Devrim öncesi Havana
Sovyetler’le
ilgili değerlendirmeler, daha çok Batı’nın iktisat, siyaset ve sosyolojisi
ekseninde yapılıyor. Örneğin geçmişte dinlediğim, Sovyetler’e eğitim için giden
iki eski TKP’linin anlattığı hikâyeler bunun delili. Bu hikâyelerdeki ölçü,
kerteriz ve eksen, Batı.
Biri,
bir Kış günü Moskova dışında sisler içinden gelen Ortodoks ayinine tanık
oluyor. Diğeri, Ermenistan’da bir bara girerken, “içeride Türk olduğunuzu söylemeyin,
sorun çıkar” uyarısıyla yüzleştiğini söylüyor. İki eski komünist de Sovyetler’in
din ve millet meselelerini çözüme kavuşturmadığı üzerinden kara propaganda
yürütüyor. Bu kara propagandanın ölçütü, kerterizi ve ekseni, her yerde olduğu
gibi, liberalizm. Bu eski komünistler, dinden ve milletten kurtarsınlar diye
sosyalist olmuşlar.
Sovyetler’e
eğitime gönderilmiş eski bir TKP’linin anlattıklarından, oraları “yüksek
mühendis” sıfatıyla gezdiği anlaşılıyor. Sovyetler’in kendi mesleğine ve
mesleki ideolojisine yeterli ilgiyi göstermediği üzerinden dile getiriyor
eleştirisini. Sovyetler’i bu liberalleşmiş komünistler yıkıyor.
Söz
konusu yüksek mühendisi Sovyetler’de kolektif çiftliğe götürüyorlar. Bu
mühendis, biçerdöverde yapılacak küçük bir ayarlama ile daha fazla ürün
kaldırılabileceğini çiftçiye söylüyor, çiftçi de “o kadar ürüne kimin ihtiyacı
var ki?” cevabını veriyor. Üretimin toplumsallığına işaret eden çiftçi, üretimin
kapasitesinin kolektif olarak kararlaştırıldığını bilmeyen TKP’liye ders
veriyor. Hayata mühendislik denilen bileziğiyle bakan solcular, Gorbaçov’un teknolojiyi
yenileme ve canlandırma operasyonuna alkış tutan Kemal Okuyan gibi isimlerin
yanına koşuyorlar. Antikomünist liberaller, kendi derneklerini kuruyorlar.
Bugün
Ekim yıldönümünde Batı kaynaklı iktisat verilerine bakanlar, “Sovyetler
iktisadî açıdan başarısızdı” yalanına katkı sunuyorlar, üstelik bunlar,
kendilerine “Marksist” diyorlar. Bunların Marksistlikleri, Marx döneminde Kapital’i
Rusçaya çevirip, onu “kapitalizmin kaçınılmaz olarak gelişeceğine dair bir
ispat” olarak kullanmak isteyen liberallerin Marksistliklerine benziyor. Bir de
utanmadan, “asıl mesele liberalizmle mücadele” diyorlar. Bunu diyorlarsa korkun
ve bilin ki Marksistleri geniş meşrepleri uyarınca daha fazla
liberalleştirecekler.
Oysa
Batı’da az da olsa, Sovyetler’in iktisadî açıdan başarısız olmadığına dair
çalışmalar ortaya koyanlar da var, ama bizim solcu yayınevlerimiz, (Devyolculara
ait) Arkadaş Yayınevi örneğinde olduğu gibi, köşeyi dönmekle, çalıştırdıkları
işçileri, çevirmenleri sömürmekle, sendikalı olma iradesi gösteren işçileri
işten çıkartmakla meşgul olduklarından, bu tür çalışmaları Türkçeye
kazandırmayı hiç akıllarına getirmiyorlar. Batı’da Sovyetler’e küfreden ne
kadar çalışma varsa çevirip yayımlıyorlar. Küfretmeyene “solcu” bile
demiyorlar. Doksanlı yıllar, Sovyetler’e savrulan küfürle Batılı efendilerin
gözüne girme yarışı ile geçiyor.
Çoğunun
12 Eylül mahkemelerinde “devrimci değil gazeteciyiz” diyenler arasından çıkması
tabii ki tesadüf değil. Birçok farklı örgüt geleneği de palazlanmak için onlara
benzedi süreç içerisinde. “Ne Sovyet ne Çin” formülü, liberal bir Aydınlıkçı
hat üretti kaçınılmaz olarak. Bir devletin, diğeri sermayenin reorganizasyonuna
eklemlendi.
Arada
belirtmekte fayda var: o mahkemelerde “gazeteciyiz” diyenlere kızılmasının
bugün için bir anlamı yok, çünkü bugün içeri alınan, baskı gören her kişi, önce
meslekî formasyonu üzerinden savunuluyor. Sosyal medyayı, “avukatlara saldırı”,
“gazetecilik yargılanamaz!” gibi laflar süslüyor. “Maden işçilerine kalkan
eller kırılsın” diyen yok!
Özünde
Sovyet değerlendirmeleri, bugünde belirli pozisyonlarda olan küçük burjuvaların
elindeki avantajlar ve imkânlar ölçüsünde yapılıyor. Oraya ne vakit bakılsa,
kapitalizmin ilerleme düzeyinden başka bir şey görülmüyor. Özünde kendi
ülkesindeki imkânlar konuşuyor. Kimsenin bu hâli sorguladığına da tesadüf
edilmiyor. Herkes, Türkiye’den Sovyetler’e bakıyor, Türkiye’nin Batılı oluşuna
içten içe şükrediliyor.
* * *
12
Eylül sonrası bir devrimci, İsviçre’ye kaçıyor. Yoldaşına yazdığı mektupta, “bu
İsviçreliler komünizmi kurmuşlar, buraya gel” diyor. Temelde Sovyet analizleri,
Avrupa’ya gitmiş kişilerce yapılıyor ve Avrupa’ya daha adım attığınızda,
özellikle 1968 sonrası, Sovyetler’e küfretmeniz gerekiyor.
O
yüzden Ekim Devrimi sempozyumu, seçkinlerin dünyasına ait bir otelde
düzenleniyor. Elite World’lerinden Ekim’e ve Sovyetler’e bakıyorlar. Sosyal
medyalarından “açsanız, zenginleri yiyin” diyen varoş gençlerinin
yazılamalarını paylaşıyorlar, vicdanlarını temizliyorlar, ama öte yandan, o
zenginlerin dünyasına örgütlenmiş bir ideoloji ve siyaseti öneriyorlar. O
gençlerdeki öfkenin ne kadar aptalca olduğunu yine o gençlere öğretiyorlar,
işleri bu.
O
yüzden, eski asker ve Avrupalı Mehmet Yılmazer, “Devlet mülkiyeti ve merkezî
planlama hiçbir şey yapmadı mı, devasa işler yaptı, ama 1960’lara kadar” diyor.
Çelişkileri yönetecek elite akıllara ihtiyaç olduğundan bahsediyor. Bu
akıl, “sisteminin yarısı toplumsal artı değer üretti, yarısı onu yedi, biz
yedirmeyeceğiz”den başka bir şey söyleyemiyor. Restorasyona uğrayan örgütü
adına varoşların kurucu olmadığına işaret ediyor. O varoşları ve oradaki
hayatları kuran iradeye küfrediyor, o hayata karışmayı kendisine asla
yediremiyor.
Yıllar
önce o örgütü, bir emekçi mahallesindeki köy derneği ile piknik düzenliyor.
Örgüt, “Bizim borumuz ötecek, buranın sahibi biziz!” deyince, o köy derneğine
mensup gençlerden ağır bir dayak yiyorlar. “Yıkıcılar ama kurucular” demesinin,
“nitelikli işgücü”ne bakmasının sebebi burada. O varoşlardan nefret ediyorlar,
tiksiniyorlar. Özünde, “kentsel dönüşüm, soylulaşma” önce solun zihninde
başladı, bu görülmüyor.
Kapitalizmin
ilerlemesine dair bir serap, bir baş dönmesi hâkim bu solcularda. Sovyetler’i
buradan inceliyorlar. Sovyetler, söz konusu solcuların sinirini hoplatıyor,
midelerini bulandırıyor. Dolayısıyla, yirmi beş yıldır tek teorileri ve
siyasetleri “o tarihi nasıl sileriz” üzerine kurulu. Sempozyumlar,
ağalara-paşalara “biz bildiğiniz gibi değiliz” demek için. Sözler verilir,
imajlar çizilir, faça düzeltilir, sahaya çıkılır. Solun yaptığı bu.
Bu
süreçte belirleyici olanlarsa, Troçkistler. Herkesi içten içe, entrizmle kendilerine
benzeten Troçkistler, Sovyetler dağıldığında açığa kaç adet “tek ülke”
çıktığını saymaya kalksalar yorulurlar. “Ölen troçkist” sayısını “bir milyon”
olarak bulan Sungur Savran, demek ki intikam peşinde. Küçük burjuvanın
“sınıfsal” kinini örgütlemenin derdinde. Tek siyaseti bu.
Çünkü
küçük burjuva, ancak rekabeti ve mülkiyeti görebilir. Ancak “Sovyetler
kapitalizmle yarışamadığı için yenilmiştir” diyebilir. Oysa aynı zamanda
“Sovyetler’i Batı, özellikle uzay ve silâh sahasında, rekabete sürüklemek
suretiyle gardını düşürdü” diyen çalışmalar da mevcut. Bunlar görülmez,
bilinmez.
Kenan
Kalyon gibilerin “toplumsal devrim” dediği de bu rekabete ve mülkiyete dairdir.
“Kapitalizmin ilericiliği” ezberinin ürünü olan laflar sıralayanlar,
Sovyetler’i o mihenk taşına vurmakta asla beis görmezler. Onlar, kapitalizmin
solcularıdır. Avrupa’ya verilen sözler tabii ki yerine getirilmelidir. Çünkü
bunlar, doksanlı yılları Avrupa’dan, oranın ilerlemeyi ve devrimi getireceği
hülyası ile geçirmişlerdir. Bunun sonucunda örgüt şefleri, “çelişkileri
yönetmek”ten bahseder olmuşlardır.
Çelişkileri
yönetmekse, esasen yoksulun yıkıcı gücünü patronun kurucu iradesine peşkeş
çekmek, boyun eğdirmektir. Bu örgüt şefleri bunun için vardır.
Yukarıdaki
resim, Küba Devrimi öncesi Havana’da çekilmiştir. Kübalı devrimcilerin dediği
gibi, “Llano, yani şehir, burjuvadır”. Son on beş yılını içki, kıyafet
meseleleriyle geçirenlerin tek derdi, “biz o sefahat âlemlerine karşı değiliz”
diye bağırıp durmaktan ibarettir. Burjuvaziye lâyık solculuk, tek gaye budur.
Devrim öncesinin o sefahat âlemlerini dümdüz eden devrimci irade, bugün
gericidir.
Bu
yaklaşımın devrim gibi bir iradesi olamaz. Sempozyum, dillendirilmiş bir vaat,
verilmiş bir söz, muratsızlığın, dertsizliğin tezahürüdür. Solun ana programı,
proletere küfür üzerine kuruludur.
Eren Balkır
11 Kasım 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder