Pages

07 Nisan 2018

Devlet ve Kapitalist Sınıfsal İlişki

Kapitalizm bir sınıfsal ilişki olarak ele alınırken devletten asla soyutlanmamalı. Esasında kapitalist devletin hareket tarzları, sınıfların teşkiline mündemiçtir. Mülksüz işçi sınıfının mülk sahibi kapitalist sınıf tarafından sömürüldüğü tespiti yerindedir ama öte yandan sömürü aracı olmaksızın üretim araçları üzerinde tekel sahibi olmak da sömürmek de mümkün olamaz. 

İşte kapitalist devlet, her şeyden çok tam da o sömürü aracıdır. Devlet-toplum ilişkisi ile sınıflararası ilişki arasında da içten içe işleyen başka bir ilişki daha vardır. Burjuva devlet, yönetici sınıf olarak örgütlenmiş kapitalist sınıftır. 

Siyasi iktidar, sınıfsal uzlaşmazlığın resmi ifadesi olduğu ölçüde, işçi sınıfının politik planda ezilmesi, o sınıfın doğal bir unsuru ve o sınıfa ait doğal bir deneyimdir, dolayısıyla aynı meşru zeminde sınıf teorisine de aittir.

Sonuçta devlet iktidarı, bir sınıf iktidarı biçimidir. Yani esasında iki iktidar biçimi arasındaki ilişki, dışsa değil içsel bir ilişkidir. Devlet iktidarı, sosyalizm öncesi tüm sınıflı toplumlarda sömürücü sınıfların elinde bulundurdukları iktidardır. Kapitalist sınıf, üretim araçlarını ve artı-değeri kontrol eder, işçi sınıfının komutasından daha çok, değişim değerinin kontrolü onun elindedir, o aynı zamanda siyasi iktidarı kontrol eden sınıftır. Madalyonun diğer yüzünde ise proleter sınıfın mülkiyet, artı-değer hatta emek süreci üzerinde kontrol sahibi olamadığı gerçeği durur. Proleter sınıf, aynı zamanda devlet iktidarından da mahrumdur (dolayısıyla o, kendisi için, toplumdaki sınıfsal yapının ekonomik yönleri üzerinde kontrol sahibi olabilmek adına, devlet iktidarını ele geçirmelidir). Ekonomik üretim araçları üzerindeki kontrolden mahrum olan proletarya, nispi bir iktidarsızlıkla maluldür. İktidarsızlık veya iktidardan mahrum olma hâli, proletaryanın sınıfsallığının ayırıcı özelliğidir. Proletarya, sadece ekonomik açıdan sömürülen bir sınıf değil, aynı zamanda politik düzlemde zulme uğrayan/hâkimiyet altına alınan bir sınıftır da. Bu politik zulüm/hâkimiyet, sadece mübadele ilişkileri sahasında (örneğin emek piyasasında) ve iş ilişkisi sahasında değil, ayrıca bir bütün olarak toplum düzeyinde de gözlemlenir. Bu noktada Lenin’in Devlet ve Devrim’de dile getirdiği şu hususu hatırlamakta fayda vardır:

“Marx sınıf mücadelesi teorisini sürekli genişleterek, bir politik iktidar teorisini, bir devlet teorisini içerecek bir kapsama kavuşturdu.”[1]

Dolayısıyla belirtmek gerekir ki sınıf teorisi, devlet teorisinin temel yönlerini bir biçimde içermek zorundadır.

Kapitalist sınıfsal ilişkinin ortaya çıkarttığı sefalet koşulları, kitlelerin siyasete katılımının imkânsızlaşmasını sağlar. Böylesi bir katılımın gerçekleşmemesi, kitlelerin katılımını etkisizleştiren bürokratizmi koşullar. Oysa kitleleri kurtuluş mücadelesine iştirak etme, siyasete katılım hazırlar. Buna karşın insanlar, genelde etkin siyasî katılımın dışında tutulurlar, katılmaya çalıştıklarında ise devlet hukukî açıdan onları bıkıp usandırır, fizikî şiddete başvurur veya parasal açıdan kimi kısıtlamalar getirir. Tüm bu müdahaleler, sonuçta “cesareti kırılmış işçiler” çıkartır ortaya. Aynı şekilde işçinin cesareti, emek piyasasında da kırılır. İşçi iş bulamayınca iş aramayı bırakır. Geçim araçlarından mahrum bırakılan işçiler baskı gücüne de erişemezler. Güvenli istihdam, düzgün ücretler, sağlık hizmetleri, eğitim hakkı ve diğer kültürel kaynaklar ile ilgili mücadeleye katılım sürekli engellenir. İşçilerin dışında hep bir bürokratik ekip bulunur ve bu ekip, işçilere baskı uygular ve onları yönetir. İşçilerin seçmediği bürokrasi, kontrol edilemeyen bir güçtür. Bürokrat elitler, sıradan işçilerden daha iyi yaşarlar ve işçi sınıfıyla ortak dünya görüşüne ve çıkarlara sahip değildirler.

Üretim araçlarına, artığa erişim ve politik iktidar, devletin tekelindedir. Dolayısıyla sınıf teorisi ile devlet teorisini ayrıştırmak mümkün değildir. Kapitalist sınıfsal ilişki ile devlet arasında simetrik-içsel bir ilişki mevcuttur: biri yoksa diğeri de yoktur. Bu düşünce, düşünsel ve politik düzlemde muhtelif sonuçlara ulaşmamızı sağlayacaktır.

İlk sonuç şudur: devlet, kapitalist sınıfsal ilişkinin kurucu unsurudur. Sınıfsal ilişkileri hukukî ilişkiler dâhilinde sistemleştiren odur. Devlet, sınıfsal ilişkileri yeniden üretir ve bu üretim işçilerin direnişi hilafına gerçekleşir. Kapitalistlerin elindeki toplumsal gücün muhtevası, devlet iktidarı formunda dil bulur: devlet = sınıfın politik biçimi. Kapitalist devletle kapitalist sınıf, sınıf adı verilen toplumsal ilişkinin iki koludur. Kollardan biri, çoğunluğun sömürülmesine/dışlanmasına, diğeri ise devletin politik baskısına ve zulmüne dair bir göstergedir. Modern toplumda devlet, kapitalist sınıfın politik işlerinin görüldüğü departmandır.

Ulaşacağımız ikinci sonuç, devletin azınlığı teşkil eden para babalarını çoğunluğa hizmet etmeye zorlamak adına baskı aygıtlarına sahip olması ile alakalıdır. Bu görev, sermayenin hareket imkânlarını kısıtlamayı da içerir fakat devlet bu topa pek girmez. Bunun sebebi, devletin yüzleştiği muhtelif ekonomik sınırlar değildir. Devletin varolmak için kapitalist sınıfa bel bağlamak zorunda oluşundan da söz edilemez. Zira kurumsal açıdan devletin ayrı bir olgu olduğu görüşü, abartılı bir görüştür. Mesele, devletin kapitalistlerin veya onların ideolojik destekçilerinin elinde olması da değildir. Devletin kapitalist sınıfın omzuna yüklediği “yükler” veya devletin kapitalist sınıf eliyle kısıtlanma yolları, sınıfsal ilişkilerin niteliğinden kaynaklanır. Dolayısıyla Polanyi’nin sosyal demokrasiyi temel alan argümanı sorunludur. Buradan kapitalizm içerisinde reformlar gerçekleştirilmesi önünde doğal kimi engellerin olduğu görüşünün de yanlış olduğunu belirtmek gerekmektedir. Engeller, temelde kapitalist sınıfsal ilişkiden kaynaklanır. O engeller, kapitalist sınıfsal ilişki varolduğu sürece varlığını muhafaza edecektir. Dolayısıyla Panitch ve Gindin’in şu tespiti, bence yanlıştır:

“Kapitalist devletler, vergi gelirlerini ve meşruiyetlerini güvence altına alma noktasında sermaye birikimine tabidirler. […] Devlet iktidarı ile sınıf iktidarı aynı şey değildir.”[2]

Dünyadaki tüm baskı araçlarına ve güce sahip olan devlet, kapitalist birikime bağımlılığını ortadan kaldırmak adına kapitalistlerin mallarına neden el koymuyor? Çünkü bu mümkün değildir: ne tür bir biçim alırsa alsın, devlet iktidarı sınıf iktidarının bir biçimidir. Kanaatimce, devletin birikim meselesinden ayrı olduğunu söyleyen kurumsalcı görüş, (a) devletle kapitalist sınıfsal ilişki arasındaki ilişkiyi dışsallaştırmakta; (b) devletin kitleler için yapabilecekleri noktasında yüzleştiği her türden engelin kapitalist ilişki için önem arz etmediğini düşünmeye sevketmekte, dolayısıyla işçi sınıfı partisinin örgütlediği, aşağıdan uygulanan, yeterli yoğunluktaki basınçla kitlelerin ekonomik kurtuluşunun gerçekleşebileceğini düşünmemize neden olmaktadır.

Üçüncü sonuçsa şu şekildedir: Eğer sınıf, küçük bir azınlığın çoğunluğu ekonomik düzeyde sömürmesi ise, çoğunluğa karşı azınlık sınıfın verdiği mücadele, sınıfsal ilişkilere ait yapıyı daraltacak, hatta ortadan kaldıracaktır. İster analitik marksizm isterse postyapısalcı marksizm bünyesinde geliştirilmiş olsun, sınıf ve devletle alakalı düşüncelerin merkezinde duran asli inanç bu yöndedir.

Dördüncü sonuç: sınıfsal sistemin ilgası ve çoğunluğa ait bir devletin oluşturulması için devletin “paramparça edilmesi”, aynı madalyonun iki yüzüdür. Politik iktidarı ele geçiren kapitalist sınıf, iktidarını ebedi görür. Kapitalist sınıfın istifade ettiği böylesi bir lüks işçi sınıfına yasaklanır. Eğer işçi sınıfı, hazırda mevcut olan devlet mekanizmasını ele geçiremezse, sömürü ve mübadele üzerine kurulu kapitalist ilişkiler reforma tabi tutulamaz, yani işçi sınıfı sömürülmekle kalmaz aynı zamanda zulme maruz kalır. Dolayısıyla kapitalistlerin devleti gibi kapitalist mübadele ve üretim ilişkileri de altüst edilmelidir.

Sınıfı kabul edip şu hususları kabul etmemek teorik açıdan iflas etmiş olan bir yaklaşımın sonucudur ve politik düzlemde oportünizme işaret eder: (a) demokratik ya da değil, tüm devletlerin işçi sınıfını ezme noktasında oynadığı asli rol; (b) düzene sokulması mümkün olmayan bir olgu olarak sınıfın ortadan kaldırılmasının zaruri oluşu ve (c) sınıfların olmadığı koşullara uzanan süreçte zaruri bir ara dönem olarak, kapitalist yönetimin yıkılması üzerinden işçi sınığının politik hegemonyasının tesis edilmesinin gerekliliği.

Raju J. Das

[Kaynak: Marxist Class Theory for a Skeptical World, Brill, 2017, s. 613-616.]

Dipnotlar:
[1] Lenin, V. The State and Revolution, 1977, Moscow: Progress Publishers, s 27.

[2] Panitch, L. ve Gindin, S. “Marxist Theory and Strategy: Getting Somewhere Better”, Historical Materialism Cilt. 23, Sayı. 2, s. 10. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder