Kapitalizm bir sınıfsal ilişki olarak ele alınırken devletten asla soyutlanmamalı. Esasında kapitalist devletin hareket tarzları, sınıfların teşkiline mündemiçtir. Mülksüz işçi sınıfının mülk sahibi kapitalist sınıf tarafından sömürüldüğü tespiti yerindedir ama öte yandan sömürü aracı olmaksızın üretim araçları üzerinde tekel sahibi olmak da sömürmek de mümkün olamaz.
İşte kapitalist devlet, her şeyden çok tam da o sömürü aracıdır. Devlet-toplum ilişkisi ile sınıflararası ilişki arasında da içten içe işleyen başka bir ilişki daha vardır. Burjuva devlet, yönetici sınıf olarak örgütlenmiş kapitalist sınıftır.
Siyasi iktidar, sınıfsal uzlaşmazlığın resmi ifadesi
olduğu ölçüde, işçi sınıfının politik planda ezilmesi, o sınıfın doğal bir
unsuru ve o sınıfa ait doğal bir deneyimdir, dolayısıyla aynı meşru zeminde
sınıf teorisine de aittir.
Sonuçta
devlet iktidarı, bir sınıf iktidarı biçimidir. Yani esasında iki iktidar biçimi
arasındaki ilişki, dışsa değil içsel bir ilişkidir. Devlet iktidarı, sosyalizm
öncesi tüm sınıflı toplumlarda sömürücü sınıfların elinde bulundurdukları
iktidardır. Kapitalist sınıf, üretim araçlarını ve artı-değeri kontrol eder,
işçi sınıfının komutasından daha çok, değişim değerinin kontrolü onun
elindedir, o aynı zamanda siyasi iktidarı kontrol eden sınıftır. Madalyonun
diğer yüzünde ise proleter sınıfın mülkiyet, artı-değer hatta emek süreci
üzerinde kontrol sahibi olamadığı gerçeği durur. Proleter sınıf, aynı zamanda
devlet iktidarından da mahrumdur (dolayısıyla o, kendisi için, toplumdaki
sınıfsal yapının ekonomik yönleri üzerinde kontrol sahibi olabilmek adına, devlet
iktidarını ele geçirmelidir). Ekonomik üretim araçları üzerindeki kontrolden
mahrum olan proletarya, nispi bir iktidarsızlıkla maluldür. İktidarsızlık veya
iktidardan mahrum olma hâli, proletaryanın sınıfsallığının ayırıcı özelliğidir.
Proletarya, sadece ekonomik açıdan sömürülen bir sınıf değil, aynı zamanda
politik düzlemde zulme uğrayan/hâkimiyet altına alınan bir sınıftır da. Bu
politik zulüm/hâkimiyet, sadece mübadele ilişkileri sahasında (örneğin emek
piyasasında) ve iş ilişkisi sahasında değil, ayrıca bir bütün olarak toplum
düzeyinde de gözlemlenir. Bu noktada Lenin’in Devlet ve Devrim’de dile
getirdiği şu hususu hatırlamakta fayda vardır:
“Marx sınıf mücadelesi
teorisini sürekli genişleterek, bir politik iktidar teorisini, bir devlet
teorisini içerecek bir kapsama kavuşturdu.”[1]
Dolayısıyla
belirtmek gerekir ki sınıf teorisi, devlet teorisinin temel yönlerini bir
biçimde içermek zorundadır.
Kapitalist
sınıfsal ilişkinin ortaya çıkarttığı sefalet koşulları, kitlelerin siyasete
katılımının imkânsızlaşmasını sağlar. Böylesi bir katılımın gerçekleşmemesi,
kitlelerin katılımını etkisizleştiren bürokratizmi koşullar. Oysa kitleleri
kurtuluş mücadelesine iştirak etme, siyasete katılım hazırlar. Buna karşın
insanlar, genelde etkin siyasî katılımın dışında tutulurlar, katılmaya
çalıştıklarında ise devlet hukukî açıdan onları bıkıp usandırır, fizikî şiddete
başvurur veya parasal açıdan kimi kısıtlamalar getirir. Tüm bu müdahaleler,
sonuçta “cesareti kırılmış işçiler” çıkartır ortaya. Aynı şekilde işçinin
cesareti, emek piyasasında da kırılır. İşçi iş bulamayınca iş aramayı bırakır.
Geçim araçlarından mahrum bırakılan işçiler baskı gücüne de erişemezler.
Güvenli istihdam, düzgün ücretler, sağlık hizmetleri, eğitim hakkı ve diğer
kültürel kaynaklar ile ilgili mücadeleye katılım sürekli engellenir. İşçilerin
dışında hep bir bürokratik ekip bulunur ve bu ekip, işçilere baskı uygular ve
onları yönetir. İşçilerin seçmediği bürokrasi, kontrol edilemeyen bir güçtür.
Bürokrat elitler, sıradan işçilerden daha iyi yaşarlar ve işçi sınıfıyla ortak
dünya görüşüne ve çıkarlara sahip değildirler.
Üretim
araçlarına, artığa erişim ve politik iktidar, devletin tekelindedir.
Dolayısıyla sınıf teorisi ile devlet teorisini ayrıştırmak mümkün değildir.
Kapitalist sınıfsal ilişki ile devlet arasında simetrik-içsel bir ilişki
mevcuttur: biri yoksa diğeri de yoktur. Bu düşünce, düşünsel ve politik
düzlemde muhtelif sonuçlara ulaşmamızı sağlayacaktır.
İlk
sonuç şudur: devlet, kapitalist sınıfsal ilişkinin kurucu unsurudur. Sınıfsal
ilişkileri hukukî ilişkiler dâhilinde sistemleştiren odur. Devlet, sınıfsal
ilişkileri yeniden üretir ve bu üretim işçilerin direnişi hilafına gerçekleşir.
Kapitalistlerin elindeki toplumsal gücün muhtevası, devlet iktidarı formunda
dil bulur: devlet = sınıfın politik biçimi. Kapitalist devletle kapitalist
sınıf, sınıf adı verilen toplumsal ilişkinin iki koludur. Kollardan biri,
çoğunluğun sömürülmesine/dışlanmasına, diğeri ise devletin politik baskısına ve
zulmüne dair bir göstergedir. Modern toplumda devlet, kapitalist sınıfın
politik işlerinin görüldüğü departmandır.
Ulaşacağımız
ikinci sonuç, devletin azınlığı teşkil eden para babalarını çoğunluğa hizmet
etmeye zorlamak adına baskı aygıtlarına sahip olması ile alakalıdır. Bu görev,
sermayenin hareket imkânlarını kısıtlamayı da içerir fakat devlet bu topa pek
girmez. Bunun sebebi, devletin yüzleştiği muhtelif ekonomik sınırlar değildir.
Devletin varolmak için kapitalist sınıfa bel bağlamak zorunda oluşundan da söz
edilemez. Zira kurumsal açıdan devletin ayrı bir olgu olduğu görüşü, abartılı
bir görüştür. Mesele, devletin kapitalistlerin veya onların ideolojik
destekçilerinin elinde olması da değildir. Devletin kapitalist sınıfın omzuna
yüklediği “yükler” veya devletin kapitalist sınıf eliyle kısıtlanma yolları,
sınıfsal ilişkilerin niteliğinden kaynaklanır. Dolayısıyla Polanyi’nin sosyal
demokrasiyi temel alan argümanı sorunludur. Buradan kapitalizm içerisinde
reformlar gerçekleştirilmesi önünde doğal kimi engellerin olduğu görüşünün de
yanlış olduğunu belirtmek gerekmektedir. Engeller, temelde kapitalist sınıfsal
ilişkiden kaynaklanır. O engeller, kapitalist sınıfsal ilişki varolduğu sürece
varlığını muhafaza edecektir. Dolayısıyla Panitch ve Gindin’in şu tespiti,
bence yanlıştır:
“Kapitalist devletler,
vergi gelirlerini ve meşruiyetlerini güvence altına alma noktasında sermaye
birikimine tabidirler. […] Devlet iktidarı ile sınıf iktidarı aynı şey
değildir.”[2]
Dünyadaki
tüm baskı araçlarına ve güce sahip olan devlet, kapitalist birikime
bağımlılığını ortadan kaldırmak adına kapitalistlerin mallarına neden el
koymuyor? Çünkü bu mümkün değildir: ne tür bir biçim alırsa alsın, devlet
iktidarı sınıf iktidarının bir biçimidir. Kanaatimce, devletin birikim
meselesinden ayrı olduğunu söyleyen kurumsalcı görüş, (a) devletle kapitalist
sınıfsal ilişki arasındaki ilişkiyi dışsallaştırmakta; (b) devletin kitleler
için yapabilecekleri noktasında yüzleştiği her türden engelin kapitalist ilişki
için önem arz etmediğini düşünmeye sevketmekte, dolayısıyla işçi sınıfı
partisinin örgütlediği, aşağıdan uygulanan, yeterli yoğunluktaki basınçla
kitlelerin ekonomik kurtuluşunun gerçekleşebileceğini düşünmemize neden
olmaktadır.
Üçüncü
sonuçsa şu şekildedir: Eğer sınıf, küçük bir azınlığın çoğunluğu ekonomik
düzeyde sömürmesi ise, çoğunluğa karşı azınlık sınıfın verdiği mücadele,
sınıfsal ilişkilere ait yapıyı daraltacak, hatta ortadan kaldıracaktır. İster
analitik marksizm isterse postyapısalcı marksizm bünyesinde geliştirilmiş
olsun, sınıf ve devletle alakalı düşüncelerin merkezinde duran asli inanç bu
yöndedir.
Dördüncü
sonuç: sınıfsal sistemin ilgası ve çoğunluğa ait bir devletin oluşturulması
için devletin “paramparça edilmesi”, aynı madalyonun iki yüzüdür. Politik
iktidarı ele geçiren kapitalist sınıf, iktidarını ebedi görür. Kapitalist
sınıfın istifade ettiği böylesi bir lüks işçi sınıfına yasaklanır. Eğer işçi
sınıfı, hazırda mevcut olan devlet mekanizmasını ele geçiremezse, sömürü ve
mübadele üzerine kurulu kapitalist ilişkiler reforma tabi tutulamaz, yani işçi
sınıfı sömürülmekle kalmaz aynı zamanda zulme maruz kalır. Dolayısıyla
kapitalistlerin devleti gibi kapitalist mübadele ve üretim ilişkileri de altüst
edilmelidir.
Sınıfı
kabul edip şu hususları kabul etmemek teorik açıdan iflas etmiş olan bir
yaklaşımın sonucudur ve politik düzlemde oportünizme işaret eder: (a)
demokratik ya da değil, tüm devletlerin işçi sınıfını ezme noktasında oynadığı
asli rol; (b) düzene sokulması mümkün olmayan bir olgu olarak sınıfın ortadan
kaldırılmasının zaruri oluşu ve (c) sınıfların olmadığı koşullara uzanan
süreçte zaruri bir ara dönem olarak, kapitalist yönetimin yıkılması üzerinden
işçi sınığının politik hegemonyasının tesis edilmesinin gerekliliği.
Raju J. Das
[Kaynak:
Marxist Class Theory for a Skeptical World, Brill, 2017, s. 613-616.]
Dipnotlar:
[1] Lenin, V. The State and Revolution, 1977, Moscow: Progress
Publishers, s 27.
[2]
Panitch, L. ve Gindin, S. “Marxist Theory and Strategy: Getting Somewhere
Better”, Historical Materialism Cilt. 23, Sayı. 2, s. 10.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder