neden? Esasen mühendisler, kendilerini birer
ideolog olarak görmezler ve daha çok pratik insanlar olarak değerlendirirler.
Eğer Silikon Vadisi’ndeki seçkinlere sorar iseniz herhangi bir doktrine uygun
hareket etmediklerini söyleyecekler, “sadece işimizi yapıyoruz, lütfen kusura
bakmazsanız yolumdan çekilir misiniz, teşekkür ederim” diyeceklerdir.
Ne var ki her insan, bir bakış açısına sahiptir.
Teknoloji sektörü de bundan bağışık değildir. Doksanlarda iki İngiliz medya
teorisyeni Richard Barbrook ve Andy Cameron, bu konuyla ilgili bir makale kaleme almaya karar verdiler.
Silikon Vadisi kültürü, orayı yönetenlerin söyledikleri, yaptıkları ve nereden
geldikleri üzerinde durdular. 1995’te bu teknoloji kültürü eleştirisi nötron
bombası etkisi yarattı, tıpkı kültürel ve ekonomik gücü miras alan
Kaliforniya’nın gösterişli silikon fabrikaları gibi. Giriş bölümünde yazarlar
şunları söylüyorlardı:
“Toplum,
teknoloji ve siyaset arasındaki ilişki konusunda, dünya genelinde genel bir
inanış ortaya çıkıyor. Biz, bu inanışı onu üreten eyaletin adına atfen, Kaliforniya
İdeolojisi olarak adlandırıyoruz. Liberter politik felsefeyi doğallaştırıp
onun hayrına olacak şekilde teknolojik bir kanıt sunmak, böylelikle alternatif
geleceklere dair öngörülerde bulunmak suretiyle Kaliforniya İdeologları,
geleceğe dair toplumsal ve politik tartışmaların artık anlamsızlaştığını
söyleyebilme imkânı buldular.”
Makale, Mute dergisinde yayımlandı. Sonrasında
Barbrook, makaleyi “internet temelli neoliberalizmin eleştirisi” olarak
niteledi. Birçok önemli teori gibi Kaliforniya İdeolojisi de fazla okunmayan,
ama çok fazla şey çağrıştırıp hatırlatan bir düşünce pratiği. Ayrıntılara
meraklı, politik içeriklere sahip belgeseller hazırlayan yönetmen Adam Curtis,
bu ideolojiyle ilgili, adı “Aşk ve İktidar” olan bir film çekti.
Makalelerinde Barbrook ve Cameron, Vadi’deki hâkim
inancın dayandığı yapıyı parçalarına ayırıp inceliyorlardı. İki yazar, ta o
günlerde, ilerleyen süreçte yaşanacakların büyük bir kısmını tahmin etmekteydi:
yazarların tahminine göre, Kaliforniya İdeolojisi, medya ve pazarlar
aracılığıyla yayılacak, Tanrı’nın “yürü ya kulum” dediği endüstri ve teknoloji
konusunda önemli bir güç olan ABD’nin hâkim, gayrı resmî doktrini hâline
gelecekti.
Barbrook ve Cameron’ın makalesi şu nedenle önemli:
Makalenin yayınlanmasından yirmi yıl sonra eleştirilerin hedefi olan Wired
dergisi, makaleyi merkeze koyan ve onu anan bir sayı çıkarttı. Yazı veren
isimlerden biri de bilim kurgu alanında efsanevî bir isim olan Bruce
Sterling’di. Sterling’e göre makale, “ilk internet eleştirisi dalgasına ait
simgesel bir metin”di. Sterling, devamında şunları söylüyordu:
“Son
yirmi yıl içerisinde internet, muhtemelen köklü değişikliklere maruz kaldı
fakat asıl şoke edici ve kışkırtıcı olan, söz konusu değişikliklerin Silikon
Vadisi’ne hâkim neoliberal yaklaşımları imha etmiş olmasıydı. Bu değişiklikler
sayesinde internet girişimciliği kültü sorgulandı, teknolojik determinizm
teorisine itiraz edildi ve Amerikan tarihine ait efsaneler çöpe atıldı. Silikon
Vadisi destekçilerinin ‘kafayı yemiş solcuların işi’ deyip eleştirdikleri
Kaliforniya İdeolojisi, şirketlerin internet âlemini ele geçirmesi ve NSA’in
kitlesel gözetleme programlarının açığa çıkması üzerine intikamını almayı
bildi. […] Kaliforniya İdeolojisi’nin gücünü artırmasıyla internet, neoliberal
ekonominin mekanik açıdan kusursuz biçimi olarak göklere çıkartıldı.”
Barbrook ve Cameron’ın üzerinde durduğu ana husus şu:
Teknoloji kültürü, hippilere has söylemi üzerine şal niyetine atmış sağcı
ekonomiye dayanmaktadır. “Neoliberalizm” terimi, o günlerde henüz popüler
değilse de bu, Kaliforniya İdeolojisi’nin temelde ekonomik muhafazakârlıkla cem
olmuş bir toplumsal ilericilik formu olduğu gerçeğini değiştirmez. 1995 yılında
asıl neoliberal parti, Demokrat Parti’dir. Şirketlerin dirilişine sebep olanın
ne olduğu merak ediliyorsa, bu partiye bakılmalıdır.
İkinci Dünya Savaşı sonrası doğum oranının yüksek
olduğu dönemde doğanlar [Boomers], hem ellerinden gelenin en iyisini
yapmak hem de iyi bir şeyler kotarmak niyetindeydiler. Bu dönem sayesinde
neoliberalizm, Korkusuz Kız imajı üzerinden örneklendi. Wall Street’e
atfedilen feminist imajı parasal açıdan besleyen ticarî şirket, kendi kadın
çalışanlarına az ücret vermekteydi. Doktrinse uyanıklık, uygulamalar ise
zorbalık üzerine kuruluydu.
Gelgelelim Kaliforniya İdeolojisi, nirengi noktası
olarak alınan Clinton’a kıyasla daha radikal ve daha tuhaf bir olguydu. O,
esasen dinî bir amentüydü. Ana ilkesi de gayet yalın bir ilkeydi: makineler her
şeyi tamir eder.
Kaliforniya İdeolojisi, ağlarla alakalı görüşten
besleniyor ve bu görüş de yirminci yüzyılın başlarında icat edilmiş olan
ekosistemler teorisinden ödünç alınmış. Ekosistemler teorisi çevreyi
tanrısallaştırıyor: bu teoriye göre, doğadaki düzen kendi kendisini dengeye
kavuşturan, kusursuz bir makine. Ekosistemler teorisini sahiplenen isimlerin
anlattığına göre, bu kusursuz mekanizmaya insanlar müdahale ettiklerinde onu
mahvediyorlar. Mevcut özdengeyi [homeostaziyi] güvence altına almanın yegâne
yolu ise onu yalnız başına bırakmak. Sonrasında yapılan araştırmalara bakılacak
olursa, dengeli ekosistem teorisi yalandan ibaret: zira doğa, dinamik ve her
daim dönüşen bir sistem. Tek sabite, değişimin kendisi. Kusursuz biçimde
birbirlerini dengeleyen av ve avcı fikri üzerine kurulu cennet, bir fanteziden
ibaret. Anlatılan, hoş bir hikâye. Yüzyılın ortalarında çevrecilik fikri
hippilerle buluşuyor ve çöpçatanlığı da Berkeley’deki profesörler yapıyor.
Hippilerin dediğine göre, bizi hiyerarşik toplumlar yönetmemeli, komünler inşa
edilmeli ve bu komünlerde siyaset olmamalı. Eğer insanlar, doğal düzenle uyum
içerisinde yaşarlarsa, o vakit doğada olan şey toplumda da yaşanır: her şey
dengeye kavuşur. Sistemi tek başına bırakırsanız, sistem çalışır. Sistem
tanrıdır.
Siyaset bilimi kürsüsündeki herhangi bir kişi, size
siyasetin grup olarak karar alma pratiği olduğunu söyler. Gruplar vardır ve
karar bu gruplarla alınmak zorundadır. Karar alma süreçlerinin yasaklanıp
siyasetin olmadığı bir grup işlemez. Hikâyenin sonunda hippi çiftliklerinin
başına gelen de bundan başka bir şey değildir: buralarda karar alma iradesi,
bir avuç insanın ellerine teslim edilmiştir. Süreçte komünler bölünmüş, fakat
onların yaslandıkları fikir yaşamaya devam etmiştir. Zaman içerisinde hippiler
liberterlerle kaynaşmışlardır. Bunlar iki konuda ortaklaşmaktadırlar: her ikisi
de sistemlerin kendi kendilerini düzelttiklerine inanmaktadırlar ve kesinlikle
hükümet denilen şeyden hoşlanmamaktadırlar. Silikon Vadisi, işte böylesi bir
ortama doğmuştur.
Barbrook ve Cameron’ın tespitine göre, iyimserlik ve
hayatı kolaylaştırma fikri arasında oluşan birleşmenin ortaya çıkardığı,
çelişkilerle yüklü şiir Kaliforniya’da dizilmiştir:
“Kaliforniya
İdeolojisi’nin sağa kayışındaki en tuhaf yanlardan biri, Oregon, Washington ve
Kaliforniya’yı içeren Batı Sahilleri’ndeki ekonominin bir tür karma ekonominin
ürünü olduğu gerçeğidir. Hükümetin akıttığı dolarlar, buralarda sulama
sistemleri, otobanlar, okullar, üniversiteler ve bölgede hayatın güzel olmasını
sağlayacak başka türden altyapı projeleri inşa etmek için kullanıldı. Devlet
sübvansiyonları içerisinde aslan payını ileri teknoloji üreten endüstriyel
kompleks aldı. […] Her ne kadar sonrasında ticarileştirilse de sosyal medya, ‘new
age’ spiritüalizmi, sağlıklı gıdalar, keyif için alınan uyuşturucular, pop
müzik ve kültürel sapkınlığın başka biçimleri, üniversite kampüsleri, sanatçı
birlikleri ve köy komünleri etrafında oluşmuş, ticarî amaç gütmeyen ortamlardan
çıktı.”
Liberaller, süreç içerisinde uzlaştılar. Altmışlar,
binyılcı cenneti inşa edemedi, ama bu, çok da önemli değildi, zira
bilgisayarlar, o ideallerin gerçekleşmesini sağlayacaklardı. Örneğin beyaz
üstüncülüğü ve patriarka üzerine kurulu somut gerçekliği ortadan kaldırmaya
gerek yoktu: herkes internete bağlandığında, tüm o farklar zaten pratikte
tümden ortadan kalkacaktı. Yani şehrinizdeki fabrika kapandığında, hayat
damarlarının tıkanmış olması artık sorun teşkil etmiyordu, çünkü internette
herkesi bekleyen yeni işler mevcuttu.
2013’te Barbrook ve Cameron’ın makalesini Wired
dergisine dönük bir eleştiri olarak okuyan Edmund Berger argümanını şu şekilde
özetlemekteydi:
“Wired
dergisi, Kaliforniya’nın geliştirdiği, ona has teknokapitalizm markasının
sözcüsü. Bahsi geçen teknokapitalizmse büyük ölçüde neoliberal dogmalara ve
hippilerin geliştirdiği karşı-kültüre dayanıyor ve Ayn Rand’a atıfla, toplumun
farkında olan bir tür Randcılığın hazırladığı sert karışım içerisinde Yeni Sol
ile Yeni Sağ arasındaki sınırları ortadan kaldırıyor. İkisi arasındaki
karşıtlıklar o kadar keskin değil aslında: her ikisi de devletçilik karşıtı,
bireye vurgu yapıyor, bilginin Fordist dönemde iktidarın topluma dayattığı
yavaşlama karşısında muzaffer olması gerektiğini söylüyor. Barbrook’un
iddiasına göre, söz konusu amalgamın kurduğu ütopik düşler esasen gericiydi ve
toplumda gerçekleşecek kütlesel değişime uzanan yolları dar bir ekonomik
prizmadan gören teknolojik determinizmi homojenleştirdi.”
Eski ilericiliğe dair birçok şey söylenebilir, ama
temelde onun kapitalizmin sahip olduğu güce kuşkuyla yaklaştığını görmek
gerekir. Milyarderlerle barışmak asla mümkün değildir. Düzenleme amaçlı kural
ve ilkelerle onların sahip olduğu güç dizginlenmeli, tekellerle mücadele
edilmeli, güçlü sendikalar ve birlikler oluşturulmalıdır. Fakat Silikon Vadisi
hızla her şeyi altüst etti. Artık insanların refahı için 1932’de Roosevelt’in
yürürlüğe koyduğu Yeni Mutabakat’a veya Lyndon Johnson’ın 1964-65’te başlattığı
Büyük Toplum isimli ekonomik-toplumsal programa ihtiyaç yoktu. İnsanlığı
teknolojinin o gizemli tanrıları kurtaracaktı. Elon Musk, çalışanlarının
sendikalaşma talebini elinin tersiyle itip bu yöndeki girişimleri ezdiğinde,
liberallerin kimin safında olacağını zannediyorsunuz? Tabii ki Musk’ın. İşte
Kaliforniya İdeolojisi böylesi bir güce sahip.
Bu ideoloji, tüm alametleriyle her yerde çıkıyor
karşımıza. Steve Jobs’un geri dönüşü sonrası teknolojik ütopyalar kuran
liberaller, Apple bilgisayar şirketinin Çin’de fabrika açma girişimlerini bir
tür yüce girişim olarak karşıladılar. Onlara göre, yüksek maaş aşan bir CEO ve
Apple’ın kurucusu olarak her şeyin en iyisini Jobs biliyordu. Kaliforniya
İdeolojisi, o liberallere sistemin bu şekilde işlediğini söyledi ve sistemdeki
çapakları temizlemekle uğraştı. Kusursuz internet âlemine uzanan yolda tek bir
engelle bile karşılaşılmamalıydı.
Ne var ki teknoloji bir araç ve hiçbir araç, yoktan
varolup maddîleşmez. Hepsi de iktidar eliyle biçimlendirilir ve onun elinden
çıkmaktadır. Teknoloji sınırlar, çevreler. Öyle değilmiş gibi yapsa da
teknoloji bir ideolojidir. O, belirli bir vizyon üzerinden işleyen, profesyonel
yöneticileri temel alan işletmecilik [managerialism] ideolojisine
takıntıyla bağlı bir dünya inşa eder. Her şeyin ötesinde teknoloji, belirli
güçlere ve kişilere imtiyazlar dağıtır. Dolayısıyla Kaliforniya’da, Batı’nın o
cennetinde, güçlüler, en eski numaraya, azınlığın çıkarlarını doğa kanunu
kılıfına sokma numarasına başvurmaktadırlar.
Barbrook ve Cameron şunları yazıyor:
“Altmışların
sonundaki eylemlilik sürecinin içinde inşa edilen, dönemin valisi Reagan’ın
saldırısına uğrayan Halkın Parkı için verilen mücadelenin üzerinden otuz yıldan
az bir süre geçtikten sonra, aykırı isimlerin ve hippilerin Kaliforniya
İdeolojisi’ni üretebileceklerini kim tahmin edebilirdi? Teknolojik determinizm
ve liberter bireyciliğin meydana getirdiği böylesi bir çelişkili karışımın
enformasyon çağının melez inancı hâline gelebileceğini kim düşünebilirdi?
Teknoloji ve özgürlüğe giderek daha fazla tapınıldığı ölçüde, o özgürlüğün ve
teknolojinin varlık alanı bulacağı toplum konusuna hassasiyet gözeten sözlerin
giderek daha az dillendirileceğini kim varsayardı?”
Kaliforniya İdeolojisi’ni şu eski fıkra gayet iyi
özetliyor. 1951’de ABD’de UNIVAC I isimli ilk ticarî bilgisayar üretilir.
1952’de makine, Eisenhower’ın seçim zaferini tahmin eder. Eisenhower bu durumu
memnuniyetle karşılar, bunun üzerine, başkan olduktan sonra bilgisayarın
bulunduğu, üniversitedeki bodruma gider. Başkan, gördükleri karşısında şoke
olur. Makine, sandığının aksine, devasa büyüklüktedir. UNIVAC, kablolar, vakum
tüpleri ve transistörlerden oluşmakta ve tüm odayı kaplamaktadır. Eisenhower
yetkililere, “bilgisayara bir soru sorabilir miyim?” diye sorar. Bilim
insanları da “tabii sorabilirsiniz” diye cevap verirler. Başkan, makinenin
yanına gider ve şu soruyu girer: “Tanrı var mı?” Sorunun girilmesi ardından
makinedeki ışıklar titremeye, motorlar vınlamaya, hatta tüm bina sarsılmaya
başlar. Ardından yazıcıdan bir kâğıt çıkar. Üzerinde şu yazmaktadır: “Artık
var.”
Jason Rhode
1 Nisan 2018
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder