Mayıs
1943’te siyahî sürrealist yazar ve aktivist Suzanne Césaire, Fransa’nın
Karayipler’deki sömürgesi Martinique adasını idare eden ve savaşın içerisinde
olan Vichy hükümetinden kâğıt karnesi talep eder. Césaire bu kâğıda,
Karayipler’deki sömürgecilik karşıtı politika ile sürrealizmin kaynaşması
amacıyla çıkartılan Tropika isimli derginin yeni sayısını basabilmek
için ihtiyaç duymaktadır. Hükümet, talebini reddeder. Lafı ağzında geveleyip
durduktan sonra Nazilerle işbirliği içerisinde olan rejim, Césaire’in
dergisinin siyahlık ve onun üzerinden Fransız medeniyetine karşı gerçekleştirilen
yazınsal isyan meselesiyle kurduğu küstahça ilişki sebebiyle fazla ırkçı ve
sekter olduğunu iddia eder. Bugün Huriye Butelca’nın Beyazlar, Yahudiler ve
Biz: Devrimci Sevgi Siyasetine Doğru isimli son kitabı ile ilgili olarak
aşağı yukarı benzer bir dile başvuruluyor olması, gerçekten tedirgin edici ama
bu, aynı zamanda bir şey öğretebilecek bir gelişmedir. Kitap, 2016 yılında
Fransa’da yayınlandığında medyada yazara karşı yoğun bir linç kampanyası
yürütüldü. Sağcı ve solcu tüm Fransız aydınlar, bu Arap kadını disipline etmeye
çalıştılar oysa o, Fransa’nın kendisi hakkında anlattığı masalların büyüsünü
bozma cüretini göstermişti. Hakkında çirkin yakıştırmalarda bulunuldu:
Butelca’nın ırkçı bir ırkçılık karşıtı ve Neonazi bir homofobik olduğu
söylendi. Demek ki Césaire’in Martinique’te kâğıt karnesi istediği günden
bugüne pek bir şey değişmemiş. Cumhuriyetin fazla tepki geliştirdiğini söylemek
mümkün.
Butelca’nın
kısa manifestosu, Césaire’in başvurduğu sürrealist polemik geleneğini, hatta
eşi Aimé Césaire’in çığır açıcı kitabı Sömürgecilik Üzerine Söylev’in
(1950) dayandığı geleneği bugüne taşıyan bir çalışma. Tüm sanatsal ve duygusal
yüküyle Rachel Valinsky tarafından İngilizceye tercüme edilen Beyazlar,
Yahudiler ve Biz, imparatorluğu ve onun masum olduğuna dair mitleri hedef
alan, tutkulu ve şiirsel bir manifesto olarak çıkıyor karşımıza. Her yönüyle
cana can katan ve iyimser bir dile başvuran kitap, emperyalizmin kalbinde
başlatılacak bir sömürgecilikten kurtuluş hareketini kurtuluş için gerekli
politik güç olarak takdim ediyor ve bu konuda muhteşem bir çağrı metni ortaya
koyuyor. Kitapta Butelca, temelde Avrupamerkezcilik, emperyalizm ve
küreselleşme meselelerini ele alıyor, ayrıca politik örgütlenme formu kazanmış
deneyimler üzerinde duruyor. Yoldaşı Sadri Kiyari’ni ifadesiyle, Butelca bu
çalışmasında birlik ve ayrışmayı birlikte ele alıyor, yakınlaşma ve çatışmanın
kurtuluşa uzanan paradoksal birer yol olduğunu söylüyor.
Kitabın
ilk bölümü, bir çelişki üzerinde duruyor ki esasen bu çelişki, kitabın ele
aldığı beyazlar, Yahudiler ve yerlileri kuşatan ana çerçeveyi tayin ediyor. Söz
konusu çelişkide başrol Sartre’a ve onun süreç içerisinde tövbe edip başından
savmadığı Siyonizm tarafından oynanıyor. Bir yandan Sartre, Cezayir ve
Ortadoğu’da sömürgecilik karşıtı militan mücadeleyi savunuyor ama bir yandan da
Filistin’de Yahudi ulus-devletinin kurulmasına destek atıyor. Butelca’nın
iddiasına göre, Sartre’ın hem sömürgecilik karşıtı hem de Siyonist olmasının
sebebi, onun beyaz oluşu. Sartre’ın siyasetindeki kifayetsizlik, temelde
beyazlıkla alakalı. Gayet kışkırtıcı olan bir pasajda Butelca şunları yazıyor:
“Yahudi’yi inşa edenin
antisemitizm olduğunu söyleyen Sartre, sonrasında antisemitist projesinin
Siyonizm formunda geleceğe uzanmasını sağlıyor, üstüne üstlük o, Yahudiler için
inşa edilen en büyük hapishanenin inşaatına dâhil oluyor. Auschwitz’i bir an önce
yerin dibine sokmak ve beyaz adamın ruhunu kurtarmak için acele eden Sartre,
Yahudi’nin mezarını kendi elleriyle kazıyor.”
Başka
bir ifadeyle Butelca açısından Sartre, hem antisemitizmi Avrupa’nın
geliştirdiği bir dışlama mekanizması olarak anlıyor hem de ayrı bir
ulus-devletten yana durarak, Yahudilerin gelecekte Avrupa’da olmamasını
sağlayacak aynı mekanizmanın parçası hâline geliyor. Yazara göre, Sartre’daki
Siyonizm, simgesel açıdan, hem beyaz solun ulus-devleti terk etme fikrine karşı
çıkışını hem de Avrupa’nın masumiyetini inatla yeniden kazanışını ifade ediyor.
Yazar,
Sartre’ın karşısında tek bir karakter üzerinden konuşuyor bizlerle: Paris’in
yozluğunu dizelere döken beyaz ozan Jean Genet. Genet, Fransa’nın Paris’te,
Cezayir’de ve Hintçini’nde yaşadığı yenilgilere kayıtsızlıkla yaklaşmış bir
isim. O, “beyaz insana karşı ayağa kalkmış bir yerlinin aynı hareket dâhilinde
beyaza kendisini kurtarma şansı bahşettiğinin” farkında. Butelca, devrimci
sevginin işte tam da bu karşılaşma ve mücadelenin kavşağında mümkün olduğunu
söylüyor. Önce C. L. R. James’in “bunlar benim ecdadım, benim halkım. Onlarsa
senin, tabii eğer istersen” sözünü aktaran yazar, “James’in beyaz Avrupalılara
kendilerine karşı ayaklanmış ve kendisini kurtarmakla beyazları da kurtarmış
olan siyahî atalarının hatırasını teklif ediyor. Özünde James, ulusal
kahramanların yattığı anıtın, o kutsal panteonun içeriğini değiştiriyor” diyor.
Bunlar, beyaz milliyetçilerin ve neofaşistlerin oluşturdukları ittifakı
harekete geçiren, Amerikan panteonunu değiştirmeye dönük bir çaba anlamında,
Charlottesville’deki heykelin kaldırılması sonrası okuru gerçekten rahatsız
edecek türden sözler. Sonuçta devrimci sevginin de ağır bir bedeli var ve
beyazlığa ihanet etmenin yükünü herkesin omuzlaması pek mümkün değil.
Butelca,
Genet’den bahsederek, esasen sömürgecilik karşıtlarının yürüyeceği yola da
işaret etmiş oluyor. Genet, siyahî Amerikalı Marksist ve aktivist George
Jackson’ın toplu hapishane yazılarını içeren Soledad’daki Kardeş (1970)
isimli çalışmaya önsöz kaleme almış bir isim. Gardiyanların kendisini
katletmesinden bir yıl sonra hücresinde Filistinli şairlerin şiirlerine ait, el
yazısıyla yazılmış kopyalar bulunuyor. Butelca, kitabını metinlerin meydana
getirdiği bu ulusötesi ağın üzerine kuruyor. Esasen kitabın İngilizce
çevirisine Cornel West’in yeni bir önsöz kaleme almış olması, söz konusu ağdaki
yeni ve önemli bir başka düğümü temsil ediyor. Butelca’nın siyahî Amerikalı
ataları ve Fransızca konuşan ataları öne çıkartması, Amerikan ırkçılığı ile
Fransız sömürgeciliği arasındaki sürekliliğin açığa çıkmasını sağlıyor. Siyah
Amerikalı oluşa yaktığı ağıtı içeren Yerli Oğul (1940) isimli kitabında
Richard Wright da aynı şekilde yoksul kentli siyahın Amerika’nın yerlisi
olduğunu söylüyor.
Butelca
ise Fransa’nın Yerli Kız’ı. Tesettür tartışmalarıyla Fransız medyasında
boy gösterme imkânı bulan Butelca, politik yazıları ve ajitatif çıkışlarıyla,
beyaz feminizmden sert eleştiriler alan bir isim. O ise yerli kadınların beyaz
patriarka ve yerli patriarka arasında sıkışıp kaldıklarını ve bir biçimde
tuzağa düştüklerini söylüyor. Ona göre, ilki sırf o yerli kadınların
bedenlerini sömürebilmek ve tüketmek adına, onları kurtarmak istiyor, ikincisi
ise yerli erkeğin güçten düşürücü darbelerine dayanmasını sağlamaya çalışıyor.
Beyaz erkekse yerli erkeği kadınsı bir figüran olarak tahayyül ediyor ve onu
pasif, uysal bir varlık olarak görüyor. Yerli erkek isyan ettiğinde beyaz
erkekteki babaç [paternalistik] sözler bir anda boşa düşüyor, yerli erkekteki o
beklenmedik mertlik ve erkeklik şoka ve rahatsızlığa neden oluyor, bu nedenle
onun gözetim altına alınması ve hadım edilmesi gerektiği üzerinde duruluyor.
Bu
dinamiğin sonucunda beyaz erkek ile yerli erkek arasında erkeklik oyunları baş
gösteriyor. Bu noktada kadın düşmanı homofobi devreye giriyor ve bu da yerli
kadınlarla queer’lere saldırıyor (Butelca’nın analizinde yerli lezbiyenden pek
bahsedilmiyor). Yazar, hadım üzerinde duran söylemi dâhilinde, bize Batılı
erkeğin fallik erkekliğinin yerli erkekler için de geçerli bir model olduğunu
söylüyor. Ona göre, yerli erkekler arasında karşımıza çıkan erkekçe tutumlar
tepkisel ama asla kaçınılmaz değiller, dolayısıyla emperyalizmle mücadelede
yerli queer’lerin marjinalleştirilmemesi gerek. Siyonistlerin erkeksi, kaslı
Yahudi figürünü devreye sokmaları, ezilenin tepkisel erkekliğinin hepimiz için
korkunç sonuçlara yol açabileceğinin bir delili.
Butelca
kitabında ayrıca romantik yerli feminizmini de eleştiriyor ve onun erkek
şiddetini Küresel Güney’e nüfuz etmiş olan Batılı patriarka sistemi içerisine
yerleştirmek yerine, onu suçlayıp durmakla yetinmekle eleştiriyor. Yazara göre,
feminizm bir lüks ve bu lüks, tecrit edilmiş kadınlıklarını öznelliklerinin tam
da merkezinde görebilmek için yeterince Avrupalı, yeterince beyaz ve yeterince
Hristiyan olanlara ait. Feminizmin yegâne sorumluluk taşımayı bilen biçimi ise
topluma bağlılığı içeren feminizm. Bu noktada yerlilerin direnişi feminizmle
uzlaşmalı, Batı’da yerli erkek ve kadınların yüzleştikleri şiddete dair bir
anlayış geliştirilmeli.
Böylesi
bir konum, modası geçmiş kabul edilebilir ve onun siyah kadınların
yüzleştikleri çifte zulmün siyah erkek liderlerin endişelerine tabi kılınmasını
öngören, yüzyılın ortasındaki yurttaş hakları hareketlerinin patriarkadan yana
siyasetini anımsatabilir. Siyah kadınlar, beyaz feministler ve siyah erkeklerce
sahneden siliniyor olmalarını uzun zamandır eleştiriyorlar ve bu husus sıklıkla
dillendiriliyor. Bu aşamada Butelca, Siyah Kurtuluş Ordusu üyesi Assata
Şakur’un “erkeklerimize zulmedilirken bizler özgür olamayız” sözünü alıntılıyor
ama tuhaf biçimde Şakur’un öncesinde söylediği şu sözü nedense unutuyor: “Fakat
mücadelemiz açısından bizim güçlü bir siyah kadın hareketi inşa etmemiz
gerekiyor.” İfadenin tümüne bakıldığında, Butelca’nın da meyilli olduğu
dekolonyalist feminizmin topluma bağlı olma meselesini önemsediği ama orada da
kalmadığı görülüyor.
Kitabın
kendi varlığına karşın, o bu türden bir dekolonyalist feminizmin henüz ufukta
görünmediğini söylüyor. Sondan ikinci bölüm, genel mânâda politik yerli
toplumuna bağlılık meselesi üzerinde duruyor (Butelca’nın burada özel olarak
neden yerli erkeklerden dem vurmadığını, bunun yerine, yerli erkeklerin
cinsiyetsizlik normunun gerisine neden fırlatılıp atıldıkları pek açık değil).
İlgili bölüm, Fransa’da sömürgecilik sonrası dönemde göçmenlerin yüzleştikleri
rahatsızlığı güçlü bir dille ortaya koyuyor. Yazara göre göçmenler, Fanon’un
ifadesiyle, sömürgeciliğin maniheizmi denilen tuzağa düşüyorlar. Buna göre,
göçmenler ya Fransız olmak ya da önceden belirlenmiş, ilkel yerli rolünü ifa
etmek zorundalar. Ama göçmenleri böylesi bir tercihle karşı karşıya bırakmada
sinsi bir hile söz konusu. Zira Fransa, her milletin ve kavmin içinde eridiği
bir pota değil, geleni yutan bir bataklık. Beyazlaştırılan göçmen, böylelikle
emperyalizmin suç ortağı hâline geliyor. Butelca, meseleyi büyük bir
yüreklilikle dile getiriyor: “Bu kitabı neden yazıyorum? Çünkü masum değilim.
Fransa’da yaşıyorum. Batı’da yaşıyorum ve ben beyazım.” İşte dekolonyalist bir
politik güç de ancak bu beyazlaştırma çabasındaki yanlışı görerek yola koyulmak
zorunda.
“Beyaz
İnsanlar”a dair yorumlarıyla yerli kadın ve erkeklere hitaben dile getirdiği
yorumlar arasında Butelca doğrudan “Hey siz Yahudiler” demektedir. Kullandığı
başlık, Fransız sömürgesi olduğu dönemde Cezayir’de mevcut olan sömürge
hukukunu ve toplumsal yapıyı akla getiriyor. Bu yapıda özgür beyaz efendiler en
üstte, sömürge yerliler en altta, (yerli) Yahudi Cezayirliler ortada duruyor.
Bu kesim belirli imtiyazlara sahip ve alt ile üst arasında tampon görevi
görüyor. Gelgelelim Butelca’ya göre beyazlar, Yahudiler ve yerlilerden oluşan
toplumsal ve politik kategoriler “modern tarihin birer ürünü”. Ama bu tasnif,
insanı rahatsız eden bir silme pratiği ortaya koyuyor. Oluşumları açısından net
ve belirgin olan beyazlık ve yerlilik, birer kategori olarak iktidar ve
egemenliğin özel bir toplumsal ve politik bileşiminden neşet ediyor. Yahudiler,
en önemli anlarda sömürgede oluşan bu bileşime hücum ediyorlar. 1685’te Fransız
sömürgelerinden kovulan Yahudilere 1870’te Fransız sömürgesi Cezayir’in kuzey
kısımlarında yurttaşlık bahşediliyor. Ama “güzel dönem” [la belle époque,
1871-1914] olarak anılan süreçte Yahudiler hainlikle suçlanıyorlar ve onların
Fransız milletinin şanına leke düşürdüğü iddia ediliyor. Bu noktada Butelca,
Abdulkebir Hatibi’nin “Arap denilen öz, İsrail’in varlığını önceler” sözünü
alıntılıyor. Bu söze benzer şekilde “Yahudi denilen öz de Fransız
sömürgeciliğini önceler” deniliyor. Bu gerçek, beyazlar ve yerliler kategorisi
arasına yerleştirildiklerinde, insan Yahudilerin unutulması riskiyle baş başa
kalıyor.
Eğer
Butelca’nın kimi yerlerde bu bileşime fazla bel bağladığını iddia ediyorsak,
onun kaleme aldığı polemiğin de söz konusu bileşimin var kıldığı ayrımları
silikleştirdiğini görmemiz gerekiyor. Yahudileri “yerli” olarak gören Butelca,
onların hem beyazlardan etkilendiklerini hem de onlar tarafından
dışlandıklarını söylüyor. Yahudiler, Avrupa’da hem şeytanileştiriliyor hem de
disipline ediliyorlar. Onlar, hem başkalarından mahrum bırakılıyorlar ama gene
de başkalarıyla kurdukları yakın ilişkileri muhafaza ediyorlar. Butelca, bir
yandan Yahudileri Fransız Cumhuriyeti’nin zımmileri olarak tarif ediyor
ve onların ulus devletin ihtiyaçlarını giderdiklerini söylüyor, bir yandan da
Senegalli askerlerin Batı emperyalizminin ihtiyaçlarını gördüklerinden
bahsediyor. Yazar, “Cumhuriyet’in zımmileri” sözüyle ülkenin üzerine
elinde tuttuğu oryantalist fırçayı vuruyor, Yahudilerin premodern, dindar ve
baskıcı olduğunu söylüyor, kurtulmuş ve özgürleşmiş oldukları iddia edilmesine
karşın onların Avrupa’da ifa ettikleri işlevsel rolün hiç değişmediğinden
bahsediyor. Senegalli askerlere dönüştürülen Yahudiler, sömürgeleştirilmiş
sömürgecilerdir. İmparatorluk, sınırları dışına elindeki zor aygıtlarını bu
sayede taşıyabilmektedir. Devrimin bedelini ödemesi gereken beyazlara sevgi
teklif edilirken, Yahudilere özsevgi teklif edilmektedir. Bu Yahudiler,
İsrail’in Nazilerin Yahudi kurbanlarını araçsallaştırmasına karşı çıkıyorlar ve
babaç Hristiyan Batı’nın zımmilerinin karşısına dikiliyorlar, ayrıca
Avrupalı ve Doğulu, seküler ve dindar Yahudiler arasında sonradan teşkil
edilmiş hiyerarşiyi zayıflatıyorlar.
Dolayısıyla,
Butelca’nın herkesi içeren bir vizyona sahip olduğunu söylemek gerek. Onun
iddiasına göre, mücadele, bağımsızlı mücadelesi esnasında Fransız ordusunda
askerlik yapmış yerli Cezayirlileri ifade eden Harkilerin çocuklarına
karşı yürütülecek. Butelca, bu sebeple Cumhuriyet’in zımmilerine ve
Senegalli askerlere benzerlikten bahsediyor. Özünde Yahudi Siyonistlerin
çocukları da dekolonizasyon kampına dâhil olmalı. Beyaz işçi sınıfı ile de
uğraşılmalı. Bu çaba, romantik bir hümanizm veya renk körü bir evrenselcilik
üzerinden ortaya konulmamalı. Dolayısıyla yerlilerin, dekolonizasyon için
gerekli gücün gelişimine kaçınılmaz olarak eşlik edecek olan milliyetçiliğin ve
ırkçılığın gerici hayaletleriyle mücadele etmek zorunda kalacakları görülmeli.
Son olarak yerliler, merkezde duran beyaz adamı imha etme noktasında yardıma
ihtiyaç duyan ırkçılık ve emperyalizm karşıtı beyazlara yardım etmeli. Özerklik
ve yakınlaşma arasında oluşan bu hassas denge, kimliği takıntı hâline getirmiş
bir kesişimsellik karikatürü ile sınıf temelli siyaset arasında sıkışıp kalmış
olan Amerikan solu için muazzam bir önermenin dile getirilmesini sağlıyor. Bu
denge sayesinde yerlilerin beyazların politik örgütlerini savunabilmeleri de
mümkün.
Butelca,
çalışmasının sonunda, Fransız laikliğine dair önemli bir eleştiri dile
getiriyor. Ona göre bu laiklik, devlet kaynaklı ırkçılıkla iç içe geçmiş.
İnancını yitirmiş olan beyaz insan, Tanrı’nın yerine laikliği koyuyor. Butelca,
Batı kültürünün açığa çıkarttığı hedonist ve tüketimci bireyi hizaya getirmek
için seküler olmayan geleneklerde bulunabilecek, çift anlamlara sahip bir
önerme üzerinde duruyor. Aydınlanma’yı görmüş olan Avrupa’nın yüzleştiği Yahudi
sorununu anımsatan Butelca, aydınlanmış beyaz Fransızlar nezdinde Müslüman
taşralıların bir tür muammayı ifade ettiğini söylüyor. Fransızlar, rasyonalite,
liberal demokrasi ve modernite konusunda eli bol olmasına karşın, Müslümanlar
hâlen daha premodern şeriata ve sünnete bağlı kalıyorlar. Sonuçta bu
Müslümanlar birer tehdit, zira onlar “Beyaz’ın Aklının yakasından kaçıp
kurtulan bir şeyler olduğunu biliyorlar.”
Muhtemelen
laik okurlar, Butelca’nın Tanrı ve Tek’e teslimiyetin devrimci potansiyeline
dair yürüttüğü samimi tartışma karşısında acı içerisinde kıvranacaklardır.
Böylesi bir tepki ortaya koymak suretiyle Laikler, dindarı ırkîleştiren ve
dışlayan laikliğin mevcut hegemonyasına teslim olduklarını ortaya koyuyorlar.
Kurtuluş teolojileri, Butelca’nın ifadesiyle kurtuluş ütopyaları, sadece
inancını yitirmiş beyaz insanı ve onun altına imza attığı şiddeti eleştiren,
maduna dair bilgiyi derinleştirmekle kalmayacak, ayrıca Küresel Güney’deki
insanlara, beyazlara, Yahudilere ve yerlilere alternatif gelecekler hayal
etmeleri için gerekli araçları temin edecektir. Butelca’nın kitabı, teselli
sunan ve aydınlatan niteliğiyle, kışkırtıcı bir niteliğe sahip. Kolektif kurtuluşu
arzulayan güçlü bir dekolonizasyon ittifakı inşa etmek için bizim başkalarını
dinleyecek sabra, meydan okuma konusunda sebata ve sömürgeden gelen bu kadının
çalışmasından bir şeyler öğrenecek tevazuya sahip olmamız gerekecektir.
Ben Ratskoff
5 Nisan 2018
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder