“Siyah adam, zekâsı ve ağır işçiliği
üzerinden kendisini Avrupalının düşünce ve kültür düzeyine yükseltiyor, ama
kendi ırkından asla kurtulamıyor. […] İfademi maruz görün, ama Jean
Veneuse [Afrikalı bir yazarın romanında yer alan, kendinden nefret eden
karakter] katledilmesi gereken bir insandır. Biz, elimizden gelenin en iyisini
yapmalıyız.”
[Frantz Fanon -1952]
Bilen
öznenin önceliği, hem Frantz Fanon’un hem de Edward Said’in sömürgecilik
karşıtı projelerinde en yücede tutulan unsurdur. Said, ömrü boyunca savunduğu
projesini Fanon’un tuzağa dayalı psikoanalizi üzerine kurar. Bu tuzağa düşen
sömürge, Avrupalı’nın aşağılayıcı bakışları ile etkisiz kılınan tarih
dâhilinde, fail olarak tarih yapma iradesinden mahrum kalır. Ancak öte yandan
Said, insanı, dünyada geliştirilen edebiyatların bilinçli, sömürgecilik karşıtı
okumalarının daha dünyevî ve demokratik bağlamı dâhilinde, edebî hümanizmin
merkezine oturtur. Bizim de bunu yapabilmemiz için (dünya edebiyatı üzerine
belirli bir tahayyülü bulunan, ama öte yandan edebiyatın şaheserlerinin ve
insanların dâhil olduğu demokratik bir diyalektik değil, Avrupa hümanizminin bakış
açısından bakan) Goethe gibi Alman hümanistlerinin ötesine uzanan dünya
edebiyatına dair idrakimizi daha da artırmamız zorunludur. Goethe’nin izinden
giden David Damrosch’un da dile getirdiği biçimiyle, dünya edebiyatı, ulusal
edebiyatların “eliptik kırılım”ı[1] olarak okunmalıdır. Bu noktada dünya
edebiyatı, özgün diller ve kültürlerde üretilen çoksesli edebiyatların gelişkin
ve çeşitlilik arz eden çekirdeği üzerinden gelişen demokratik hareket değil,
kendine has bir gerçeklik olarak görülmelidir. Edebiyatın birincil momentinde
dünya edebiyatı “eliptik”leşmiştir. Batı’ya ve geriye kalan kısmına ait iktidar
temelli önermenin ötesinde, faillikteki özerklik tarzını bu edebiyat devreye
sokabilecek ve mümkün kılacaktır.
Dolayısıyla
ulusal ve ulusötesi edebiyatlar dünya sahnesine gireceklerse, önce bunların
özgün üretimlerine ait kozmopolit bağlamı dâhilinde kabul görmesi gerekir.
Dünya edebiyatına dair mevcut anlayışlardaki sorunlardan biri de bu
anlayışların edebi çalışmaları bu bağlam dışına çıkartma eğiliminde olması,
buradan da Said’in “hermenötiğin dünyeviliği” dediği veya Gayatri Spivak’ın
“edebi deyimsellik” olarak nitelediği şeye itibar etmemesidir.[2] Bu bağlam,
kurucu güçlerden herhangi birisine indirgenemeyen bir gerçekliktir. Son 1.400
yılda Müslüman ülkelerden neşet eden edebi çalışmalarda ise İslam, dünyeviliğin
ve deyimselliğin ayrılmaz parçası olsa da burada izah edici bir muhayyile
devrede değildir. Bugün Amerikan emperyalizminin merkezinde dar görüşlülüğe
mahkûm bir zafer çığırtkanlığı durmaktadır ve dar görüşlülük, yüzleştiği
kültürleri dost-düşman olarak niteleyen bir tür emperyalist atacılığa
(nativizme) evrilmiştir. Yerli kabul edilen kültürlerin emperyalizmin
atacılığıyla çatışma hâlinde olduğu düşünülmekte, bunlar çevreye ait unsurlar
olarak görülmektedir.[3]
Oryantalist
projenin ana başarısı, İslam ve Batı arasında sahte bir ikilik ve karşıtlık
ortaya koymasıdır. Bu ayrım da muhalif “İslam”ın damgasını vurduğu kültürlerin
söz konusu İslamî yaklaşımı kusursuz bir şeymiş gibi görmelerine neden
olmuştur. Tarihsel açıdan (sahip olduğu bir dizi bağlama ait kozmopolit bir
ürün olarak) İslam, “Müslüman toplumlar”ın ayrılmaz parçası olarak görülmüş ama
bu toplumlar, İslamî projeyi kimi zaman eksikli kabul etmişlerdir. Son iki yüz
yıl boyunca oryantalist proje, birçok yüze sahip olan bu toplumları İslam’la,
İslam’ı şeriatla eşitlemiştir. Kısmen Oryantalistlerin kendi dinlerinin
(çoğunlukla Hristiyanlığın) mütedeyyin ve bağnaz uygulamacıları olmasından,
kısmen de bunların hizmet ettikleri kapitalist modernitenin Hegelci tarzda
tarihin sonunu ilân etmesi sebebiyle bu isimler, inceledikleri kültürlerin
öğreti ve hukuk boyutlarına bakmışlar, çokkültürlü, çoksesli, sanatsal, edebi,
şiirsel, felsefî ve mistik boyutları gözardı etmişlerdir. Oryantalistler, bu
yönleri kendi varolma gerekçelerine tümüyle yabancı olan öğretisel ve hukukî
terimlerle anlamaya çalışmış, ötekiliğe dair yorumlara yabancı kalmış, hatta bu
yorumlara düşmanca yaklaşmışlardır.
Verdikleri
tarihsel hizmetler uyarınca Oryantalistler, bugün Beyaz efendileri adına
faaliyet yürütmektedirler. Bizim Müslüman ülkelerimizdeki yerli muhbirlerimiz
ise kararlı bir biçimde, Müslümanlardaki tarihsel ve günümüze ait çoksesliliği
İslam’a dair özcü anlayışa kapatmakta, ardından da İslam’ı önemli bir dizi
işaret (Hz. Muhammed ve Kur’an) üzerinden özetlemekte, sonrasında ise
Peygamber’i, Kur’an’ı mahkûm etmekte veya alaya almakta, Batı ve Aydınlanma
merkezli modernitenin üstün olduğu düşünülen iktidarına yaranmak adına,
Müslümanları yerin dibine sokmaya çalışmaktadırlar. ABD’de yaşayan, toplam
nüfusun yüzde üçünü teşkil eden, on milyonu aşkın Müslüman ve Avrupa’da ikamet
eden, yirmi milyonu aşan Müslüman (toplam nüfusun yüzde beşi) bu süreçte ana hedeftir,
dünyada yaşayan bir buçuk milyar nüfus ise ikincil hedeftir. Bu aşamada Avrupa
ve ABD, ırkçı ve emperyalist dış politikalarını devreye sokmaktadır. Hz.
Muhammed ve Kur’an ile ilgili olarak çekilen her filmde, yazılan her romanda
veya çekilen her belgeselde gururla eski Müslüman olduğunu söyleyen muhbirler
Peygamber’i alaya almakta, Kur’an’ı küçümsemektedirler. Bunların beyaz
seyircilerine sattıklarının Müslüman toplumlarındaki gerçeklerle hiçbir alakası
bulunmamaktadır. Bu insanlar, birkaç imal edilmiş ikonaya indirgenmiş bir
Müslüman düşman yaratmakta, tonlarca bomba atmadan önce medenileştiricilik
görevlerinin yüce olduğunu iddia etmek suretiyle, Müslümanları insanlıkdışı
koşullara maruz bırakıp onlara boyun eğdirmektedirler.
Bu
yerli muhbirliğin en güzel örneği, kendisini “İbn-i Varrak” olarak adlandıran
kişidir.
Kendinden
Nefret Eden Müslüman Kimliğinin İmal Edilmesi
Yakından
bakıldığında İbn-i Varrak isimli bu yerli muhbirin kendi ülkesinin faydasına
olacak bir dizi özelliği bünyesinde bir araya getirdiği görülecektir. Müslüman
bir toplumda dünyaya gelmiş ama doğduğu koşullara ve yetiştirme tarzına karşı
nefret yüklü olan İbn-i Varrak, kendinden nefret eden kişiliği gayet iyi
resmeden bir örnektir. Anlatıldığı kadarıyla bu kişi Pakistanlıdır, Batı
aydınlanmasının kucağına koşmuştur ve bugün Kuzey Amerika veya Batı Avrupa’da
yaşamaktadır. Katil bir dine ait illetleri o dine bir zamanlar bağlı olan bir
kişiden daha iyi kim ortaya koyabilirdi ki? İbn-i Varrak, kendinden nefret eden
ve kendisine zulmeden bir insana dair güzel bir örnektir. O, kendi dininden
tiksinen bir Müslümandır, kendi nefretinin nesnesidir. Varrak, ırkçı
Amerikalıların ve Avrupalıların hayranlığını kazanmaktan zevk duyan bir
isimdir, zira Batı’daki Müslüman nefreti onda cisimleşmiş ve o nefret Varrak’ta
dil bulmuştur. Bir kişinin kendisini hiç acımadan kırbaçlaması gerçekten de
üzüntü vericidir.
İnsanın
kendi nefretine ait öznesini ve nesnesini bir biçimde etkileyen duygu olarak
otofobi (yalnız kalma korkusu) üzerinden bir kişi, kendisini müstear isimle
takdim ettiğinde daha karmaşık bir karakter sergiler. Varrak’ın uydurma bir
isim olmasının sebebi, kimliğini açık etmesinin hayatını tehlikeye sokacak
olmasıdır güya. Bence bu yalandan ibarettir, zira Batı’da canları asıl
tehlikede olanlar, Amerikan imparatorluğunun ve Avrupa ırkçılığının yaptığı
zulümleri açıktan eleştirenlerdir. Aksine bu zulümleri destekleyenler
ödüllendirilmekte, göklere çıkartılmakta ve kitapları rafları süslemektedir.
Varrak’ın
en önemli özelliği, anonimliğidir. Ölüm korkusu yüzünden kimliğini saklayan bu
kişi, açıkladığı gerçekler yüzünden Müslümanların kendisini öldüreceğini
söylemektedir. Böylelikle başının etrafına hale kondurmakta gayet başarılıdır.
Bugün herhangi bir kişi Varrak’ın kendisi olduğunu iddia edebilir. Ama bu
iddianın doğru olup olmadığından emin olmak asla mümkün değildir. Ama söylemek
gerek ki hepimiz aslında bu adamı tanıyoruz, o bir dolandırıcı, şöhret kazanıp
bir kişilik yaratarak menfaat elde etmeye çalışan bir fırsatçı. Bence Varrak,
kendisine atfedilen kitapların, makalelerin ve mülâkatların yazarı olarak
anonim kalmaya çalışan, saklanarak kepazeliğini ortaya koyan bir utanç,
sahtelik, bir endüstri, robot, hologram ve yerli bir muhbirdir. Bugün biri
çıkıp Varrak olduğunu söylese kendisine “İbn-i Varrak” diyen bir karakterde
giderek sarpa sarmış, düğümlenmiş bir anonimlik meselesini çözmek şöyle dursun
daha da karmaşıklaştıracaktır. Düşüncelerimi daha yalın bir dille ifade etmem
gerekirse: (1) İbn-i Varrak bir ekibin veya iş kolunun işleyişi için uydurulmuş
bir müstear isim değil tek bir kişidir; (2) bu konuda net bir bilgimiz olmasa
da erkektir, o nedenle onu maskülen zamirle anacağım (bu nedenle istemeden de
olsa onu insanileştireceğim) zira bir nesne veya dişil de olması mümkünse de
dilbilgisi kuralları gereği yazarken bir cinsiyet tercihinde bulunmak
zorundayım.
Bu
imal edilmiş anonimliğin ulaştığı sonuçlar şunlar: (1) İbn-i Varrak’ın
düşünceleri devrimci ve tehlikelidir ve (2) Müslümanlar bu düşünceleri duymaya
hazır değiller, bulsalar bu kişiyi bir kaşık suda boğacaklar. Wall Street
Journal gazetesi Varrak’a (Eylül 2003’te Edward Said’in ölümü vesilesiyle)
yazı sipariş ediyor ve bu yazının başına Varrak’ın “kendisini ve ailesini
İslamcılardan korumak için” müstear isim kullandığını söylüyor.[4] Böylece
gazetenin yayın yönetmeni İslam ve Müslümanlarda cinayet işlemeye meyilli bir
yan olduğuna dair kanaatini dillendirme fırsatı buluyor. (Tabii şunu da
belirtmekte fayda var: ABD emperyalizmi ve İsrail sömürgeciliğini eleştirenler
ve aileleri güvende yaşama imkânına sahipler ve her türlü saldırıdan uzak
kalabiliyorlar![5])
Varrak’ın
çevirdiği dolabın Arapça, Farsça, Urduca, Türkçe olarak, üstelik kendi
isimleriyle, kendi dinleri ve kültürlerindeki zulümleri cesaretle ve empati
kurarak yazan yığınla Müslüman olduğu gerçeğini örtbas ettiğini görmek gerek.
Tarih boyunca diğer tüm toplumlar gibi Müslüman toplumlar da bir dizi ağır
sorunla yüzleştiler. O uzun ve çalkantılı tarih boyunca Müslümanlar, kendi
kanaatleri ve eğilimleri temelinde, farklı tarikatlara ve hiziplere bölündüler.
Tıpkı Yahudiler, Hristiyanlar ve Hindular gibi onlar da ezelden beri
birbirlerini boğazladılar. Fakihler kelamcılara, kelamcılar felsefecilere,
felsefeciler mutasavvıflara, devrimciler idarecilere, radikaller liberallere,
liberaller de muhafazakârlara saldırıp durdu. Tüm toplumlar, zamanın ve olayların
sonucuna göre hareket edip ayrışan, organik birer bütün. Dolayısıyla sadece
Müslüman toplumlarına işaret eden, bazen onlara yabancı hatta kimi zaman düşman
olan kitleye, bir döneğe yakışır şekilde, Müslümanları karalayan, mevcut
sorunları ortadan kaldırmak şöyle dursun onları ele alarak derinleştiren, Kuzey
Amerika ve Batı Avrupa’daki Müslüman cemaatleri yurtdışına sürecek kadar ağır
meseleleri iyice ağırlaştıran Varrak’ın asıl amacı, ırkçı Avrupalıları ve
Amerikalıları bu yeni göç dalgasını hakir görme noktasında kışkırtmak ve onlara
yardım etmek. Bu göç hareketinin o ırkçıların sahillerine eski sömürgelerden
yeni bir renkli dalgayı taşıdığı açık.
Âlim
bir hikâye anlatıcısının sesine sahip olarak soyut bir güce kavuşmasını
sağlayan bu otofobi ve anonimle Varrak, özünde kendi kuruntularında boğulan bir
megalomani vakası. O, dininin ilkelerini sorgulama cesareti göstermiş ilk
seküler Müslüman aydınmış gibi pazarlamayı iyi biliyor kendisini. 2001’deki
mülâkatında Avustralya’daki bir radyoya şunları söylüyor:
“Stephen Crittenden:
Tüm söylediklerinden, İslam’ın belki de Batı tarafından eskiden kilisenin
geçtiği türden bir Reform sürecinden geçmesinin mümkün olduğunu anlıyorum.
İbn-i
Varrak: Kesinlikle. Tam bu nedenle daha önce birkaç kez
dillendirdiğim biçimiyle, İslam’da Reform sürecine tanık olunmadı diye her ay
hayıflanıp duran The Times’ın benim kitaplarımı görmemesi gerçekten de
mantığa aykırı bir durum. Eğer öyleyse, bu Reform süreci nasıl açığa çıkacak
peki?
Stephen
Crittenden: Elbette bence de öyle, din tarihindeki en önemli
hikâyelerden birinden bahsediyoruz sonuçta.
İbn-i
Varrak: Haklısın. Biraz megalomanyakça gelebilir söylediklerim ama
sonuçta bu Reform süreci de bir yerden başlamak zorunda.”[6]
Karşımızda
esasen megalomanyak olduğunun bilincinde olan, kendi kuruntularında boğulmuş,
kuralı ispatlayacak şekilde, istisnai bir vaka olarak temsil konusunda
olağanüstü güçlere sahip olduğunu iddia eden yerli bir muhbir durmaktadır.
Bugünlerde İbn-i Varrak, dilediği konuda yığınla kitap kaleme almaktadır:
Kur’an’ın yazılma hikâyesi, bir karakter olarak Hz. Muhammed, ilk dönem
İslam’ın tarihi, Salman Rüşdi skandalı, İslam’da kadının yeri, İslam hukukunun
arkaik niteliği, İslam toplumlarında insan haklarının bulunmaması.[7]
Eleştirmenler, Varrak’a nispetle daha renkli kişilikler, zira bu kişiler onu
kendi dinini eleştiren ve Batı’yı savunan ilk Müslüman olarak yere göğe
sığdıramıyorlar.[8] Kamuoyunda yaygın olarak varolan, İslamî olana dair
cehaleti ve giderek daha az konuda daha çok şey bilen, artık halk nezdinde
hükmünü yitirmiş akademik söylemi avantaja çevirmeyi bilen Varrak, piyasayı
“seküler reformcu” olarak sattığı imzası altında yığınla kitapla doldurmuştur.
Öyle ya, kendisi İslam’ı reforma tabi tutmak için ilk adımı atan kişidir. Oysa
onun İslam’ın içinde mi yoksa dışında mı olduğunu kimse bilmemektedir. Burada
elbette yazar, Peygamber döneminden dinin her bir yönüne (Kur’an’ın ilahi
kökenine ve Hz. Muhammed’in mesajının kutsiyetine) dek her konuya itiraz
etmekte, onları sorgulamakta, hükümsüz kılmakta, yeniden yorumlamakta, karşı
yorum geliştirmekte, ıskartaya çıkartmakta ve yeniden içeriklendirmektedir.
Oysa Müslümanlar, Varrak’ın artık klişeleşmiş sözlerinden zaten haberdardırlar.
Sadece kendisinden bu kadar iğrenen, varlığından rahatsızlık duyan birini
muhtemelen daha önce görmemişlerdir. Öte yandan belirtmek gerekir ki bu
kendinden nefret etme ve megalomani, devamında bu yerli muhbirdeki anonimliğin
bekasını sağlayan soyut düğümü daha da çetrefilli hâle sokmaktadır.
Tüm
anlattıkları, süreçte Malcolm X’in “ev zencisi” tanımlamasını bile aşan, arsız
bir ırkçılığa evrilmektedir. Varrak’ın “Araplar” dediği şeye yönelik nefreti,
şu muhabbette görüldüğü üzere, özellikle karşısında Hristiyan bir muhatap
bulduğunda daha da azmaktadır:
“Stephen Crittenden:
İslam’ın asıl yüzleştiği sorunlardan biri, Arap kabilelerinden kök alması
mıdır? Hristiyanlık, ilk gününden beri tüm dünya insanlığını kucaklayan bir
din, Yahudilik de zamanla öyle olmak zorunda kaldı. İslam, belirli bir düzeyde
tüm dünyayı Arap kabilesine dönüştürme girişimi midir?
İbn-i
Varrak: Ah tabii ki öyle, politik İslam’ın gündemini bu mesele
teşkil ediyor. Ama genel anlamda İslam içerisinde İslam’ın kusursuz bir din
olduğunu, peygamberin son peygamber olduğunu, görevinin her Müslümanın bu dini
tüm insanlığa yaymasını sağlamak olduğunu söyleyen bir akım mevcut. Bunun kendi
içinde bir mantığı var ama ben bu türden önermeleri kabul etmediğim için bu
mantığı asla sahiplenmiyorum.[9]
[…] Neyse biz gene
çokkültürcülük meselesine dönelim. Aynı değerlere sahip değilsek, aynı hedefe
yürümüyorsak, sivil topluma sahip olmayı da umamayız, farklılıklarımıza vurguda
bulunmaya devam ettiğimiz sürece böylesi bir umudumuz olamaz. Ana değerlerde ortaklaşmak
zorundayız. Asıl önemli olan, bölücü bir nitelik arz eden çokkültürcülüğün
ötesine geçmek. Bu çokkültürcülük, Batı’nın sürekli sopa yemesinden başka bir
şeyi ifade etmiyor. Kiliseyle devletin ayrışması, liberalizm, demokrasi, aklın
değeri sorunları tartışma gibi değer verdiğimiz şeylere vurgu yapıp durduğumuz
sürece bir yere varamayız. Oysa bizim liderlerimiz çok büyük bir kusur
işlediler. İnsanları ayrıştırmak için çok fazla para döktüler. Bana göre bu
delilik. Yeni gelenlere, yeni göç edenlere o ülkenin dilini, örneğin Britanya,
Avustralya ve Amerika’da İngilizceyi öğretmek yerine Pencabi, Urduca veya
Hintçe dil öğrenimini teşvik etmek için tonla para harcıyorlar, bence bu
saçmalık. O geldikleri toplumun dilini konuşamadıkları sürece, bu insanların o
topluma entegre edilmesi ve onun bir parçası hâline gelmesi nasıl mümkün
olabilir?”[10]
Böylesi
bir kişinin bu kadar küstah ve kendi halkına karşı bu kadar ırkçı olmasını
sağlayan şey, mecazî düzeyde kendi kolektif kimliğinin yerine bireysel
karakterini koymasıdır. Açık ki bu adam kendinden nefret etmektedir. Onun
tahayyülüne göre, genelleştirilmiş “bir öteki”den, parçası olduğu şeyden nefret
etmek suretiyle o, her türlü cezadan muaf kalarak, kendisine yönelik nefretini
dillendirme imkânı bulabilmektedir.
Mazoşistlere
has bir zevkle kendisine yönelttiği bu ırkçılık, kendisini ifşa edip sahnelemek
için en geniş tanınırlığın peşinden koşmaktadır. Bu tanınırlık imkânına
kavuşmak adına İbn-i Varrak (diğer birçok komprador aydın gibi) öfkesini
hasımlarına şöhret kazandıran önemli bir aydın olarak Edward Said’e
yöneltmektedir. Said’in 25 Eylül 2003’te ölmesinden günler sonra, Wall
Street Journal Varrak’ın onunla ilgili görüşüne yer verdi. (Oysa ömrü
boyunca saklanan bu adamla gazete yayın yönetmenlerinin temas kurması oldukça
tuhaf bir durum.) “Müslüman öfkesinin öldüğüne dair fikrî argümanı bize veren
adam” gibi alımlı bir alt başlığa sahip yazısında Varrak, Said’le ilgili olarak
şunları söylüyordu:
“O Müslüman öfkesine dair
fikrî argümanı pratikte icat etmiş kişi olarak geçecek tarihe. Çok satan
manifestosu Şarkiyatçılık, Arap dünyasına mağdur bilimini takdim etti.
Araplar ve Müslümanlar nezdinde son dönemde kaleme alınmış en etkili kitap olan
Şarkiyatçılık, Müslüman dünyanın yüzleştiği hastalıklar konusunda Batı
tarihini ve akademi âlemini suçluyordu. Ona göre, Arap dünyası emperyalistler,
ırkçılar ve Siyonistler yüzünden büyüyememişti. İslamî köktencilik de Batı’nın
İslam’ı ta başından beri ezen bir şeytan olduğunu söylüyordu. Şarkiyatçılık
isimli bu eser, bu anlayışı göğe çıkarttı ve Batı’daki radikaller arasında
yaygın olan modaya dâhil etti, ayrıca edebi alanda Amerika karşıtlığını bir
güzel cilâladı.”[11]
Varrak’a
göre Said, “İslamcı terörizmin güçlü bir felsefî dayanağı olarak onun en etkili
yandaşı” olduğu için suçluydu. Varrak’ın ifadesiyle, Şarkiyatçılık çalışması
ise “akademisyenlik maskesi ardında yürütülen bir polemikten ibaretti.
Akademisyenler, ondaki tarih analizini süreç içerisinde çürütmüşlerdi.” Bunun
dışında Varrak şunları da söylüyordu: “Bay Said, gerçekleri sırf siyasetine
uysun diye eğip büktü. Örneğin ona göre Jane Austen’in Mansfield Park isimli
çalışmasında en önemli unsur, emperyalizmin kanlı parası olan Jamaika
şekerinden elde edilen gelirle geçinen kahramanı Fanny Price’tır.” Varrak,
devamında şunları söyledi:
“Onun yazılarında söze
dayalı imalar ve analoji, gerçeğin yerini alır ve çıkarımlarını doğrulayan
önermelerden habersiz olana tekrar güvence sunan bir aygıt gibi işler. Onun bu
tür cahil kişileri kendisi Amerikan üniversitelerinde yıllar içerisinde çok sayıda
bulduğuna hiç şüphe yoktur. Eserleri solcuların ilgisini çekmişse de onlar,
yirminci yüzyılın sonuna ait basit bir heves olarak algılanmalıdır. Tuhaf olan
şu ki nihayetinde Said, Batı için sahneye çıkmış, onun gözlerine bakarak
konuşmuş, konuşmalarını Batı’nın salonlarında, Batılıların alkışları için
yapmıştır.”[12]
Bu
alabildiğine cahillik üzerine kurulu Said okuması, onun düşüncelerini kasten
saptırma çabası, derin bir incelemeyi gerekli kılıyor, zira burada mesele tek
başına yerli muhbirlerin kendilerini Siyonist kitleye sevdirmek istemeleri
değil. Ama bir yandan da kendisini aynı kitleye sevdirme niyetinin Varrak,
Nefisi, Fuad Ajami gibi isimlerde önemli ve teşvik edici bir unsur olarak rol
oynadığını belirtmek gerek. Varrak’ın düşünceleri üzerindeki yaldızlı ambalajı
sabırla açmak ciddi bir mesele.
Bu
noktada bir cevap olarak, gösteri siyasetine bakmamız gerekecek. Yirminci
yüzyılın son kısmında ve yirmi birinci yüzyılın ilk on yılında yaşanan en
önemli ve en çarpıcı olaylarda hep İslam ve Müslümanlar vardı. Filistinlilerin
yüzyılın ortalarından itibaren mülksüzleştirilmesi, Hindistan’ın Müslüman ve
Hindu olarak bölünmesi, dünya genelinde Avrupalı güçlere karşı girişilen
sömürgecilik karşıtı hareketlerde Müslüman toplumlar küresel jeopolitiği
tanımlayan ana unsurlardı. İran’da yaşanan İslam Devrimi (1977-79) ve sekiz yıl
süren o kanlı İran-Irak Savaşı (1980-88) küresel jeopolitiğin son döneminin
kapılarını araladı. Bu dönemde petrol Hint Okyanusu’ndan, Umman Denizi’ne,
Basra Körfezi’nden Suriye’ye oradan da Kuzey Afrika’ya dek uzanan bölgenin
sahip olduğu önem dâhilinde ekonomi denilen faktörü tanımlayan ana unsurdu.
Sovyetler’in Afganistan’ı işgal etmesi (1978-88), Amerikalı rehineler krizi
(1979-80), Salman Rüşdi vakası (1989), Birinci Körfez Savaşı (1990-91), iki
İntifada’nın kıyımdan geçirilmesi (1987-93 ve 2000-03) ve Lübnan’ın birkaç kez
istila ve işgale maruz kalması (1982-2006) ile akıp gelen süreç, 11 Eylül’de ve
ardından yaşanan, ABD’nin Afganistan’ı (Ekim 2001) ve Irak’ı (Mart 2003) işgal
etmesiyle zirveye ulaştı. Yerli muhbirlerin tanınırlıkla ilgili bu giderilmesi
mümkün olmayan susuzlukları işte bu ortamın bir ürünü.
Söz
konusu gelişmelere 1967 tarihinde Guy Debord’un teşhis ettiği Gösteri
Toplumu denk düştü. Buna göre, meta fetişizmi küreselleşmiş kitle iletişim
araçlarının ve salgın hastalık gibi yayılan yabancılaşmanın hüküm sürdüğü çağa
evrildi ve gündelik hayatın mutlak biçimde görselleştirilmesi ile iyice her
yana nüfuz etti. Bu süreçte yerli muhbirlerin gerçekliğin karşısına bir tür
bunama hastalığı ile çıktıkları görülüyor. Bunlar, gerçekleri gösterilerin
sürüp gittiği bir sahnede görsel hayallerle aştıklarını düşünüyorlar. Bu
sahneye, kendinden nefret eden bir Müslüman çıkıyor ve dünya genelinde hâkim
olan yabancılaşmış zihinde kökleşmiş, İslam’a dair imaja dönüşüyor. Aşırı
öfkeli olan bu yerli muhbirler, tehlike arz eden İslam’ı en geniş manada
insanlığın düşmanı olarak takdim ediyorlar ve bir zamanlar davet ettikleri ve
yücelttikleri küresel nefrete dayalı müşterek ruh hâlini benimsiyorlar. Bu
zihinsel ruh göçü aracılığıyla yerli muhbirler, bir vakitler kendi
kişiliklerine ait olan ve artık nefret ettikleri din ve ırka dair müşterek
bilincin kendisi hâline geliyorlar.[13]
İslamofobi’nin
uç birer biçimi olarak Varrak ve Hirsi Ali, yerli muhbirlere güzel birer örnek.
Bu muhbirler, bir zamanlar içlerinde taşıdıkları, hedef aldıkları, kendi
kişiliklerinde somutladıkları ve artık kendilerine yabancı olan, nefretin
konusu hâline gelmiş bir soyutlamayı şeytan gibi kendi içlerinden defetmek
istiyorlar. Kurtulmak istedikleri, şey kendilerini yabancı olarak gören ahlâkî
psikozun ta kendisi. Bu nedenle aynı yerli muhbirler, kendilerini beyazlara has
nefretle tanımlıyorlar ama yaşamlarına devam edebilmek için bunlar, söz konusu
nefreti, gizli ve anonim olan “Ben”den uzakta, müşterek kimliğe yöneltiyorlar.
Bu kişilik, esasında hem kendinden nefret etme hem de kendini büyük görme
denilen paradoksa dair bir delil. Varrak ile Hirsi Ali arasında bir fark var
tabii. Ali’nin müşterek kimliğe yönelik nefreti, hayatıyla ilgili anlattığı
hikâyelerde soyut hâlde dile getirilip saklanırken, Varrak’taki nefret, Edward
Said gibi bir isme odaklanıyor. Bu noktada Varrak, karakter suikastine
girişiyor. Tam da korktuğunu söylediği suçu işliyor aslında. O, özünde haset
ettiği, imrendiği ama nefret ettiğini söylediği kişiyi katlediyor.
Varrak,
kendi bedenine yapılmasından korktuğu şeyi yapıyor Said’e. Bu, aslında yerli
muhbirde görülen ölüm arzusu, zira olumsuz yönden o, kendisini Said’le
özdeşleştiriyor ama ona suikast tertipliyor (üstelik zaten ölmüşken). Varrak’ın
derdi, kendi kendisini ortadan kaldırdığı momentte ünlü ve önemli olabilmek ki
bu, Martin Scorses’nin Taksi Şoförü (1976) filminde psikoz hastası
Travis Bickle’da (Robert DeNiro) net biçimde gördüğümüz bir patoloji. Bilindiği
üzere, Bickle herkesin tanıdığı Senatör Palantine’i öldürerek herkesin bildiği
bir kişi hâline gelebileceğini düşünüyor. Psikoza bağlı olarak, otofobi ve
anonimlik ayrıca kendinden nefret etme ile megalomani arasında yaşadığı
salınımlarla Travis Bickle, İbn-i Varrak’ı önceden haber veriyor.
Hamid Dabaşi
[Kaynak:
Brown Skin, White Masks, PlutoPress, 2011, s. 84-93.]
Dipnotlar:
[1] Bkz. David Damrosch, What is World Literature (Princeton, NJ:
Princeton University Press, 2003) s. 283-4.
[2]
Bu iki kavrama ait ayrıntılar için bkz. Edward Said, The World, the Text,
and the Critic (Cambridge, MA: Harvard University Press, 1983); ve Gayatri
Chakravorty Spivak, Death of a Discipline (New York, NY: Columbia
University Press, 2005).
[3]
Amerika’ya has muzaffer nativizm ile ilgili değerlendirmelerim için şu makaleme
bakılabilir: “American Empire: The Triumph of Triumphalism”, Unbound:
Harvard Journal of the Legal Left, Cilt. 4; s. 82, 2008.
[4]
The Wall Street Journal, 29 Eylül 2003.
[5]
ABD ve İsrail’in masum insanlara saldırdığı terör faaliyetine dair kaleme
aldığım yazılar ve yaptığım konuşmalara dair yazılarla alakalı kısa bir
değerlendirme için bkz. “Forget the Reds under the Bed, there are Arabs in the
Attic”, Times Higher Education Supplement, 17 Ekim 2003. Saldırılara
daha kapsamlı bir anlatım dâhilinde, Amerika İmparatorluğu’nun paçalarının
tutuştuğunu veya İsrail’in ırkçı bir ırk ayrımcısı devlet olduğunu söylemenin
cesaret verici olduğunu söylemek gerçekten rahatsız edici. Terörün asıl failleri
eylemlerini gururla anlatıyorlar ve Makkartici uygulamalara dair bol miktarda
kanıt sunuyorlar zaten. Örneğin bkz. David Horowitz, The Professors: The 101
Most Dangerous Academics in America (Washington, DC: Regnery, 2007).
[6]
10 Ekim 2001 tarihinde Dini Rapor: Ulusal Radyo ile yapılan röportajdan. Erişim
tarihi: 24 Aralık 2008.
[7]
Beş kitap çıktı karşıma. Ibn Warraq, Why I Am Not a Muslim (Portland,
OR: Prometheus Books, 1995); Ibn Warraq, The Origin of the Koran: Classics
Essays on Islam's Holy Book (Portland, OR: Prometheus Books, 1998); Yayına
Hz.: Ibn Warraq, The Quest for the Historical Muhammad (Portland, OR:
Prometheus Books, 2000); Yayına Hz.: Ibn Warraq, What the Koran Really Says:
Language, Text, and Commentary (Portland: Prometheus Books, 2002); Yayına
Hz.: Ibn Warraq, Leaving Islam: Apostates Speak Out (Portland, OR:
Prometheus Books, 2003). Varrak’ın çok sayıda makalesi, denemesi, mülâkatı var.
Bu da muhtemelen birden fazla Varrak olduğunun kanıtı.
[8]
Örneğin bkz. Jamie Glazov, “Defending the West”, FrontPage Magazine.com, 24 Aralık 2008.
[9]
10 Ekim 2001 tarihinde Dini Rapor: Ulusal Radyo ile yapılan röportajdan. Erişim
tarihi: 24 Aralık 2008.
[10]
The Religion Report: Radio National.
[11]
The Wall Street Journal, 29 Eylül 2003. Artık Varrak, Said’e yönelik
nefretini bir kitapla taçlandırmış durumda: Defending the West: A Critique
of Edward Said's Orientalism (Portland, OR: Prometheus Books, 2007).
[12]
The Wall Street Journal, 29 Eylül 2003.
[13]
Kendinden nefretin herkesin gözü önünde sergilendiği bir başka örnek de Azar
Nefisi’nin ikinci hatıratı Things I've Been Silent About: Memories (New
York: Random House, 2008). Yayıncıya göre bu kitapta Nefisi otoriter ve
kuruntulu annesine dair anılarla İslam Cumhuriyeti’ne dair anıları harmanlıyor.
Gene yayıncının dediğine göre yazarın aile sırlarını ifşa etme kararı, İslam
Cumhuriyeti karşıtı olmasının doğal bir sonucu. Bu kitap, muhtemelen kendinden
nefret etmeyi incelemek için muhteşem bir çalışma. Büyük olasılıkla Nefisi de
müşterek patolojilere sahip olmakla Varrak ve Hirsi Ali’nin yanına
iliştirilecek bir isim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder