Marx’ın
doktrininde en önemli nokta, sosyalist toplumun yaratıcısı olarak proletaryanın
evrensel tarihsel rolünü günışığına çıkarmış olmasıdır. Peki Marx’ın bu
doktrini formüle ettiği günden beri dünya genelinde yaşanan olaylar onu
doğrulamış mıdır?
Marx
bu doktrini ilk olarak 1848’de geliştirmişti. Marx ve Engels’in 1848’de
yayınlanan Komünist Parti Manifestosu, bu doktrinin bugüne dek yapılmış
en tam ve en sistematik yansımasıdır. O zamandan bu yana dünya tarihi, belli
başlı üç döneme ayrılır: a) 1848 Devrimi’nden Paris Komünü’ne (1871) dek uzanan
dönem; b) Paris Komünü’nden Rus Devrimi’ne (1905) dek uzanan dönem; c) Rus
Devrimi’nden günümüze dek uzanan dönem.
Şimdi
bu dönemlerden her birinde Marx’ın doktrininin ne tür bir yazgıyla karşı
karşıya kaldığına bir bakalım.
I.
Birinci
dönemin başında Marx’ın doktrini, henüz döneme hâkim olmaktan uzaktır. O,
sadece sosyalizme ait çok sayıda hizip ve akımdan bir tanesidir. Sosyalizmin
hâkim biçimleri, temelde bizdeki halkçılığa [Narodnizme] benzeyen akımlardır:
bunların ortak özelliği ise, tarihsel hareketin materyalist temelini
anlayamamak, kapitalist toplumdaki sınıflardan her birinin rolünü ve önemini
kavrayamamak ve demokratik reformların burjuva niteliğini “halk”, “adalet”,
“hukuk” vb. üzerine söylenen sözde sosyalist laflarla gizlemektir.
1848
Devrimi, Marx-öncesi sosyalizmin bütün bu şamatalı, uyumsuz ve tutarsız
biçimlerine kesin bir darbe indirir. Bütün ülkelerde devrim, toplumun çeşitli
sınıflarını iş başında gözler önüne serer. Paris’te 1848 Haziran’ında işçilerin
cumhuriyetçi burjuvazi tarafından katledilmesi, proletaryanın ve yalnızca
proletaryanın sosyalist niteliğini kesin olarak ortaya koyar. Liberal
burjuvazi, bu sınıfın bağımsızlığından öylesine korkar ki, en berbat gericiliği
yüz kez mubah sayar. Liberalizm, korkusundan gerici güçlere yaltaklanır.
Köylülük, feodalizme ait kalıntıların ortadan kaldırılmasıyla yetinir ve
düzenden yana tavır alır; nadiren işçi demokrasisi ile burjuva
liberalizmi arasında yalpalayıp durur. Sınıf dışı sosyalizm ve sınıf dışı
politika üzerine kurulu tüm doktrinler gevezelikten başka bir şey olmadıklarını
ispatlamışlardır.
Paris
Komünü (1871) burjuva reformlarının bu evrimini sona erdirir. Sınıf
ilişkilerinin en açık biçimde ortaya çıktığı politik örgütlenme biçimi olarak
cumhuriyet, güçlenmesini salt proletaryanın kahramanlığına borçludur.
Avrupa’nın
tüm diğer ülkelerinde daha karışık ve daha yavaş bir biçimde yaşanan evrim, hep
aynı sonuca, kesin biçimini alan bir burjuva toplumuna ulaşır. Fırtınalarla ve
devrimlerle geçen birinci dönemin (1844-1871) sonunda Marx-öncesi sosyalizm
ölür. Bağımsız proletarya partileri doğar: Birinci Enternasyonal (1864-1872) ve
Alman sosyal demokrasisi.
II.
İkinci
dönemin (1872-1904) birincisinden farkı, “barışçıl” niteliği ve devrimlerin
yokluğudur. Batı, burjuva devrimlerini bitirmiştir. Doğu ise henüz bu
devrimlere hazır değildir.
Batı,
gelecekteki dönüşümlerin “barışçıl” hazırlık dönemine girer. Her yanda,
proleter bir temele dayalı sosyalist partiler kurulur, bunlar, burjuva
parlamentarizminden yararlanmayı, gündelik basın organlarını, eğitim
kurumlarını, sendikalarını ve kooperatiflerini kurmayı öğrenir. Marx’ın
doktrini tam bir zafere ulaşır ve yayılmaya başlar. Proleter güçler,
yavaş ama emin adımlarla toparlanırlar ve gelecekteki savaşa yönelik hazırlık
yaparlar.
Tarihin
diyalektiği gereği Marksizmin teori alanındaki zaferi, düşmanlarını Marksist kılığa
bürünmeye zorlar. İçeriden çürümekte olan liberalizm, sosyalist oportünizm
biçimi altında hortlamaya çalışır. Bunlar, eldeki güçlerin büyük savaşlara
hazırlandığı dönemi bu savaşlardan vazgeçmek olarak yorumlar. Liberalizme göre,
ücretli köleliğe karşı mücadele etmek amacıyla kölelerin durumlarını
düzeltmeleri, özgürlük haklarını birkaç kuruş karşılığında satmalarıyla
gerçekleştirilir. “Sosyal barış”ı (yani kölelikten yana olan barışı) ve sınıf
mücadelesinden vazgeçilmesini alçakça savunurlar. Bunların sosyalist parlamenterler,
işçi hareketinin çeşitli memurları ve “sempatizan” aydınlar arasında pek çok
yandaşları vardır.
III.
Oportünistler,
“sosyal barış”ı göklere çıkartıp “demokrasi” sayesinde fırtınaları önlemeye
gayret ederlerken, Asya’da dünyayı sarsan yeni bir fırtına dönemi açılmıştır.
Rus Devrimi’ni Türk, İran ve Çin devrimleri takip etmiştir. Bugün bu fırtınalar
ve Avrupa’daki “yankılar”ına tanıklık ediyoruz. Hâlen çeşit çeşit “medenî”
sırtlanın iştahını kabartan büyük Çin Cumhuriyeti’nin kaderi ne olursa olsun,
Dünya’da hiçbir güç, ne Asya’daki feodal düzeni geri getirebilecek ne de Asya
ve Orta Asya’daki ülkelerde yaşayan halk yığınlarının kahramanlıklarla inşa
ettikleri demokrasiyi yeryüzünden silebilecektir.
Kitle
mücadelesi için hazırlık yapılmasını ve onun geliştirilmesini zaruri kılan
koşulları dikkate almayan kimi insanlar, Avrupa’da kapitalizme karşı kararlı
bir biçimde verilen mücadelenin uzun süredir ertelenmiş olması sebebiyle,
kitleleri ümitsizliğe ve anarşizme sürüklemektedir. İşte şimdi bu anarşist
ümitsizliğin ne kadar dar görüşlü ve ödlekçe olduğunu görüyoruz.
Sekiz
yüz milyon insanı barındıran Asya’nın Avrupalılarla aynı ülküler uğruna verdiği
mücadeleye girmesi karşısında, ümitsizliğe düşmek şöyle dursun, aksine bizim
cesaretlenmemiz gerekmektedir.
Asya’daki
devrimler, bize liberalizmin aynı sünepeliğini ve alçaklığını, demokratik
yığınların bağımsızlığının aynı olağanüstü rolünü, proletarya ile her türlü
burjuvazi arasındaki aleni ayrımı ortaya koymuştur. Avrupa ve Asya’daki
deneylerden sonra hâlâ sınıf dışı bir politikadan ve sınıf dışı sosyalizmden
söz eden herkes, sadece kafese kapatılıp Avustralyalı bir kangurunun yanında
teşhir edilmeye müstahaktır.
Asya’dan
sonra, Avrupa da kıpırdamaya başlamaktadır. Ancak bu kıpırdanma, Asya’daki
tarzdan farklı bir tarza sahiptir. 1872-1904 yıllarının “barışçıl” dönemi bir
daha geri gelmemecesine kapanmıştır. Hayat pahalılığı ve tekellerin etkisi,
ekonomik mücadelenin eşi benzeri görülmemiş biçimde şiddetlenmesine yol
açmıştır. Liberalizmin en çok ayarttığı İngiliz işçileri bile silkelenmeye
başlamışlardır. Almanya’da, iflah olmaz burjuva junkerlerin (aristokratların)
ülkesinde, politik bir bunalım gözlerimizin önünde cereyan etmektedir.
Silâhlanma çılgınlığı ve emperyalist politika, bugünkü Avrupa’yı bir barut
fıçısına dönüştürmüştür. Diğer yandan da tüm burjuva partileri zayıflamakta,
proletarya sürekli olarak olgunlaşıp gelişmektedir.
Marksizmin
ortaya çıkmasından bu yana, o dünya tarihinin üç büyük döneminin her birinde
doğrulanmış ve yeni zaferler kazanmıştır. Fakat önümüzdeki tarihsel dönem,
proletaryanın doktrini olan Marksizme daha da parlak zaferler kazandıracaktır.
V. I. Lenin
1 Mart 1913
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder