Dünya
harap hâlde. Her yanı alevler içinde, derme çatma evler, mülteci kampları her
yeri salmış. Dünyanın büyük bölümü, Milton Friedman, Friedrich von Hayek,
Margaret Thatcher ve Ronald Reagan gibi isimlerin hayal edip tasarladığı
biçimiyle, “piyasaların kontrolünde”. Kissinger ve Brzezinski gibi führerler,
on milyonlarca insanın canını feda etti, sırf milletlerin sosyalist hatta
komünist hayal ve arzularını gerçekleştirmeye çalışmalarına mani olmak için.
Bazı zalimler daha dürüstler: Henry Kissinger’ın bir keresinde, oradaki
insanlar sorumsuz diye bir ülkenin Marksist olmasına izin veremeyeceklerini
söylemişti. Aklında Şili vardı. Sonuçta binlerce insan öldürüldü.
Kendi
yollarında ilerlemelerine mani olmak için tüm ülkeler harap edildi. Bu sürece
Londra, New York, Washington, Paris ve “özgür dünya” denilen yerlerdeki diğer
merkezlerde yaşayan siyasetçiler, askerî stratejistler, istihbaratçılar ve
ekonomistler onay verdiler. Asya, Ortadoğu, Latin Amerika, Afrika, Okyanusya’da
yaşayan insanlar kontrol altına alındılar.
Batı’nın
zulme dayalı sistemi çoğunlukla “kusursuz”muş gibi görünür. Bir yere kadar bu
sistem, kurşungeçirmez bir zırha sahip gibidir.
Ama
Batı emperyalizminin tekerine birileri her zaman çomak sokar. Böylece onun
gezegeni bütünüyle kontrol altına alıp mahvetmesine izin verilmez. Bu çomağın
bir adı da Büyük Ekim Devrimi ve onun bıraktığı mirastır.
1917’den
beri, yani tam yüz yıldır bu “hayalet” musallat oluyor Avrupalı ve Kuzey
Amerikalı imparatorluklara: bu hayalet, enternasyonalizmi, eşitlikçiliği,
insanlığın büyük düşlerini sürekli fısıldayıp duruyor. İnsanların aynı hak ve
fırsatlara sahip olması gerektiğinden bahsediyor. Tek bir ırk ve tek bir
ekonomik dogma eliyle sömürülemeyeceğini söylüyor.
İşleri
yokuşa sürmek için bu kızıl ve iyimser hayalet, fısıldamaktan daha fazlasını
yapıyor. Aynı zamanda şarkı söylüyor, dans ediyor, devrimci şiirler okuyor,
bazen silâh alıyor eline, mazlumlar hatta deri rengine bakmaksızın tümüyle
ümitsiz hâlde olan insanlar için dövüşüyor.
Herkes,
bu hayaletin gerçekten de bir hayalet mi yoksa canlı bir varlık mı olduğunu
merak ediyor. Ki bu belirsizlik onu daha da korkunç kılıyor, en azından
zalimler ve emperyalistler için.
* * *
Batı’nın
ödü kopuyor! Her şeyi kontrol altına almaya çalışıyor. En gelişkin propaganda
sistemini devreye sokuyor, dogmalarını her yana kusuyor. O dogmaları sanata,
eğlenceye, haber bültenlerine, okul müfredatlarına, psikolojiye hatta
reklâmlara enjekte ediyor. Yalan söylüyor, gerçekleri çarpıtıyor, tarihi
kendince anlatıyor, uydurma gerçekler imal ediyor. Elindeki tüm araçları
kullanıyor. Böylece ideolojik savaş, eksiksiz yoluna devam ediyor.
Batı
İmparatorluğu ne yaparsa yapsın, o kızıl hayalet her yerde. Tüm dünyada
eğitimli, özel milyonlarca insana ilham vermeye devam ediyor. Dirençli. Asla
teslim olmuyor, dövüşmekten asla vazgeçmiyor, hatta bu kavga, umutların ve
düşlerin tümüyle yok edilmiş gibi göründüğü ülkelerde bile devam ediyor. Külden
başka bir şeyin kalmadığı yerlerde, en azından düşmana musallat olmayı biliyor.
Hem seçkinleri hem de oralara monte edilmiş emperyalist rejimleri korkutuyor.
Batı’daki
başkentlerde yaşayan birçok insan için bu kızıl hayalet en kötü düşmanken,
aşağılanmış, işgale uğramış, ezilmiş birçok ülke için sömürgeciliğe ve zulme
karşı kesintisiz mücadeleyi temsil ediyor. O direnişin, eğilmemenin, gururun ve
başka bir dünyaya olan inancın sembolü.
* * *
Emperyalistler,
bu hayalet ve temsil ettiği umut tümüyle yok edilmeden, yeryüzünden silinmeden,
yerin dibine gömülmeden nihai zafer ulaşamayacaklarını, tek bir kutlama bile
yapamayacaklarını iyi biliyorlar.
Güçlerini
kullanıp hayaleti ve dile getirdiği idealleri itibarsızlaştırmaya çalışıyorlar.
Soğuk renklerle takdim ediyorlar onu, insanların kafasını onu faşizmle,
nazizmle ilişkilendirmek suretiyle karıştırmak istiyorlar (oysa asıl faşist,
asıl nazi, yıllardır hatta yüzlerce yıldır bizatihi Batılı emperyalistlerin
kendileri.)
Komünist,
sosyalist veya sadece “bağımsız” olmaya cüret eden ülkelerde masum insanlara
zulmediyorlar, terörize ediyorlar, katlediyorlar. Bu sinsilikleriyle güç
durumdaki ulusların hükümetlerini savunma hâline mahkûm ediyorlar, onların
yurttaşlarını korumak için “olağanüstü tedbirler” almalarına neden oluyorlar.
Bu savunmacı tedbirler de Batı’daki propaganda mekanizması tarafından zalimlik,
dogmatizm ve “anti-demokratiklik” olarak takdim ediliyor.
İmparatorluğun
taktik ve stratejisi gayet net ve etkili: hayatını yaşamaya çalışan masum bir
insanı yumrukluyorlar, taciz ediyorlar, bezdiriyorlar. O “yeter” deyince,
yumrukla cevap vermek isteyince, hatta silâhlanınca, kilidi değiştirince, onu
saldırgan, paranoyak, toplum için tehlikeli biri olarak tarif ediyorlar.
Onların iddiasına göre bu dayak yiyen kişinin tavrı, kendilerine evin kapısını
kırma hakkı, onu dövme hakkı, yere yatırıp ona tecavüz etme hakkı ardından da
düşüncelerini ve hayat tarzını tümden değiştirmeye zorlama hakkı veriyor
kendilerine.
Devrimden
hemen sonra, bundan yüz yıl önce, Sovyetler Rus imparatorluğunun tüm
parçalarına ayrılma hakkı verdi. Her yerde demokratik reformlar
gerçekleştirildi. Çar yönetimine ait tüm feodal ve baskıcı yapıları bir gecede
çöktü. Ama genç ülke kısa sürede, aralarında İngiltere’nin, ABD’nin,
Fransa’nın, Polonya’nın, Çekoslovakya’nın, Romanya’nın ve Japonya’nın bulunduğu
bir grup ülkenin saldırısına uğradı. Bu acımasız saldırılar ve sabotaj amaçlı
harekâtlar, sovyet devletini radikalleştirdi, tıpkı sonrasında Küba’yı, Kuzey
Kore’yi, Nikaragua’yı, Vietnam’ı, Çin’i, Venezuela’yı ve daha birçok devrimci
ülkeyi radikalleştirdiği gibi.
Bu,
dünyayı yönetmenin gayet berbat, mide bulandırıcı ama hayli etkili bir yolu.
Doğrusu “işe yarıyor.” Uzun süre bu yol takip edildi, artık kimse şaşırmıyor.
Batı, yüzlerce yıldır dünyayı bu şekilde kontrol ve maniple ediyor, onu bu
yolla viraneye çeviriyor, buna karşın hiç ceza ile karşılaşmıyor, hatta “özgür”
ve “demokratik” olduğu için tebrik ediliyor, hatta o, bir de utanmadan, “insan
hakları” türünden klişelere bile başvuruyor.
Ama
en azından artık bir mücadele var.
Dünya,
eskiden beri Avrupa ve Kuzey Amerika’nın merhametine kalmış bir hâldeydi.
Ta
ki Büyük Ekim Sosyalist Devrimi’ne kadar!
* * *
Kısa
süre önce Büyük Ekim Sosyalist Devrimi isminde bir kitap kaleme aldım.
Çalışmada bu devrimin dünya ve enternasyonalizmin doğuşu üzerindeki etkilerine
değindim. Onu yazmaya mecburdum. Tüm o Sovyetler ve komünizm karşıtı propaganda
malzemelerini, köktenci zırvaları okuyup izlemekten gına gelmişti. Onlarca yıl
beyin yıkama amaçlı zırvalarla bombardımana maruz kalmaktan artık bıkmıştım.
160’tan
fazla ülkede, dünyanın her bir köşesinde çalışıp Batı’nın demokrasi ve
halkların iradeleri hilâfına, canilere has bir dürtüyle çalışmasına tanık
olduktan sonra doğduğum ülke ve şehirde, yüz yıl önce meydana gelen olaya dair
konumumu açıklamamın bir yükümlülük olduğunu düşündüm.
Bu
kitapla tam da bunu yaptım.
Bu,
kimilerinin “tarafsız” olarak niteleyebileceği bir kitap değil. Yığınla dipnot,
işe yaramaz alıntılarla dolu, insanı yoran akademik makalelere de hiç
benzemiyor. “Tarafsızlığa” inanmıyorum. Daha net bir ifadeyle, insanların
tarafsız olabileceklerini veya böyle olmayı amaçlamak zorunda olduklarını
düşünmüyorum. Öte yandan onların net ve dürüst olmaları gerektiğini, durdukları
yeri okurları aldatmadan tariflemelerinin şart olduğuna inanıyorum.
Bu
son kitabımda yaptığım tam da bu. Bir taraf tuttuğum açık. Devrimin benim için
ne ifade ettiğini net bir dille aktardım. Onun dünya genelinde işkence ve zulüm
gören yüz milyonlarca insan için ne tür bir anlama sahip olduğundan bahsettim.
Ona dair görüşlerin bazılarını alıntıladım.
Büyük
Ekim Sosyalist Devrimi, tabii ki kusursuz değildi. Bu dünyada hiçbir şey
kusursuz değil, öyle olmak gibi bir zorunluluk da yok. Kusursuzluk, insanı
ürküten, soğuk hatta hayal ettiğinizde bile alabildiğine sıkıcı bir şey.
Aksine
devrim, eski inançlardan, feodalizmden, körü körüne teslimiyetten, fiziksel,
entelektüel ve duygusal kölelikten insanları kurtarmak için kahramanca bir çaba
ortaya koydu. O, aynı zamanda tüm insanları ırklarına ve cinsiyetlerine
bakmaksızın, eşit birer varlık olarak tanımladı. Bunu zehirli elmayı bala
daldıran, o zehre hiç dokunmayan, ikiyüzlü “politik doğruculuk” adına yapmadı.
Meselenin özüne indi. Yepyeni bir dağarcık oluşturdu, dünyayı anladı ve tümüyle
yeni bir gerçeklik meydana getirdi.
Devrim,
daha iyi bir hayata dair inançlarını neredeyse yitirmiş olan yüz milyonlarca
insana yeniden umut aşıladı. Kölelerin yüreklerini cesaret ve gururla doldurdu.
Dünyayı tekrar tüm renklerine ve tonlarına kavuşturdu. Siyah beyaz, sahip
olanlar olmayanlar, ırk ve kültür açıdan muktedir olmaya yazgılı olanlar ve
hizmet etmeye yazgılı olanlar arasındaki ayrımı sildi.
Batı
ta başından itibaren nefret etti, bu kızıl devrimci hayaletten. Bu nefret
bugüne dek varlığını sürdürdü. Komünist Sovyetler Birliği kazanmış olsaydı,
sömürgecilik ve emperyalizm silinip gidecekti, bunu biliyorlar, bu sebeple
nefret ediyorlardı. Kazansaydı, artık ne yağma ne yıkım olacaktı. Irak, Libya,
Afganistan, Suriye harabeye dönmeyecekti. Kuzey Kore, İran, Venezuela ölüm
tehditleri almayacaktı. Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde ve daha birçok yerde
görüldüğü üzere, milyonlarca kadın, erkek ve çocuk, küresel kapitalizmin
sunağında kurban edilmeyecekti.
Hristiyanlık
sonrası dünyada tesis edilen ırkçı diktatörlükten geriye bir şey kalmayacaktı.
Tüm ülkelerin boğazına Avrupa ve Kuzey Amerika’da yaşayan bir avuç eşkıya
devlet eliyle eğilip bükülmüş “değerler” ve ikiyüzlü” kültür boca
edilmeyecekti.
Batı
Ekim Devrimi’yle ilk günden beri mücadele etti. Sovyetler tüm cephelerde
dövüştü. Batı onun kanını döktü, insanlarının beynini yıkadı, müttefiklerini
katletti. Nihayetinde Afganistan’da ölümcül darbeyi indirdi. İlkin Sovyetler
Birliği’nin ardından da Afganistan’ın kemiklerini kırdı.
Kısa
bir süre sonra beyin yıkama amaçlı, yenilenmiş olan o harekât başladı. Amacı,
Ekim Devrimi’nin o muhteşem mirasını tümüyle yok etmekti. Batı, bu iş için
milyarca doları gözünü kırpmadan harcadı, her türlü araca başvurdu.
500
yılı aşkın bir zamandır tüm dünyaya zulmeden ve onu yağmayanlardan, ona ait
“kültür”den ne tür bir “tarafsızlık” beklenebilir? Onların olaylar karşısında,
hareket ve ülke karşısında merhametli olmaları nasıl mümkün olabilir? O
hareketin ve ülkenin varlık amacıysa, dünyayı emperyalizmden ve sömürgecilikten
kurtarmak için mücadele etmek.
* * *
Bugün
yeni sömürgeci barbarlığa karşı mücadele devam ediyor ama artık başka bayraklar
altında. Kızıl komünist bayraklar Çin, Küba, Venezuela, Angola ve başka
ülkelerde hâlâ dalgalanıyor. Direniş başka renklere de sahip. Koalisyon geniş.
1917
devriminin milyarlarca insana bilinç ve bilinçaltı düzeyinde ilham verdiği net
bir biçimde görülmeli, asıl önemli olan bu.
Net
olarak görülmesi gereken bir diğer husus da Batı’nın hiçbir vakit kazanamamış
olması. Kazanmış olsaydı, korkudan tir tir titremezdi. Özgür düşünceyi ezmez,
demokratik yoldan, seçimle işbaşına gelmiş hükümetleri devirmez, o artık
canavara dönüşmüş küresel rejime karşı mücadele eden liderleri katletmezdi.
* * *
Dürüst
olmak gerekirse, “kızıl devrimci hayalet” aslında bir hayalet değil. O, hâlâ
alabildiğine kudretli bir varlık. Şimdilik gizleniyor, yeniden örgütleniyor,
bayraklarını tekrar göğe yükseltmek, tüm emperyalist zalimleri savaş sahasına
çekmek için hazırlık yapıyor.
Batı
bayılır barıştan bahsedip durmaya. O sever, dünyaya “barış” vaazları vermeye.
Oysa “barış” dedikleri, gerçekte zayıf, sefil, itaatkâr, köle insanların bir
yanda, dünyaya hükmeden bir avuç zengin ve kudretli ülkenin diğer yanda durduğu
o berbat statükodan başka bir şeyi ifade etmiyor.
Yerin
dibine batsın böylesi “barış”! Bu barış uzun ömürlü olamaz, olmamalı, zira
alabildiğine tuhaf, alabildiğine ahlâksız. Böylesi bir “barış”, kölelerin
çalıştığı çiftliklerdeki “barış”tan daha iyi değil.
Bu
statükoya sadece Ekim Devrimi son verdi. Gene verecek.
Kızıl
hayalet, o zalimlerin başına gene musallat oluyor. Onlar da o hayaleti
insanların umutlarından ve düşlerinden söküp atmak için uğraşıyorlar. Zalimler
ne kadar korkuyorsa, eylemlerinde o kadar gaddar oluyorlar. Boyun eğdirilmiş
ülkelerdeki halklar da o kadar çok kararlı hâle geliyorlar.
Petrograd’da
Aurora isimli savaş gemisinden Kışlık Saray’a yapılan ilk top atışının
üzerinden yüz yıl geçti.
Yüz
yıl oldu dünyanın gözlerini açıp yeni bir dünyanın mümkün olduğunu anlayalı.
Yüz
yıl geçmiş ve Ekim, Latin Amerika, Asya, Afrika ve başka yerlerde insanların
hâlâ dudaklarında.
Emperyalistler
acımasız ama toy. Bir insanı, bin insanı hatta milyonları öldürebilirsiniz. Ama
hayalleri öldüremezsiniz. Tüm insanlığı öldürmedikçe, insandaki cesareti de
öldüremezsiniz. İnsanları öldürseniz de onları sürekli birer köleye
dönüştüremezsiniz.
Ekim
Devrimi esnasında insanlar ayağa kalktılar. Doğruldular. Zincirlerini kırdılar.
Gene
ayağa kalkacaklar. Kalkıyorlar, dikkatle etrafınıza baksanız kâfi.
Son
yüz yıl içinde birçok şey değişti ama aynı zamanda hiçbir şey değişmedi.
Umutlar ve hayaller hâlâ aynı. O gün olduğu gibi bugün de adalet yoksa barış da
yok. Dünyamızın mevcut düzenlenmiş hâli dâhilinde adaletin tesis edilebilmesi
de zor bir ihtimal.
Yaşasın
Büyük Ekim Devrimi!
İleri!
Hugo Chavez’in balkondan bağırdığı gibi: “Burada bulunan kimse teslim olmaz!”
Ekim
Devrimi’nin o kızıl hayaleti burada. O alabildiğine kudretli. Tüm mazlumların
müttefiki. Bir gün insanları zafere götürecek. Buna şüphe yok.
Andre Vltchek
7 Kasım 2017
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder