Pages

28 Kasım 2017

İnsan ve Mit


I

Günümüzde küresel krize dair yürütülen tüm fikrî incelemeler, hep bir ağızdan aynı sonuca ulaşmaktadırlar: Burjuva medeniyeti, mitten, imandan ve ümitten mahrum olmanın çilesini çekmektedir. Dile getirilen eksiklik, bu medeniyetin maruz kaldığı maddî iflasa ait bir ifadedir. Paradoksal biçimde rasyonalist tecrübe, insanlığı aklın geleceğe uzanacak bir yol sunamayacağına dair, tesellisi mümkün olmayan bir inanca sürüklemiştir. Rasyonalizm, sadece aklın itibarsızlaşmasına hizmet etmiştir. “Özgürlük fikrini öldüren demagoglardır” diyen Mussolini’ye karşılık, bizim rasyonalistlerin akılla ilgili fikri öldürdüklerini dile getirmemiz gerekmektedir. Akıl, burjuva medeniyetinin ruhundan eski mitlerden kalan her şeyi söküp atmıştır. Batılı insan, bir süre ölü tanrılarının sunağına Akıl ve Bilim’i yerleştirmiştir. Ama ne Akıl ne de Bilim bir mit olabilir. İkisinin insanda varolan ezel-ebede dönük ihtiyacı asla karşılayamaz. Akıl, itirazlarla karşılaşmış, insanlığa kendisinin yeterli olmadığını göstermiştir. En derindeki nefsi tatmin etme denilen o kıymetli fazilete bir tek mit sahiptir.

Akıl ve Bilim, eski dinlerin itibarını yok edip un ufak etmiştir. Hayatın anlamı ve değeriyle ilgili kitabında Eucken, bu çözülme sürecinin dayandığı mekanizmayı gayet yalın bir dille, doğru bir biçimde izah etmektedir.[1] Bilimin yarattığı şeyler, insanlığa bir güç hissi katmıştır. Önceden doğaüstünün karşısında ezilen insanlık, birden doğayı düzeltme ve kendine göre düzene sokma konusunda muazzam bir gücü hızla açığa çıkartmıştır. Bu hissiyat, eski metafiziğin köklerini insanlığın ruhundan söküp atmıştır.

Ama felsefenin tarif ettiği biçimiyle, insan metafizik bir hayvandır. O metafizik bir hayat anlayışına sahip değilse, üretken bir biçimde yaşayamaz. İnsanı tarihte hareket ettiren, mittir. Mit olmaksızın, insanlık tarihi bir tarih anlayışına sahip olamazdı. Tarih, yüce bir imanla, insanı aşan bir ümitle aydınlanmış, bu imana ve ümide sahip insanlarca yapılır, bunlara sahip olmayanlarsa, oynanan oyunda isimleri bilinmeyen kişilerin oluşturduğu koroya dâhildirler. Burjuva medeniyetinin krizi, onun mitsiz olduğu anlaşıldığı ânda daha da belirgin biçimde görülmeye başlanmıştır. Bir zamanlar pozitivist olduğu için gururla ortalıkta dolaşan, melankolik bir üslupla dinin ölümüne sürekli işaret eden Renan, bugün Avrupa medeniyetinin geleceği konusunda dut yemiş bülbüle dönmüştür. “Dindar insan bir gölgede yaşar” diyen Renan, devamında şu soruyu sorar: “Bizden sonra gelecek olan insanlar, hangi zemin üzerinde yaşayacaklar?”[2] Bu ümitsizlik yüklü soru, cevabını hâlen daha beklemektedir.

Burjuva medeniyeti şüphecilik bataklığına batmıştır. Savaş, özgürlük, demokrasi ve barış üzerine kurulu özgürlükçü devrim mitini yeniden canlandırmış gibi görünmektedir. Fakat kısa süre içerisinde burjuvazinin müttefikleri Versailles Konferansı’nda tüm bu unsurları kendi çıkarlarına ve kinine kurban etmişlerdir. Bu mitlerin ihya edilmesi, gene de Avrupa’da özgürlükçü devrimin gerçekleştirilmesine hizmet etmiştir. Orta Avrupa, Rusya ve Türkiye’de hâlen daha hüküm süren feodalizmin ve mutlakiyetçiliğin kalıntıları için ölüm fermanını imzalayan, o devrime müracaat etme arzusudur. Her şeyin ötesinde savaş, mitin değerli olduğunu canlı ve trajik sonuçlara yol açacak bir tarz dâhilinde bir kez daha ispatlamıştır. Zafere bir kez daha kapsamlı bir mitin imkânlarından faydalananlar ulaşmıştır.

II

Modern insanın acil ihtiyacı, mittir. Şüphecilikse bereketsiz ve meymenetsizdir, insanlığın bu bereketsizlikten memnun olması asla mümkün değildir. Savaş sonrasında bezmiş, kimi zaman güçsüz insanlarda gayet güçlü bir şekilde görülen inanma isteği, savaş öncesinde de epey yoğun ve hiçbir koşula bağlı olmadan taşınan bir istekti. Bu anlamda Henri Frank’in Sandığın Önünde Raks isimli şiiri, savaş öncesi dönemde edebiyatın içinde bulunduğu ruh hâlini en iyi yansıtan belge niteliğinde. Bu şiirde insanın yüzüne derin ve güçlü duygular çarpıveriyor. Şair, bizlere kendisindeki o derin, inanma isteğinden bahsediyor. Bir İsrailli olarak o, önce İsrail tanrısına olan imanıyla kendi ruhunu aydınlatmak istiyor. Ama bu çaba hiçbir sonuç vermiyor. İçinde yaşadığı dönemde ecdadının iman ettiği tanrının kelâmı kendisine tuhaf geliyor. Şair, o kelâmı zerre anlamıyor. Kendisinin oradaki mânâ karşısında sağır olduğunu söylüyor. Modern bir insan olarak Sina Çölü’nden gelen kelâm içinde hiçbir şey uyandırmıyor. Ölü bir dinin diriltilmesi asla mümkün değil zira. Üzerinde yirmi yüzyıldır birikmiş bir toprak var. İsrail, Tanrı’yı dünyaya teslim ettiği için öldü. Modern dünyanın sesi ise sadece akıl denilen, kurgusal ve her tarafı şüpheli bir mit öneriyor. Ama Henri Frank, bunu kabul etmiyor ve “aklın kâinatın ta kendisi olmadığını” söylüyor.

La raison sans Dieu c’est la chambre sans lampe.
[Tanrı’sız dünya, lambasız oda gibidir.]

Şair, Tanrı arayışına devam ediyor. Ezele ve ebede dair susuzluğunu acilen gidermek istiyor. Ama bu hac yolculuğu başarısızlıkla sonuçlanıyor. Çünkü hacımız, bu yolculuğu gündelik hayatın vesveseleriyle gerçekleştirmek istiyor.

Ah! sache franchement saisir de tout moment—
la fuyante fumée et le sue éphémère.

[Ah biliyorum cesaretle yakalamaya çalıştığımız ân
Uçup giden bir damla ter, ömrü kısa bir avuç duman.]

En sonunda şair, hakikatin ümitsizce taşınan bir heves olduğunu düşünüyor. “Hakikat dediğin, insanın içinde”, diyor sonra.

Si l’Arche est vide oú tu pensais trouver la loi,
rien n’est réel que ta danse.

[Kanunun olduğunu sandığın sandık eğer boş ise
O raksından gayrı her şey yalandır.]

III

Felsefeciler, bize şairlerin dillendirdiği gerçekliğe benzer bir gerçeklik takdim ederler. Günümüz felsefesi, pozitivizmin kurduğu o vasat binayı yıkıp viran etti. Aklın o yalın sınırları üzerindeki toprağı temizleyip iyice belirginleştirdi. Mite ve eyleme dair teoriler geliştirdi. Bu teorilere göre, mutlak bir gerçeklik arayışı faydasızdı. Bugünün gerçekliği, yarının gerçekliği değil. Gerçeklik, sadece belirli bir süre geçerli. Göreceli bir gerçekliğe razı gelmek zorunlu.

Ama bu görecelikçi dil, sıradan insanların anlamadığı, sırrına vâkıf olamadığı bir şey. Sıradan insanlar, her meselenin ince taraflarını anlamıyorlar. İnsanlık, mutlak ve yüce olduğuna inanmadığı bir gerçekliğin peşinden gitmek istemiyor. İmanın, mitin ve aksiyonun üstün olduğunu dile dolamak yetmiyor. Bizim bir iman, mit ve aksiyon önermemiz gerekiyor. Bu çürüyüp giden düzenin ruhuna yeniden can verecek o miti nereden bulacağız?

Burjuva medeniyetinin fikrî ve manevî açıdan düzensiz olan yapısını asıl rahatsız eden soru işte bu. Bazı ruhlar, Ortaçağ’ı ve Katolik idealleri yeniden tesis etme çabası içerisinde. Başkaları ise Rönesans’ı ve klasik dönemin ideallerine geri dönülsün diye uğraşıyor. Teorisyenlerinin sözlerine bakılacak olursa, faşizm Ortaçağ’a ve Katolikliğe has bir zihniyetle yüklü. Bu insanlar, Reform karşıtı hareketin ruhunu kendilerinin temsil ettiklerini düşünüyorlar ama öte yandan aynı insanlar, alabildiğine liberal olan bir fikriyat üzerinden, Millet denilen fikri ete kemiğe kavuşturma iddiasındalar. Anlaşıldığı kadarıyla, teori taklitçilik üzerinden geliştirdiği bir safsatayı icat etmenin hazzını yaşamakla yetiniyor. Oysa mitleri diriltme teşebbüslerinin hepsi başarısız olmaya mahkûm. Her dönem kendince bir dünya anlayışına sahip olmak ister. Ölü bir miti diriltmeye çalışmaktan daha kısır bir uğraş yoktur. Europe isimli dergide çıkan makalesinde Jean R. Bloch, bu konuya dair gerçeği dile getiriyor. Yazar, Chartres Katedrali’nde bizden ırak olan Ortaçağ’a ait o iman dolu muhteşem sesi işittiğini söylüyor. Ama bir uyarıda bulunuyor ve o sesin bugünün meselelerine ne kadar yabancı olduğundan bahsediyor. “Aynı imanın aynı mucizeyi tekrarlayabileceğini düşünmek delilik. Etrafınıza bir bakın: mucizeler yaratma becerisini haiz, yeni, faal bir mistisizm, bir yerlerde fukaranın gönlünü ümitle dolduruyor, şehitleri diriltiyor, dünyayı iyilik ve fazilet vaatleriyle birlikte dönüştürüyor. Onu bulduğunuzda, isimlendirdiğinizde ve vazifelendirdiğinizde kesinlikle aynı insan kalamazsınız.”

Ortega y Gasset de imanını yitirmiş ruhtan dem vuruyor, Romain Rolland ise “imanlı ruh”tan. Hangisi doğru? Bence her iki ruh da mevcut. Ortega y Gasset’in “imanını yitirmiş ruh”u çürümüş burjuva medeniyetinin ruhudur. Romain Roland’ın “imanlı ruh”u ise yeni medeniyetin kurucusudur. Ortega y Gasset, sadece günbatımını, alacakaranlığı görmektedir. Romain Rolland’ın gördüğü ise, şafak, gündoğumudur. Burjuvazi ve proletaryanın varlığını sürdürdüğü bu dönemde ikisini esas olarak ayıran unsur, mittir. Burjuvazinin artık miti yoktur. O kuşkucudur, imansızdır ve nihilisttir. Yeni doğmuş olan liberal mit ise fazla yaşlıdır. Proletaryanın da bir miti vardır: toplumsal devrim. Proletarya, tutkulu ve eylemli bir imanla, işte bu mit üzerinden harekete geçer. Burjuvazi miti inkâr, proletarya tasdik eder. Burjuva aydınlar, yöntemin, teorinin ve devrimci tekniğin rasyonalist eleştirisiyle kendilerini eğlendirip dururlar. Oysa bu, büyük bir yanlış anlamadan başka bir şey değildir! Devrimcilerin gücü, onlardaki bilimden değil, imandan, tutkudan ve iradeden kaynaklanır. O tümüyle dinî, mistik ve ruhanî bir güçtür. Ondaki güç, mitin gücüdür. Gandi ile ilgili makalemde dile getirdiğim üzere, devrimci coşku, özünde dinî bir duygudur.[3] Dinî dürtüler gökten yere inmişlerdir. Onlar kutsal değil, tümüyle insanî ve toplumsaldır.

Sosyalizmin dinî, mistik, metafizik niteliği, bir süre dile getirilmiş olan bir meseledir. Yirminci yüzyıl Fransız düşüncesinin en önemli temsilcilerinden biri olan Georges Sorel, Şiddet Üzerine Düşünceler isimli çalışmasında, dinle devrimci sosyalizm arasında analoji kurmuş, bu ilişkide önemli olanın çıraklık süreci, hazırlık aşamaları, hatta bireyin yeniden inşa süreci olduğunu söylemiştir. Bu ifa edilmesi gereken çok büyük bir görevdir. Fakat Bergson’un bize öğrettiği biçimiyle, din zihinsel hayatımızı tümüyle işgal etmez. Devrimci mitler de dinle birlikte benzer genişlikte bir alana sahiptirler. Sorel’in Renan’a atıfla aktardığı tespit şu yöndedir: sosyalistlerin dine dayalı imanları, onların her türden hayal kırıklığına karşı direnç geliştirmelerini sağlar. Sonuç vermeyen her tecrübeden sonra sosyalistler faaliyetlerine yeniden başlarlar. Çözüm henüz bulunmamıştır ama bulunacaktır. Sosyalistler hiçbir çözümün bulunmadığı fikrine asla kapılmazlar, sahip oldukları kudret de bu yaklaşımlarının bir ürünüdür.[4]

Mitin ve imanın zaruri olduğunu bize öğreten aynı felsefe, genelde modern zamanlara ait imanı ve miti anlayamamaktadır. Marx’a atıfla, budur “Felsefenin Sefaleti”. Meslekten aydın olanlar, imana uzanan yolu bulamazlar ama kitleler bulurlar. Sonrasında bu büyük başarıdan neşet edecek fikirleri sistemleştirmek de işte o felsefecilere düşecektir. Her yanı tel tel dökülen, çürümüşlüğün diyarı Roma’da felsefeciler Hristiyanlığın dilini anlayabilmişler miydi? He yönüyle çöküşte olan burjuva çağının felsefesini daha iyi bir gelecek beklememektedir.

José Carlos Mariátegui
Mundial

Lima
16 Ocak 1925
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Rudolf Christoph Eucken (5 Ocak 1846–15 Eylül 1926) Alman felsefeci ve yazardır.

[2] Ernest Renan, Feuilles détachées faisant suite aux Souvenirs d’enfance et de jeunesse, 2. Baskı (Paris: Calmann Lévy, 1892), s. 17-18.

[3] José Carlos Mariátegui, “Gandhi”, La escena contemporánea içinde, 14. Baskı (Lima: Biblioteca Amauta, 1987), s. 193–99. Türkçesi: İştirakî.

[4] Georges Sorel, Reflections on Violence (New York: Collier Books, 1950), s. 52.

25 Kasım 2017

Küba’da Devrimci Teyakkuz


[Castro’nun ABD’yi Guantanamo Konusunda Uyardığı Konuşma]

* * *

Kübalılar,

[…]

Harlem’in o mütevazı siyahları, bize hürmetle, misafirperverlikle ve nezaketle yaklaştılar. (Alkış ve Şarkılar)

[O sırada kalabalığın içinde bir bomba patlıyor –Ed.]

Ah gene şu küçük bomba; onun parasını kimlerin verdiğini herkes biliyor. Gene şu emperyalizmin bombalarından. Şu sözümü not edin: Yarın tüm gazeteler, “emperyalizmden söz ederken bomba patladı” diye yazacaklar. [Kalabalık dakikalarca alkışlıyor. Kitleyi sakinleştirmek için müzik çalınıyor –Ed.]

Ne kadar da çocuk bunlar böyle. Üzerinde “ABD yapımı” yazan 200 ilâ 500 kiloluk bombalar patlattıklarında, ellerine bir şey geçmeyecek. Napalm bombası da patlatsalar, tepemizde uçaklarını da uçursalar, hiçbir şey yapamayacaklar. Teslim olmak zorunda olan onlar. Sierra Maestra’yı alamadılar. Bu ufak tefek patlayıcıların arkasına saklanıp ilerleyebileceklerini mi sanıyorlar?

Eğer halk, bu kadar ufak bombalara direnmeye hazırsa, o halkı nasıl etkileyebilirler ki. Tepesine atom bombaları düşse bile halk direnişe hazırdır.

Emperyalistlerin attığı her bombanın parasıyla bizler 500 ev yapıyoruz. Bir yılda ürettikleri bombalarla biz üç kooperatif evi inşa ediyoruz. Her bombadan sonra Yankilere ait bir malikâneyi millileştiriyoruz. Emperyalistlerin her bir bombası karşılığında, yüz binlerce varillik petrolü rafine ediyoruz. Her bombaya karşılık insanımıza iş vereceğimiz bir fabrika kuruyoruz. Onların her bir bombasına karşılık bir kışlayı okula dönüştürüyoruz. Bombaya verilen parayla biz en az bin milisi silâhlandırıyoruz. (Alkışlar) Yoldaş Pani’nin güzel bir fikri var. Bu bombaya ithafen bir alay insanı emek sürecine sokalım. (Alkışlar)

Kolektif teyakkuz sistemi kuracağız, emperyalizmin etrafımızda nasıl dolaştıklarını göreceğiz. İyi temsil edilmeyen bir mahalle var mı, anlayacağız. Kolektif bir teyakkuz sistemi kuruyoruz, her blokta ne oluyor, kim ne yapıyor bileceğiz. Eğer bu emperyalizm uşakları, halkla uğraşmak zorunda olduğunu anlarlarsa, çok korkacaklardır. Her bir blokta devrimci teyakkuz komitesi kuracağız ki halk neler olup bittiğini anlasın.

Emperyalistler ve uşakları kımıldayamayacaklar bile. Halkla temas hâlindeler ve henüz halkın o muazzam devrimci gücünü bilmiyorlar. Bu nedenle milislerin örgütlenmesi noktasında yeni adımlar atılmak zorunda. Tüm Küba genelinde milis müfrezeleri oluşturulacak. Tek tek insanlar seçilecek ve onlara birer silâh teslim edilecek. Tüm milisler belirli bir yapıya kavuşturulacak, böylelikle mümkün olan en kısa sürede muharebe birliklerimiz kusursuz bir biçimde oluşturulup eğitilecek. Şurası çok açık: O vakit gelmeden önce, işleri iyice sıkı tutmaya çok da gerek yok. Endişelenmemizi gerektirecek bir durum yok. Bırakalım onlar endişelensin. Biz, sakinliğimizi koruyacak ve yürüyüşümüze devam edeceğiz. Bu, yolunu şaşırmadan, emin adımlarla yapılacak bir yürüyüştür.

Bu yolculuğumuzda, bu önemli yolculukta bizi asıl etkileyen hususlardan biri de emperyalizmin devrimci halkımıza olan nefreti, onun bugün ulaştığı histeri ve demoralizasyon düzeyi. Siz de gördünüz. Onlar, hâlâ Kübalıları nasıl suçlarız diye düşünüp duruyorlar, çünkü aslında bu emperyalistlerin bize verebilecekleri tek bir cevapları bile yok.

Gelgelelim bizim de devrimin emrettiği mücadeleyi eksiksiz bir bilinçle kucaklamamız gerekiyor. Hepimizin bilmesi gerek: bu, çok, çok uzun ve çok zor bir mücadele. (Alkışlar) Devrimimizin dünyadaki en güçlü imparatorlukla karşı karşıya olduğunu anlamamız şart. Tüm sömürgeci ve emperyalist ülkeler içerisinde Yanki emperyalizmi, diplomatik nüfuz ve askerî kaynaklar bakımından en güçlü devlet. Bu emperyalizm, daha olgun, daha deneyimli olan İngiliz emperyalizmine de benzemiyor, ABD emperyalizmi kibirli, barbar bir emperyalizm, birçok lideri mağaralarda yaşayan ilk insanların bile gıpta edecekleri kadar barbar kişiler. Dişlerinden zehir akıyor bunların. Bu, en saldırgan, en savaşçı ve en aptal emperyalizm.

Cephe hattındayız, küçük bir ülke, elindeki az sayıda ekonomik kaynakla bu cephe hattında egemenliği, kaderi ve hakları için cenk ediyor. Ülkemizin günümüzün en acımasız imparatorluğu ile karşı karşıya olduğunu eksiksiz bilince çıkartmamız lazım. Ayrıca emperyalizmin devrime mani olana, onu yok edene dek durmayacağını anlamamız gerekiyor. Emperyalizmin isyan eden kölelerden nefret eden köle sahipleri gibi, bizden nefret ettiği gerçeğini aklımızdan hiç çıkartmamalıyız. Biz de isyan etmiş kölelerdeki o öfke ve şiddetle savunacağız kendimizi.

Köle sahibinin isyan etmiş köleye yönelik nefretinden daha ağır ve sert bir şey yoktur. Bir de buna sadece burada değil, tüm dünyada çıkarlarının tehlikeye girmiş olmasını eklemek gerekir. Davamızı Birleşmiş Milletler gündemine taşıdık. Esasen bu dava Latin Amerika’nın, Afrika’nın, Ortadoğu’nun, Asya’nın, tüm azgelişmiş ülkelerin davasıdır. O, dünyanın geri kalan kısmına tatbik edilebilecek bir davadır. Azgelişmiş dünya da tekeller tarafından sömürülmektedir. Onlara tekellerin mülklerinin tazminat bile ödemeden millileştirilmesi gerektiğini söyledik. Diğer ülkelere “bizim yaptığımızı yapın, saldırıların kurbanı olmaya devam etmeyin” dedik.

[…]

Fidel Castro
29 Eylül 1960
Kaynak

24 Kasım 2017

Deniz Feneri

Solun elli yılı, devletin teknesinde karılmış bir kitleyi devrime, olmadı sosyalizme, o da olmadı, sosyal liberalizme ikna etmekle geçti. Bu tekneyle ilişkinin kendisi hiç mi hiç sorgulanmadı. İkna siyaseti, bireylere vurgu yapmak, kolektif dinamiklere kör bakmak ve onları köreltmek zorundaydı. Kaçınılmaz akıbet, bu körelmeyle alakalı.

Dolayısıyla, Boşnaklara ve kadına küfreden Rasim Ozan’ı, onun aynı küfürleri Denizlere ettiği bir dönemde, kendi sosyalist gençlik kampına çağıranları[1], o teknenin dışında görmemek gerek. Karma işlemi, biraz içeriden biraz da dışarıdan işliyor çünkü. Rasim’de bulunan hikmet, bu gerçekle bağlantılı.

Melih Pekdemir, “AKP, Atatürkçülüğü uhdesine alırken, Atatürkçüleri argümansız-talepsiz kılmak derdinde”[2] derken, bu işi resmi TKP kurup kendi dışındaki komünizm faaliyetlerini yasaklayan siyasetten, kendi ecdadından öğreniyor olmalı. Kendilerindeki halkçılık da bundan başka bir şey değil.

“Halkçılık, oklardan birisi, onu da biz yapıyoruz, başkasına gerek yok” diyenler, o yasağa uygun siyasete “solculuk” diyorlar.

Oysa 1971 yılında Kurtuluş Yayınları’ndan çıkan Türkiye’de Devrimci Mücadele ve Dev-Genç isimli belgede şu tespite yer veriliyordu:

“Görünüşte sol, özünde sağ pasifist politika, faşistlerin üniversite çevrelerinde örgütlenmelerine kolaylık sağladı. Tabiî bu lafta keskin palavracı pasifist küçük burjuva sosyalistleri, paçaları sıkışınca büyük bir gönül rahatlığıyla, ‘gerçek Atatürkçü gençlik biziz’ demekten de geri kalmıyorlardı.”[3]

Rasim Ozan’dan “1968 gençlik hareketi”ni öğrenenlerin bugüne devrettikleri miras, o tekneyle rabıtasını hiç kopartmadı. Başka bir yerde nefes alamayacağını düşündü, hep zaten alınan nefeslerle yol almaya çalıştı. O yüzden “işçi-emekçi” gazetelerinde, “ne sınıf savaşı, sevişin, sevişmekten daha devrimci bir şey mi var!” diyorlar.[4] Kapitalizmin üreme dışı cinselliği mutluluk hapı niyetine sattığı bir gerçeklikte konuşuyorlar. “Papaza kızıp oruç bozuyorlar”; “AKP feodalizmi”ne bakıp kapitalizme bağlanıyorlar.

Buradan evlerinde oturan laikleri sokağa dökebileceklerini düşünüyorlar, tek strateji, tek program bu. Laikliğin o teknenin ana harç malzemelerinden olduğunu onlar da biliyor. “Sınıfsız, imtiyazsız kitle” bölünmeden, kılına zarar gelmeden, hop diye, lappadanak, sosyalizme geçme hayalleri kuruyorlar. Bunu da burjuvaziden ödünç aldıkları celep sopasıyla yapacaklarını düşünüyorlar. Devlet, bunların ortalığa saldığı korkuyla büyüyor, teknenin içindekiler o sopayla karılıyor. Burjuvazi, bunların siyaseti karşısında ellerini ovuşturuyor.

“Şimdi de anti-emperyalizmi sizden öğrenecek değiliz” diyorlar. Mizahî bir dille parlamak niyetindeler. Ama bir yandan da AKP’ye bir tür anti-emperyalizm atfetmiş oluyorlar. Halkla, mücadele içerisinde oluşmuş kitleyle bir muhabbetleri kalmadığından, anti-emperyalizmi o kitlenin mizanına vurma gereği bile duymuyorlar. Sadece “anti-emperyalizm” diyerek, tekne sahiplerine hoş görünmeye, yaranmaya çalışıyorlar. Çocuklarını yurtdışında okutmak için yetiştirenler, buranın halkına küfretmeyi, onu alaya almayı “anti-emperyalizm” sosuna batırıyor.

Anti-emperyalizm, köy yollarına, Filistin yoluna, Zap Suyu’na, kampüsteki kavgaya açılan bir pratikti ve ol sebeple Deniz olundu. O Deniz’e küfredenlerden solculuk öğrenenlerin, bugün Michael Jackson şarkısını Kürtçe okuyanları alkışlamayı siyaset zannetmesi, zaten kaçınılmaz. “Kürt”, batılı bir imkân, uygar bir kapı, tatlı bir şeker, omza atılmış bir şal olmasa, yüzüne bile bakmazlar. Rasim Ozan Kütahyalı’da ne buldularsa, onda da aynı şeyi buluyorlardır, başka yolu yok.

Deniz’se kirli, onsuz olamayan dava, ağır yük. Elli yılın mirası bu. Şahısların akılsızlıkları, beceriksizlikleri ile alakalı değil. Sınıf mücadelesi, en genel anlamda davanın gerçek sahiplerini öne çıkarmadı diye böyle. Hep birileri gelip, onu uhdesine almış, kimseyi yaklaştırmamış, davanın alev topu gibi tarihi-toplumu yarıp geçmesine izin vermemiş. Bu yüzden o sınıf mücadelesi, dava sahiplerini öne çıkartacak korkusuyla, yükseltilmemiş. Kendinden menkul bir anti-emperyalizm, o davaya can vermeyen yoksullar, ezilenler olmadıkça, çocukları oyalayan, havada asılı bir ışıldak.

Deniz feneri ise başka bir yerde aranmalı. Tekneyi içeriden ve dışarıdan karıştıranları kerteriz almamalı. Ahmet Kaya’nın dediği gibi, “halk denizinde dalga olunmalı.”

Eren Balkır
24 Kasım 2017

Dipnotlar:
[1] “Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu 4. Uluslararası Yaz Kampı”, 2008, Blogcu.

[2] Melih Pekdemir, “Politikleşmiş İslam ve Apolitik Atatürkçülük”, 6 Kasım 2017, Birgün.

[3] Türkiye’de Devrimci Mücadele ve Dev-Genç (1965-1971), Kurtuluş Yayınları, s. 9.

[4] Cem Terzi, “Şahane Bir İnsan Hakkı Olarak Sevişmek”, 17 Kasım 2013, Evrensel.

22 Kasım 2017

Hariri’nin İstifası: LKP ile Mülâkat


Her mahallede, her sokakta Lübnan başbakanı Saad Hariri’nin resimleri asılı. Resmin üzerinde ise Arapça “hepimiz seninleyiz” yazılı.

Geçen hafta Hariri’nin Suudi Arabistan eliyle gerçekleşen, şoke edici istifası ile İran ve Hizbullah karşıtı sözlü saldırılar ülke içerisinde gerilime yol açtı ve İsrail’e saldırı için bir bahane sundu. Bu hafta tüm Lübnan, ülkenin egemenliğini savunmak adına birleşti, herkes, Hariri’yi yabancı bir gücün elindeki bir tutsak olarak görüyor ve onun Suudi Arabistan’dan dönmesini istiyor.

Ne Değişti, Neden Değişti?

Bağımsız araştırmacı ve Lübnan Komünist Partisi üyesi Jana Nakhal ile 16 Kasım günü bu gelişmeler üzerinden bir araya geldik.

“Hariri 4 Kasım günü Lübnan başbakanı olarak gittiği Suudi Arabistan’dan istifa edince herkes şoke oldu. İsrail’in bomba atması, suikastlar, her şey mümkün hâle geldi. Bugün herkes, Lübnan’ın uluslararası güçlerin çatışacağı bir merkez hâline gelmesinden endişeli.”

Lübnan’daki zaten yönetilmesi güç olan politik sistemin istikrarsızlaşması gayet kolay. 1925’te Fransız sömürgecilerin kurduğu sistem, hükümet görevlerini ve meclis içi dağılımı tayin ediyor, esas olarak da farklı dini gruplara dayanıyor. Hariri Sünnileri, Aoun Hizbullah’la müttefik olan Hristiyanları temsil ediyor.

Ancak Nasrallah ve Aoun, Hariri’ye her daim muhalif olmalarına karşın, onu Suudilere karşı destekledi, Lübnan’ın egemenliğini savundu ve Hariri’nin serbest bırakılmasını talep etti. Aoun, başbakan Lübnan’a dönüp açıklama yapmadıkça, onun istifasını kabul etmeyeceğini söyledi. Aoun ve Nasrallah, ilkeli bir milli birlik talep etti, bunun üzerine halk çağrıya uyup yürüyüşler düzenledi.

Nakhal’a göre, “tek çözüm gerilimin sonlandırılması. Herkes bu sayede rahatlayacaktır. Her konuda Hizbullah’ı suçlamaya hazır olan Hariri’nin Gelecek Hareketi çatışma içerisine girse bile, ülke içerisinde herhangi bir çatışmaya tanık olunmayacak. Krizi Suudiler yarattı ve onu Riyad kaynaklı bir diplomasi sorununa dönüştürdü.”

Ülkedeki Birlik İsrail’i Saldırmaktan Vazgeçiriyor

Nakhal’a göre, “ülkedeki birlik İsrail’i saldırmaktan vazgeçiriyor. Zira gruplar arasındaki kavgaları İsrail, her daim saldırı için bir bahane olarak kullanmıştı. Örneğin 2006’da İsrail işgaline karşı tüm ülke, Hizbullah ve diğer direniş örgütleri etrafında birleşti. 2006’da İsrail’in ancak içeriden yenilebileceğini anladık.”

Nakhal, devamında “bugün saldırı yaşanmayacağını, İsrail’in kendi ajandasına uygun olarak saldırmak istediğini” söylüyor.

Ama hâlâ bazı tehlikeler varlığını koruyor. Örneğin Suudi Arabistan’ın Lübnan’a ekonomik abluka veya ekonomik boykot tatbik etmesi mümkün. Bu da Suudi Arabistan’da çalışan ve her yıl ortalama 4,5 milyar doları ülkeye gönderen 350.000 Lübnanlının canını acıtacak bir gelişme.

Suudiler Lübnan’ın Egemenliğine Saldırıyor

Suudiler, Lübnan’ın içişlerine neden bu kadar pervasızca ve açıktan müdahale edip onu İran’la karşı karşıya gelmek için bu küçük ülkeyi bir savaş sahası hâline getirdiler?

Washington’ın petrol zengini Ortadoğu’daki en önemli müşterilerinden biri olan Suudi Arabistan, Lübnan’ı egemen bir devlet değil, kendi çıkarlarının bir uzantısı olarak görüyor. Riyad, uzun zamandır hem Suudi hem Lübnan vatandaşı olan, Suudi Arabistan’da iş yapan Hariri’yi Lübnan’daki “adamı” olarak görüyor. Suudiler, Hariri geçen yıl Aoun ve Hizbullah’la koalisyon hükümeti kurduğunda çok kızdı, oysa 13 yıl içerisinde ulusal bütçe oluşturma ve ülkeye istikrar getirme imkânı bulan ilk hükümet bu hükümetti.

Lübnan ve İran arasında ilişkilerin ısındığına ve politik bir anlaşmanın tesis edildiğine dair son dönemde yaşanan gelişmeler Riyad’ı öfkelendirmeye yetti. Bunun üzerine Riyad, Hariri’yi ayağına çağırıp ondan istifa etmesini istedi.

23 Ağustos günü Hariri, İranlı yetkililere, Lübnan’ın karşı karşıya olduğu iki ana tehdidin, Suudilerin tespit ettiği gibi, Hizbullah ve İran değil, “İsrail ve terörizm” olduğunu söyledi.

3 Kasım günü Hariri, sonrasında Lübnan-İran ilişkilerinin “gayet iyi” olduğunu söyleyecek olan İranlı üst düzey danışman Ali Ekber Velayeti ile bir araya geldi.

Ertesi günse Velayeti ile Aoun buluştu. Tehran Times’a göre “Aoun, İran’ı bölgede istikrarı ve güvenliği tesis etme noktasında oynadığı rolü övgüyle andı ve iki ülke arasındaki bağların güçlendirilmesine çok büyük bir önem verdiğini söyledi.”

Nakhal’ın ifadesine göre, Hariri’nin İran kaynaklı terörizm tehdidine vurgu yapan eski lafları yinelediği istifa konuşması, son dönemdeki açıklamalarla çelişmekteydi. Bir gün önce İranlılarla bir araya gelen Hariri, ertesi gün İran’ın Lübnan’daki elini kesmekten söz ediyordu.

Suudiler, kendi hâkimiyet kurma girişimlerine karşı mücadele eden Yemenlilere (Husilere) yönelik Hizbullah desteğine şiddetle karşı çıkıyorlar. Suudi bombaları ve Amerikan silâhları yüzünden her gün yüzlerce insan ölüyor, bu ölümlere bir de açlık ve hastalık kaynaklı ölümler ekleniyor. Nakhal’a göre, Hizbullah’ın Yemen’e yardımı, Che Guevara ve Küba’nın ülke dışında kurtuluş mücadelelerine verdiği enternasyonalist desteğe benziyor.

Nakhal’ın da aktardığı biçimiyle, Hariri, 12 Kasım tarihli mülâkatında dilini değiştirdi. Lübnan’daki muhaliflerine karşı daha uzlaşmacı bir dile başvuran Hariri, Hizbullah’ın Yemen’e yaptığı yardımın “ana sorun” olduğunu söyledi. Burada Suudi çizgisinin revize edilmesi söz konusu. Mülâkatı Suudi Arabistan’da yapan, Hariri’nin partisine ait olan Gelecek TV. Hariri, mülâkatta tutsak olmadığını iddia etti ama bu iddia öylesine mantıksızdı ki Lübnan televizyonu mülâkat yayınını kesti.

Kısa süre önce Hariri, bağımsızlık günü olan 22 Kasım’da ülkeye döneceğini söyledi.

Hizbullah ve LKP’nin Direnişteki Rolü

ABD, “terörist” olarak gördüğü Hizbullah’a karşı kampanya yürütüyor. Nakhal ise “Hizbullah’ın Lübnan toplumunun ve politik sahnenin bir parçası olduğunu, ne vakit Lübnan’a saldırı düzenlense, onun direnişteki yerini aldığını” söylüyor.

Silâhlı birliklere sahip olan LKP de aynı direnişin parçası. Parti, 1975-90 arası dönemde yaşanan Lübnan İç Savaşı’nda Filistin halkını korumak için mücadele etti. Üyeleri, 2000’de 18 yıldır işgal altında bulunan Güney Lübnan’ı kurtarmak ve 2006’da İsrail işgaline son vermek için Hizbullah milisleriyle birlikte savaştı.

Son dönemde LKP, Suriye sınırında 120 kilometre uzunluğundaki Lübnan toprağını El-Kaide ve Nusra’dan kurtarmak için Lübnan Ordusu ve Hizbullah’la birlikte savaşın içerisinde yer aldı. Birleşik Lübnan güçleri, Mayıs’ta başarı kazanarak, bu toprakları dört yıllık işgal ardından, Hristiyan ve Sünni köylülere geri verdi.

Nakhal’a göre, bugün Lübnan başka önemli meselelerle karşı karşıya.

Tespitine göre, Suriye’deki savaş çiftçilerin ve Suriye’de ürünlerini satan, bu amaçla uzun zamandır Lübnan-Suriye sınırını geçip duran Bedevilerin hayatlarını ve ekonomisini mahvetti. Bu sınır savaş yüzünden uzun zamandır kapalı.

Lübnan’daki Suriyeli Mülteciler

Buna ek olarak, 4-5 milyonluk nüfusa sahip olan Lübnan’da bir milyonu aşkın Suriyeli mülteci var. “Ana sorun, Lübnan hükümetinin onlara hiç el atmaması ve bu insanların destek verme ve iltica hakkı bahşetme zorunluluğuna bağlı olarak mülteci statüsüne kavuşturulmamaları.” Bugün Suriyeli mülteciler, “geçici yerleştirilmiş bireyler” olarak kategorize ediliyorlar.

Suriyeli mültecilere yönelik yardımı sadece BM kurumları sağlıyor ve bu yardımlar, bağımlılık ilişkisini perçinleyecek bir şekilde dağıtılıyor. Lübnan’daki birçok Suriyeli çocuk okula gitmiyor, okuma-yazma bilmiyor.

Nakhal’ın tespitiyle, her sorun mülteci kaynaklıymış gibi değerlendiriliyor. Bu görüş, sınıf meselesinden bağımsız değil. Kimse zengin Suriyelilere öfkeli olduğunu söylemiyor. Tüm bunlar, Lübnan’daki mezhepçi politik sistemle ilişkili. Bu sistem sınıfsal ilişkileri maskeliyor. Örneğin “kentteki ve köydeki yoksullar çoğunlukla Şii.”

Mezhepçi Politik Sistemin Sürdürülmesi Mümkün Değil

LKP, insanları esas olarak dini topluluklara göre tarif etmeyi öne alan mezhepçi tarzı uygulayan bir yapı değil. Partinin üyeleri ve liderleri arasında ülkedeki tüm etnik ve dini gruplardan insanlar var. “Bize göre, mezhepçi yönetim tarzının sürdürülmesi mümkün değil. Bu sistem, kır ve kent yoksullarına pek bir şey sunmuyor. Bazı bölgelerde eğitim bile verilmiyor.”

LKP, bugün kadınlar, çiftçiler, işçiler, sendikalar, kooperatifler ve öğrenci hareketleri ile birlikte çalışma yürütüyor.

Joyce Chediac
22 Kasım 2017
Kaynak

20 Kasım 2017

Direnişe Saldırı ABD ve Siyonistlerin Arap Ajanlarıyla Aldığı Bir Karar

Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC), Arap Birliği’nin Hizbullah’ı “terörist” olarak adlandırmasını, Arap Birliği içerisinde alınan kararlar ve politikalar üzerinde Suudi Arabistan Krallığı’nın sahip olduğu hegemonyayı yansıtan, tüm Arap milletine yönelik bir saldırı olarak değerlendirir. Bu saldırının da teyit ettiği biçimiyle, Arap Birliği, ABD emperyalizmi ve Siyonizmin emirlerine teslim olmuştur.

Bölgedeki direniş eksenine yönelik bu saldırı, ABD ve Siyonistlerin kararlarını ve çıkarlarını yansıtmakta, Hint Okyanusu’ndan Körfez’e dek uzanan Siyonist ve ABD hâkimiyetini reddeden direniş hareketlerine ve halk güçlerine karşı Arap gerici rejimlerinin gerçek niyetlerini ortaya koymaktadır. Suudi Krallığı, bölgeyi savaşa ve yıkıma sürükleyecek bir tehdittir ve mezhepçi yıkım ateşine daha fazla benzin dökmektedir.

Cephe’nin tespitiyle, Suriye’yi kendi bünyesinden atan, Yemen’deki savaş suçlarını meşrulaştıran, Lübnan’ı tehdit eden, Gazze üzerindeki abluka karşısında sessiz kalan Arap Birliği’nin aldığı hiçbir karar meşru değildir. Birlik, hiçbir role, işleve ve hedefe sahip değildir, hatta kalkınma ve bağımsızlıkla ilgili resmi retoriği bile artık hükümsüzdür.

FHKC’nin değerlendirmesine göre, Arap Birliği’nin dün aldığı kararlar, aynı zamanda son haftalarda hızlanmış olan ve Amerika’nın “Yüzyılın Anlaşması” olarak ifade ettiği, onun Filistin Davası’nı tasfiye etmek için dayattığı anlaşma üzerinden “uzlaşma” sürecini hızlandırmaya dönük planıyla doğrudan ilişkilidir ve o plandan asla ayrı düşünülemez.

FHKC, ayrıca Suudilerine Yemen’e yönelik yürüttüğü savaşı onaylayan ve dünkü Arap Birliği’nin belirlediği konumu destekleyen Filistin Yönetimi’nin resmi konumunu şiddetle eleştirir ve bu konumun Filistin milletinin konumu ve ilkelerini asla yansıtmadığını ifade eder.

Cephe, Arap devletlerinin, bilhassa Kahire ve Amman’ın, Siyonist düşmanla ilişkilerini kopartmasını, sabıkası herkesin malumu olan sömürgeciyle her türden anlaşmayı yırtıp atmasını ve resmi, gayri resmi düzeylerde Arap coğrafyası genelinde süren normalleşme çabalarına karşı konulmasını talep eder. Cephe, ayrıca İran halkını “uluslararası toplum” ile korkutmak yerine, farklılıkları verimli bir şekilde çözüme kavuşturmak için İran İslam Cumhuriyeti ile hep birlikte karşılıklı diyalog içerisine girmeleri konusunda Arap ülkelerinin adım atmalarını ister.

Bildirisinin sonunda Cephe, Yemen halkını ve onun meşru mücadelesi ve davasını selamlamaktadır. Yemen halkı, Filistin halkına destek sunmaktan ve kanını o dava uğruna feda etmekten hiç geri durmadı, ayrıca Siyonist yapı ile onun ajanlarına karşı sürdürülen adalet mücadelesine iştirak etti. Yemen’e karşı kurulan o sözde “Arap ittifakı”nın yürüttüğü savaş, Amerika’nın ve Siyonizmin bölgede direnişe karşı yürüttüğü savaşın bir parçasıdır ve bölgeyi kontrol etmeye yönelik ABD emperyalizminin ve Siyonistlerin hedeflerine hizmet etmektedir.

FHKC
20 Kasım 2017
Kaynak

Direnişin Yumruğu Nazi İşgalinden Beri Hâlâ Sımsıkı


Tasarruf tedbirleri karşıtı gösterilerin Yunanistan’da yaşanan finansal kriz esnasında tüm Atina’yı ele geçirdiği günlerde, saçları beyaz bir ihtiyarın ön sırada yumruğunu kaldırdığını ve polisin yüzüne gaz sıktığına tanık oluyordunuz. Bazen aynı gün içerisinde aynı adamı, meclisin önünde durup milletvekillerinin kredi kuruluşlarınca ülkeye dayatılan tasarruf tedbirleri paketini reddetmelerini isterken görüyordunuz. O adama göre, söz konusu paket Yunanistan’ın boynuna vurulmuş bir prangaydı.

Bu 92 yaşındaki adamın adı Manolis Glezos. Yunanistan’ın özgürlüğü için savaşmış bir savaşçı o. İnançlarından ötürü zindana atılmış biri. Yetmiş yılı aşkın bir süredir ülke tarihinin en önemli momentlerinde aktif rol almış bir devrimci.

Üç kez idam cezasına çarptırılmış. 12 yıl hapis yatmış, işkencelerden geçmiş, dört yılı sürgünde geçmiş.

Bugün tüm ideolojilerin ötesinde, ülkenin direniş sürecine ait bir sembol. Akropol’de dalgalanan Nazi bayrağını arkadaşıyla birlikte söküp yırtan o.

Bu olaya dair haberler, tüm dünyaya yayılmış ve Avrupa’nın üzerine kapkara bulutların çöktüğü günlerde milyonlara umut vermiş. Gençken kumral olan saçları ağarmış, onca yükü taşımayı bilmiş sırtında kambur çıkmış ama çelik grisi gözleri inançla hâlâ alev alev, bilhassa Akropol’de o bayrağı yırttığı anı anımsarken.

Kendisiyle röportaj yapan gazeteciye şunu söylüyor: “tarihsel bir görevi ifa ettiğimizin bilincindeydik. İnanmadığın bir mücadele her daim beyhudedir.”

Glezos, Almanya’nın öncülük ettiği, Yunanistan’a dayatılan tasarruf tedbirlerine karşı yürütülen mücadelede sesini yükseltti, bu yüzden gaz yedi, hastanelik oldu ve tutuklandı. Üyesi olduğu parti seçimlerde zafer kazandı, kendisi de en yaşlı milletvekili olarak meclise girdi.

“Avrupa genelinde insanlar, her yerde geleceğime kendim karar vermek istiyorum diyor.”

Glezos’a göre, yüzyıl boyunca verilen mücadelelerle Avrupa barışı güvence altına aldı ama Avrupa demokrasisi bir avuç muktedir seçkin eliyle tehlikeye girdi. Altın Şafak gibi neofaşistler, yeni aşırı sağcı gruplar artık yeni tehdit.

“Ben insanların kendi kaderlerine kendilerinin karar vermelerini istiyorum.”

Glezos’a göre Yunanistan’a iki milyar dolarlık kredi verenlere karşı hükümet, sistem ve troyka karşıtı sözlerini sarfetmekten geri durmuyor. Troykanın dayattığı şartlar bankaların işine yarıyor ama sıradan Yunan halkının yaşam koşullarını mahvediyor.

Glezos, kendi partisi içerisinde bile sert kaçan sözler dillendiriyor ve ülkesini Avro bölgesinden çıkması gerektiğini söylüyor. Ona göre, Almanya Avrupa’yı sömürgeleştiriyor. Bu nedenle Glezos, Berlin’e bir trilyon avro kadar savaş tazminatı ödemesi gerektiğini söylüyor.

Manolis Glezos 1973’teki Politeknik Üniversitesi Katliamı’nda ölen gençler için saygı duruşunda

Glezos, net ifadelere başvuran bir isim, zira o, arkadaşı Santas’la birlikte, Akropol’e girerken taşıdığı inancı bugün hâlâ taşıyor.

O gece henüz 18’inde olan iki genç, Akropol’ün altındaki bir kovuğa girdi. Üzerlerinde bir fener ve bir bıçak vardı. O saatlerde Alman subaylar, Hitler’in Girit Adası’nı alışını kutlamak için Parthenon yakınındaki meyhanelerde kadeh tokuşturuyorlardı. Gençler kale direğine tırmandılar ve orada asılı Nazi bayrağını indirdiler, bayrağı lime lime edip yakarak bir deliğe attılar. Glezos eve döndüğünde annesi ona sarılıp “neredeydin?” diye sordu.

Glezos bu anla ilgili şunu aktarıyor: “Annemin sorusu üzerine gömleğimi açıp Nazi bayrağından kalan bir parçayı çekip çıkarttım.” Anneme göstererek ona ‘İşte buradaydım’ dedim. Annem tek kelime etmedi, beni kucakladı ve gitti.”

Ertesi gün Glezos’un üvey babası annesine “senin oğlan ne yapıyor?” diye sordu. “Akropol’e bak anlarsın” diye cevapladı anne. Birkaç saat sonra Naziler bayrağı indirenlerin ölüm cezasına çarptırıldığını ilân ettiler.

“Bu benim direniş sürecindeki ilk eylemimdi. Başka eylemlere de iştirak edeceğimi biliyordum.”

Glezos, 1942’de Almanların eline geçti ve hapse atıldı.

İdam cezası hafifletildi, bir sonraki yıl İtalyanların eline geçti, iki yıl sonra da Nazilerle işbirliği yapan Yunanlılarca hapse atıldı. Kaçmaya çalıştığında ağır işkencelerden geçti.

İkinci Dünya Savaşı sonrası Yunanistan, dört yıl sürecek bir iç savaş sürecinin içine girdi. Savaş, yeni hükümetle Nazi işgaline karşı direnişi örgütlemiş komünist savaşçılar arasında cereyan etti. Glezos komünistlerin safındaydı. Bu yüzden 1948’de iki kez idam cezasına çarptırıldı ama ceza müebbet hapse çevrildi.

Hapisteyken Glezos milletvekili seçildi. 1958’de Sovyet casusu olma suçuyla tekrar tutuklandı. Buna karşılık Sovyetler üzerinde Glezos’un resminin bulunduğu bir posta pulu bastı.

1967’de askerler iktidara gelince sürgüne gönderildi. 1974’te demokrasi yeniden tesis edildiğinde o solcu hareketler içinde çalışmaya başladı ve seksenlerde Panelenik Sosyalist Hareket adına seçimlere girdi.

“Hiçbir zaman kahraman olmak için uğraşmadım. Sadece inancımın peşinden gittim.”

Röportaj esnasında bir an duraksadı ve ölüm, hapis, işkence ve sürgüne rağmen mücadeleye devam etmesini sağlayan şey üzerine düşündü.

“Arkadaşlarım ve ben, özgürlüğümüzü geri kazanmak için yaptığımız her eylemimizi gerçekleştirmeden önce, birbirimize şunu söylüyorduk: Yarın ben ölürsem beni asla unutmayın.

Ne vakit ormanda yürüsem, rüzgârda salınan yaprakları dinlesem onların sesini duyarım. Sahilde yürürken, kuma vuran dalgaları dinlerken onları duyarım. Her şarap içişimde bir yudum da onlar için alırım.”

Pastel boyayla çizilmiş bir yığın resmi çıkartıyor. Birinde Santas elinde Yunan bayrağı ile çizilmiş. Bunlar, ülke genelinde çocuklar tarafından yapılmış resimler. Nazi bayrağının indirilişi hâlen daha okullarda öğretiliyor.

“Şuan karşınızda duran tek bir kişi değil, artık aramızda olan tüm yoldaşlarım.

İşte benim yola devam etmemi sağlayan bu. Onlar için yaşamaya, kavgaya ve mücadeleye devam etmek zorundayım.”

Liz Alderman
5 Eylül 2014
Kaynak

17 Kasım 2017

Hristiyanlar Komünist Olmalı mı?

1983’te Maryland Üniversitesi’ndeki bir dersinde, Yunan Ortodoksluğu tarihçisi Aristeides Papadakis, “ilk Hristiyanların komünist olduklarını” söylemişti. O günlerde kültürel ortam, Soğuk Savaş’ın her yanı buza kestiren ağır gölgesi altındaydı, bu nedenle Papadakis’in sözü, salonda büyük bir şaşkınlıkla karşılandı. Dolayısıyla profesör, sözlerine açıklama getirmek zorunda kalmış, burada teknik anlamda “komünizm”den bahsettiğini, ilk Hristiyanların ortak hayat tecrübe ettiklerini, mülklerini gönüllü olarak cemaatin hizmetine sunduklarını söylemişti. Homurtular böylece dinmiş, ama salona gene de sessizlik hâkim olmamıştı.

Aslında bu, herkesi şaşırtacak cinsten bir söz değil. Havarilerin kurduğu kilisedeki komünizm sır olsa bile, aslında herkesin görebildiği bir gerçeklik. “Komünalist” veya “komüniteryan” gibi sözcükler kulağa hoş gelse de ilgili gerçeği değiştirmiyorlar. Yeni Ahit’teki Resullerin İşleri, bize Kudüs’te Mesih’e örgütlenen ilk insanların birlikte yaşadıklarını, mallarını satıp servetlerini “ihtiyacı olanlara” dağıttıklarını ve her şeyi ortaklaşa mülk edindiklerini söylüyor. Bu, zaten İsa’nın bizzat çizdiği bir yol: “Sahip olduklarından vazgeçmeyenler benim müridim olamazlar” (Luka 14:33).

Sonraki dönemlerde birçok Hristiyan için bu sözler, rahatsız edici, hatta bir tür rezillik. Bugün Amerika’da serbest girişim ve özel mülkiyet üzerine kurulu o tuhaf dindarlık karşısında böylesi bir tavrın kışkırtıcı bir nitelik arz etmesi, büyük bir olasılık. Yüzlerce yıl boyunca Hristiyan kültürü, manastırlar ve rahibe manastırları gibi küçük özel cemaatler içerisinde yaşayan geçmişini silip attı veya ilk kilisenin tahrik edici yönlerini görmezden gelip durdu. Bu yönler kabul gördüğünde bile, onların Kitap’ın mesajı içerisinde arızî bir yere sahip oldukları iddia edildi. Bu iddiaya göre, düşmana karşı eldeki kaynaklar ihtiyatlı bir üslupla kısa süre yan yana dizilmişti ama bu dinin esasını teşkil etmeyen bir adımdı ve politik felsefesiyle hiçbir alakası yoktu.

İlk kilisenin günümüzde geçerli anlamıyla, politik bir hareket olmadığını söylemek gerek. Bu tür bir iddianın hiçbir anlamı olmadığı açık. Antik dünyada politik ideolojiler yoktu, toplumun yeniden inşası için geliştirilmiş tek bir soyut programa rastlanmıyordu. Politik bir hareket olmasa bile kilisenin kendisi de bir tür siyasetti, bir yaşam biçimiydi. O, sadece hayatta kalmaya dair pratik bir strateji sunmakla kalmıyor, ayrıca en yüce manevi ideallerin bedenlenişi olarak arz-ı endam ediyordu. “Komünizm”in din içerisinde arızî bir yer tutması pek mümkün değildi.

Beni son birkaç yıldır asıl etkileyen de kilisedeki “radikalizm” meselesi. Yale Üniversitesi Yayınları için Yeni Ahit’i çevirirken, ondaki radikalizmden epey etkilendiğimi söylemeliyim. Uzun zamandır editörlük yapan biri olarak, bu proje bana önerildiğinde, ilk başta aptalca bir fikirle işin gayet kolay olacağını düşündüm. Kolaydı, çünkü birçok yanlış tefsir edilen pasajı hem öğrenciler hem de kendim için uzun zamandır düzeltmeye çalışıyordum zaten. Kitaba zaten aşina oluşum sayesinde Yunancadan İngilizceye geçişin gayet kolay olacağını düşündüm.

Ama kısa süre sonra kitapla ilgili çok şey bilmeme karşın, onu her zaman doğru biçimde kavramadığımı gördüm. Geleneksel kitap çevirisi dilinin karmaşık, zor kelimeleri ve kavramları basit veya aldatıcı anakronik terimlere indirgediğini biliyordum (örneğin “ebedi”, cehennem”, meşrulaştırma”). Ama daha önce bu kuralların kitabın kavramsal dünyasına ait önemli boyutları nasıl kararttığını veya metnin kendisini nasıl fakirleştirdiğini hiç fark etmemiştim. Yeni Ahit içerisindeki kitapların tarihsel bir bilmeceyi teşkil ettiklerini zaman içerisinde gördüm. Bunun nedeni, aynı kitapların antik çağın geç dönemine ait bize uzak bir diyardan geliyor olması değil, kitapların çoğunlukla antik çağın genel bağlamı içinde bile belirli bir anlam ifade etmiyormuş gibi görünmesiydi.

Sonra “koinon” veya “müşterek” kelimeleri, ayrıca bilhassa metinlerde özel olarak üzerinde durulan “koinonia” kelimesi konusunda kendimce şüpheye düştüm. Bu kelime genelde “arkadaşlık” veya “paylaşma” ya da (biraz daha doğru biçimde) “iştirak” olarak tercüme edilmişti. Peki aslında bunu mu ifade ediyordu?

Her şeyin ötesinde Yeni Ahit’teki kişisel servete yönelik eleştiriler, kesintisiz biçimde dile getiriliyor ve gayet sert bir dille aktarılıyor: Örneğin Matta 6:19-20’de (“Dünyada kendinize hazineler biriktirmeyiniz.”), Luka 6:24-25’te (“Yazıklar olsun siz zenginlere, rahatına düşkün olanlara.”), James 5:1-6’da (“Ey zenginler şimdi gelin, sizden kaynaklanan sefaletin karşında ağlayıp inleyin.”). Tabii bu arada belirtmek gerek. Bazı din adamları ve teologlar, Yeni Ahit’in zenginliği değil, onun kötüye kullanımını mahkûm ettiğini söyleseler de (ki bu, ancak saçma sapan ve zoraki bir okuma sonucu ulaşılacak bir çıkarım), bu iddiayı doğrulayacak tek bir ayet dile getiremiyorlar.

Sonuçta Koinonia kelimesinin aslında ilk Hristiyan cemaatleri içerisinde görülen belirli bir pratikler bütününü ifade ettiğini anladım. Burada Resullerin İşleri’nde tarif edildiği biçimiyle, özel bir toplumsal düzenlemeden bahsediliyor ve bu düzenleme, İsa’nın tesis ettiği yeni hayatın ayrılmaz bir parçasını oluşturuyor. Örneğin İbranilere Mektuplar, müminlere koinonia’yı ihmal etmemeleri talimatı veriliyor, aynı şekilde Timothy’ye İlk Mektup, koinonikoi olunması tavsiyesinde bulunuyor. Bu, özünde kişisel düzlemde cömert olmaya dair bir tavsiye değil, komünal hayata dair özel bir forma işaret ediliyor.

En iyi hâliyle şunu söylemek mümkün: Roma dünyasında havariler döneminde kurulan kiliseler esasen küçük birer komündü, kendi kendine hayatta kalmayı bilen bu yapılar, aynı zamanda emredildiği vakit eldeki kaynakları bir başkasıyla paylaşabilmekteydi. Bu ince ince örülmüş komünler ağı, imparatorluk içinde, zor yerine hayırseverlik üzerine kurulu bir karşı-imparatorluk meydana getiriyordu. Daha doğru bir ifadeyle, bu yapı bu dünyada, bu dünyaya ait olan ama bu dünyada bulunmayan, toplum ve mülkiyet konusunda oldukça farklı bir anlayışa sahip bir krallıktı.

Şüphe yok ki ilk kuşak Hristiyanların özel mülkiyete bu şekilde kayıtsız kalması daha kolaydı. Onlar, kendilerini hızla yok olmakta olan bir dünyanın fani birer kiracısı, kendilerine ait olmayan bir tarihi üzerinden geçip giden birer mülteci olarak görüyorlardı. Ama Kitap’ın ilk yarattığı coşku ve beklentiler uçup gidince ve insanın içini karartacak denli dayanıklı çıkan dünyada hayata dair yeni yerleşik alışkanlıklar ortaya çıkınca, ilk Hristiyanların kendilerine has uygulamaları da yerini müesses nizamın müşterek pratiklerine bıraktı.

Ancak bu geçiş süreci de öyle göz kapayıp açıncaya dek gerçekleşmedi. İkinci yüzyılda yaşamış pagan hiciv ustası Samosatalı Lucian’ın aktardığına göre, Hristiyanlar malı mülkü hakir gören, tüm mülkiyete müştereken sahip olan insanlardı. Lucian’ın döneminde yaşamış Hristiyan yazarlar da bu tespiti doğruluyorlardı: Şehid Justin, Tertullian ve Didache olarak bilinen anonim risalenin iddiasına göre, Hristiyanlar, her şeye ortaklaşa sahip olmalı, özel mülkiyetten feragat etmeli ve tüm servetlerini yoksullara dağıtmalıydı. “Manevi yoksulluğu” ortadan kaldırmadığı sürece servetin biriktirilemeyeceğini söyleyen ilk önemli teolog İskenderiyeli Clement bile tüm mallara herkesin ortaklaşa sahip olması gerektiğini ısrarla dile getiren bir isimdi.

Dördüncü ve beşinci yüzyıllarda Büyük Basil, Nisalı Gregory, Milanolu Ambrose, Augustine ve İskenderiyeli Cyril gibi piskoposlar ve teologlar özel mülkiyeti bir tür hırsızlık, istiflenmiş zenginlikleri yoksulların elinden alınmış bir tür yağma pratiği olarak görüp mahkûm ettiler. John Chrysostom, zenginlik ve yoksulluk üzerine birçok kitap yayınladı ki onun yanında Karl Marx ve Mikhail Bakunin bile ürkek birer muhafazakâr kalırdı. Ona göre, tek bir mülk vardı ve o da tüm insanlara aitti. O mülke ihtiyacını aşacak bir miktarda el koyan kişi, haydut ve kâfirdi. O bu sözleri sarfetmesine karşın Konstantinopol Başpiskoposu olarak atanmıştı.

Bu türden bir dile imparatorluğun kontrolündeki Hristiyanlıkta bile rastlamak mümkündü. Gücünün önemli bir kısmını kaybetmiş olan bu Hristiyanlık, belli bir yere kadar tolere ediliyordu ve destekleyici bir unsur olarak görülüyordu. Bir buyruktan çok basit bir deyişi ifade ediyordu. Hristiyanlık, eşsiz bir şeyi duyuran, geleceğe dair bir şeyler söyleyen özelliğini zamanla yitirdi ve kültüründeki ibadete dayalı, yerleşik sistemden ibaret bir yapıya kavuştu. Dinî kurumlardan talep edilen tesellilerin ve güvencelerin merkezi hâline geldi. Zaman geçtikçe, ilk kilisedeki kışkırtıcılık, ara sıra da olsa, kısa ömürlü, “öze dönüşçü” hareketler nezdinde açığa çıktı: Manevi Fransiskanlar, Rus paylaşımcılar, Katolik işçi evi… Ama genelde Hristiyanlardaki bağlılık, salt bir din hâline geldi ve bu dünyadaki hayatın desteklenmesine bakan, alabildiğine farklı bir yaşam tarzına işaret etmeyen bir içeriğe büründü.

Bir bütün olarak hiçbir toplum, kendisini toplumun ana mekanizması olan mülkü reddetme üzerine kurmayı bir türlü başaramadı. Tüm büyük dinler, en uç taleplerini zaman içerisinde yumuşatarak, tarihsel düzlemde başarı kazandılar. Dolayısıyla ilk kilisedeki radikalizme bakıp, bugünde kendimizi morallendirmek pek mümkün değil.

Ama gene de Yeni Ahit’in geçmişe ait bir kayıt değil, bugüne yönelik bir itiraz olduğunu düşünen bizler için “havariler çağı Hristiyanlığını sonraki yüzyılların nispeten rahat Hristiyanlıklarından ayıran çizgi, sadece zaman ve koşullarla ilgili bir mesele miydi?” sorusunu ara sıra da olsa hâlen daha kıymetli bir iş.

David Bentley Hart
4 Kasım 2017
Kaynak

Che’nin Dinî Söylemi


Tutkuyla yapılmayan bir işin hiçbir kıymeti yoktur.

[Ernesto Sábato]

 

Sorun

Che’nin Bolivya’ya gelişinin doğal bir sonucu olarak, bir grup üniversite öğrencisi ölümünden üç yıl sonra (1970’te) ülkenin kuzeyindeki La Paz ormanlarında mücadeleye başladı. Amaçları Che’nin yolundan gitmekti. Teoponte gerillalarında “din faktörü” önemli bir yer tutuyordu. Bu yeni gerilla deneyiminin en temel özelliği, dinî inançları üzerinden harekete geçmiş olan mümin Hristiyanların Ulusal Kurtuluş Ordusu’na katılmasıydı.

Peki Che’nin sözleri, genç Hristiyanların aklını nasıl çeldi? Che’nin sözleri ile belirli bir tür Hristiyanlık arasında benzer bir yapının işlediğinden söz edilebilir mi? Bunlar yazı boyunca cevaplamaya çalışacağımız sorular.

Buradaki tezimiz şu: Che’nin söyleminde belirli bir dönemde, belirli özel koşullarda belirli bir tür Hristiyanlığa ait söylemsel yapıya benzer bir yapı söz konusudur. Burada “seçime dayalı yakınlık kurma” süreci işlemekte, politik ve dini unsurları bir araya getirmek için tek bir mantıksal ve tutarlı bir öneri dile getirilmektedir.

Bu noktada din ve siyaset arasındaki ilişkiye dair tartışmaya da adım atılmaktadır. Örtük olarak belirli bir politik söylemin dini mantığa ait özü bir biçimde içerdiği iddia edilebilir. En azından kitlelerin duygusal planda harekete geçirilebilmesi ihtimali noktasında benzer bir güç devreye girmektedir.

Yani belirli bir tür Marksizm belirli bir dönemde dine benzer bir yapıyla işlemiştir.

Bu gerçeklik sayesinde yetmişlerde bir dizi Hristiyan Che’nin metinlerini okuduktan, şahsiyetinden ve ölümünden etkilendikten sonra gerilla pratiğine yani politik eylem sürecine katılmayı meşrulaştıracak bir söylem inşa etmişlerdir. Bu, tümüyle dinî kanaatler üzerinden gerçekleşmiştir. Örneğin Nestor Paz Zamora’nın “her Hristiyan’ın görevi devrimci olmaktır” sözü bunun bir örneğidir. Burada politik eksen ve dinî eksen, eylemin meşrulaştırılması noktasında otomatik olarak kesişmektedir.

Che’nin Söyleminin Kimi Kurucu Unsurları

Amacımız, Che’nin düşüncesini tüm yönleriyle ifşa etmek değil. Bu, yığınla sayfaya ihtiyaç duyan, konunun uzmanlarının yapacağı bir iş. Biz, esas olarak Che’nin fikirlerini yansıttığı belirli metinleri seçip bunlara odaklanacağız. Örneğin Che’nin muzaffer olmuş bir devrim karşısında kimi aydınların ve sanatçıların oynadığı olumsuz rolden bahsetmesi gerçekten ilginç. Mecazi düzeyde Che, bu noktada işlediği “suç”u “ilk günah”a atfediyor ve bu ilk günahı, kapitalist bir toplumda doğup büyümüş olmak olarak tarif ediyor: “Yeni nesiller, ilk günahtan kurtulmuş olarak doğacaklardır.”[3] Che, kapitalizmin “ilk günah” olduğu konusunda kanidir.

Yazılarında gördüğümüz biçimiyle, önerilerini sunarken Che, din kaynaklı kimi mecazî ifadelere başvuruyor. Bu bölümde dinî metinlerde kolaylıkla bulunabilecek bazı düşünceler aktarılacak.

Eskiye Karşı Yeni

Che’nin söyleminde merkezde duran ana ikilik, yeni ve eski. Tüm düşüncelerinde bu ikilik var. Gerçeği okurken, devrimden önce ve sonra arasındaki fark üzerinden hareket ediyor. Bu noktada eski insan-yeni insan karşıtlığından dem vuruyor. Bazen de sosyalist toplumda emekten ve kapitalist toplumda emekten, doğruya karşı yanlıştan bahsediyor. Gerillayı tarif ederken şunu söylüyor: “Mücadelenin başında adaletsiz ve zalim düzeni yok etme niyetiyle harekete geçer, bu nedenle eskinin yerine yeniyi koymak ister.”[4]

Genç komünistlere seslenirken de şunları ifade eder:

“Siz genç komünistlersiniz, kusursuz toplumun yaratıcılarısınız, eski olan, temelleri yıkılmış toplumun temsil ettiği her şeyi ortadan kaldıracak olanlarsınız”[5]

Che’de yeni bir çağın doğuşuna dair bir fikir mevcuttur: “Kabul etmeliyiz ki henüz hepimiz emekleme aşamasındayız.”; “Devrim muktedir olduğunda, evcilleştirilmiş her şey geride bırakılır. Devrimci olsun ya da olmasın diğerleri ise yeni bir yolu arayıp bulurlar.”[6]

Bu eski-yeni ikiliği, birçok konuşmada karşımıza çıkar. Vaftiz mantığında da yeni bir hayata adım atma söz konusudur. Tam da bu sebeple Che'nin sözleriyle Néstor Paz’ın sözleri iç içe geçtiğinde, ortaya Hristiyanlığa ait unsurlarla kaynaşmış ifadeler çıkar. Her ikisi de eski düzende içilen yeni şaraplar”dan söz eder. Eski mantığa karşı çıkartılan yeni mantık, hayatın, kanaatlerin ve eylemlerin radikal manada değiştirilmesine katkı sunar ve belirli bir öznenin içinden geçtiği, tümüyle farklı olan bir dönemin anlaşılmasını sağlar.

Devrimci Mistik: Uğruna Hayatın Adanacağı Ülkü

Che, sürekli uğruna can verilecek bir ülküden ve inançtan bahseder:

“Gerilla gerektiğinde birçok kez hayatını riske atmak, o ân geldiğinde içerisinde zerre şüphe taşımaksızın, ölüme teslim olmayı arzulamak zorundadır.”[7]

Gerillanın özelliklerini sıraladığında “adanmışlıktan, metanetten, ülküden” bahseder. Gerilla, basit bir ülküye sahip olmalıdır. Hiç tereddüt etmeden canını vereceği hususta net ve kararlı olmalıdır.

Burada militanların canını verecekleri inançları güçlü bir şekilde taşımalarına dair bir çağrı söz konusudur. Şehit düşen bir gerilladan (Frank País) bahsederken, onu Che “imanlı bir insan” olarak tanımlamıştır:

“Gözlerini gördüğüm anda onun bir davaya sahip, içinde iman olan, üstün bir insan olduğunu anlamıştım.”

Che, sosyalizm davasına belirli bir imanla bağlı olan militanlarını hayranlıkla anar. Camilo Cienfuegos ile ilgili olarak şunları söyler:

“Onun için sadakat din gibidir. Davasına ve Fidel’e sıkı sıkıya bağlıdır. Halkın iradesinin tecessüm etmiş hâlidir. Halk ve Fidel birlikte yürümektedir ve bu yürüyüş, yenilgi yüzü görmeyen gerillanın adanmışlığı ile gerçekleşmektedir.”

Gerillalar, bu türden kanaatlere sahip olmalı, ölüme dair anlayışlarını değiştirmelidir. Ülkü uğruna canını feda edebilmek için herkes içinden ölüm korkusunu söküp atabilmelidir. Esasında devrim yoluna giren herkes, “ya vatan ya ölüm” şiarındaki mantığı zaten biliyordur. Bu söze göre, insan hiç tereddüt etmeden tüm hayatını o davaya adar:

“Devrimin parti içerisindeki motoru olan devrimci, ucunda ölümden başka bir şey olmayan kesintisiz mücadelede, o mücadeleyi dünya ölçeğinde inşa etmişse asla yitip gitmez.”

Bu tür bir hayat anlayışı, davaya teslim olmayı gerekli kılar. Ölümse o yolda zorunlu bir uğraktır. Bu tür bir anlayış, ölümün eşiğine gelmiş olan Néstor Paz gibi insanları etkiler ve onun toplumsal mücadeleyi dinî yolculuğu üzerinden gerekçelendirmesini sağlar.

Geleceğin Kesinliği: Zafere Olan İnanç

Che, zafere inanan sözler sarfeder. Gelecek sosyalizmindir.

“Kahramanlara has bir duygu olarak ahlâk, savaş içerisinde önemli bir güçtür. Nihai zafere inanç ve davanın adaletine olan bağlılık askerleri cesaretle yapılması gereken en sıra dışı eylemleri yapmasını sağlar.”

Genç komünistler birliğinin yüzü geleceğe dönüktür. O, sosyalist toplumun parlak geleceğinden başka bir şey düşünmemektedir. Yeni bir toplum inşa etmek için yürüdüğümüz bu zor yolu aştıktan sonra, sınıfın sosyalist toplumda ifadesini bulan iktidarı ardından, sınıfsız topluma, o kusursuz topluma, sizlerin gelecekte, yön vereceğiniz, kuracağınız topluma geçeceğiz.”

“Bugün mücadelenin vaktidir. Yarınsa bizimdir.”

Gerilla, devrimin zaferine inanmaktadır. Devrim yapılır yapılmaz, buradaki kesinlik, tarihe dair eskatolojik bir anlayışa havale edilir ve o tarihin nihai hedefi komünizmdir. Benzer bir fikri, Hristiyanlığın belirli kısımlarında görmek mümkündür. Tanrı Krallığı, herkesin varmak zorunda olduğu bir gelecek olarak tahayyül edilir. Örneğin Pazar ayinlerinde okunan “Kardeşler Olarak Birlikteyiz” şarkısında şunlar söylenmektedir:

“Kilise ilerliyor adım adım
Haydi tut elimden yeni dünya gidelim
Sevginin hüküm süreceği o yere
Barışın hüküm süreceği o yere.

Hugo José Suárez

Dipnotlar:
[1] Guevara Ernesto Che, Escritos y discursos, Ed. Políticas, La Habana, 1977, Cilt. 8, s. 268.

[2] A.g.e., Cilt. 8, s. 264-5. Todos los subrayados son nuestros.

[3] A.g.e., Cilt. 6, s. 260-261.

[4] A.g.e., Cilt. 8, s. 264-5.

[5] A.g.e., Cilt. 1, s. 76.