İsrail’in
Gazze Ablukası ve Washington’ın Yaptırım Politikası Yeşil Hareket’e Nasıl Zarar
Verdi ve İran’da Tutucuların İktidarda Kalmasına Nasıl Katkı Sundu
Yeşil
Hareket bu Pazar bir yaşına girecek, halk Tahran sokaklarında yapılan o ilk
büyük gösterilerin yıldönümünü anacak. Bugün dünyanın önemli bir kısmında büyük
bir umut olarak selamlanan hareket, bir yılın ardından daha zayıf, ülke daha
fazla baskı altında, tutucuların konumu daha güçlü; bu tutucuların elde
ettikleri başarı, kısmen İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun hamleleri ile
Obama yönetimindeki şahinlerin uyguladığı tedbirlerin bir ürünü.
Eğer
geçen yıl bu tutucular, İran toplumu içerisinde ve yurtdışında büyük itirazlara
karşı koymayı bilmişlerse, bunun tek sebebi, rejimin baskılama becerisi ve
uluslararası baskılardan kurtulmayı bilmesiydi. Her şeyin ötesinde İran,
İsrail’in uzlaşmazlığı ve Amerika’nın Ortadoğu’da nükleer silâhlardan
arındırılması konusunda gösterdiği ikiyüzlülükten yaralandı.
İran’ın
İsrail’e karşı düşmanlığı, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun Gazze
ablukası konusundaki ısrarı ve Tel Aviv’in son dönemde Nükleer Silâhların
Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması imzacılarının düzenlediği ve İsrail’i
Ortadoğu’yu nükleersiz bölge kılma çabasına çağıran konferansı kibirli bir
biçimde reddetmesi ile daha da pekişti. Öte yandan Başkan Obama’nın Birleşmiş
Milletler Güvenlik Konseyi’nde İran’a karşı daha sert yaptırımlar dayatması,
ülkeye ciddi zararlar verdi.
Ardından
ABD’de iç savaşta ölenleri anma gününde İsrail’deki Likud hükümeti, ABD
yaptırımlarının devreye gireceği günlerde, tüm gücüyle adamlarını uluslararası
sulardaki bir barış gemisine komandolarını göndererek Tahran’a en önemli
propaganda zaferini vermiş oldu. Bir önceki gün BM Güvenlik Konseyi’nde İran’ın
cezalandırılması meselesinin oylanması, kırk şirketin hedefe konduğu zayıf ve
sulandırılmış bir kararın çıkartılmasına neden oldu; oybirliğiyle tasdik
edilmekten mahrum kalan karara Türkiye ve Brezilya “hayır”, Lübnan’sa
“çekimser” oyu kullandı. Üstelik petrol veya benzin boykotu konusunda bir
bahsin bulunmadığı kararın dili, yeni yaptırımları zaruri kılmıyordu. Bu,
muhtemelen İran’ın nükleer zenginleştirme programının sonlandırılmasını
öngören, “felç edici” yaptırımlar için bastıran şahinler için bir tür Pirus
zaferi idi. Bu noktaya gelişimizin hikâyesi, sabırlı ve etkili siyaset
oluşturma üzerinden, maço bir poz takınanların elde ettikleri zafere dair uzun,
dolambaçlı ve kirli bir hikâyedir.
Yeşil
Hareket’in Bastırılması
Geçen
yaz, hatta son kıştan beri İran İslam Cumhuriyeti’ne mensup tutucular, 12
Haziran 2009 tarihli cumhurbaşkanlığı seçimini hileli bulan reformistlerin
güçlü bir itirazına maruz kaldılar. Tüm azametiyle yaşanan sokak gösterilerine
büyük kalabalıklar coşkuyla katıldılar; muhalefetse, İran sanki önemli bir
değişimin eşiğindeymiş gibi, ısrarcı bir tavır içerisine girdi. İşlerin,
üstelik uluslararası planda bile, kendi lehine gelişeceğini düşündü. 1978-9
İslam Devrimi’nden beri en büyük kitleselliğe ulaşan muhalefete Yeşil Hareket adı verildi, bunun nedeni,
Hz. Muhammed’in soyundan gelenlerin renginin yeşil olması idi. Mir Hüseyin
Musevi’nin de bu soya ait olduğu düşünülüyordu. Her ne kadar hareketin kimi
destekçileri seküler isimler olsa da önemli bir bölümü dindardı ve rejime karşı
İslam Cumhuriyeti’nin dinî sloganları ile sembollerini kullanıyorlardı.
Rejimin
Levant’taki İsrail-Filistin çatışmasına vurgu yaptığı noktada Yeşil Hareket
eylemcileri, “Kudüs Günü”nde “Ne Gazze ne Lübnan. Ben sadece İran için ölürüm”
diye bağırdılar. Eylemciler, bu sloganın ipucunu “Filistin’i severim ama onun
bayrağını İran’da dalgalandırmak lüzumsuzdur” diyen Musevi’den aldılar. Musevi,
aynı şekilde Obama yönetiminin kendi hareketinin İran’ın nükleer zenginleştirme
programına yönelik tavrının Ahmedinejad’ın tavrından farksız olduğuna dair
imalarına da karşı çıktı. Musevi, sadece İran’da nükleer silâh istemediğini
söylemekle kalmadı, ayrıca uluslararası planda bu konudaki endişeleri
anladığını beyan etti. Ayrıca iktidara geldiğinde Uluslararası Atom Enerjisi
Kurumu ile işbirliği içerisinde olacağını söyledi.
İsrail
duyduğu bu sözlerden hoşnuttu; Başbakan Netanyahu bile geçen yaz “Basınla
Buluşma” toplantısına katılarak Yeşil Hareketi öve öve bitiremedi. “Bence
ortada epey derin ve köklü gelişmeler yaşanıyor, bunlar, İran halkının daha
fazla özgürlük için duyduğu derin arzunun açık birer ifadesi” dedi.
Halk
arasındaki huzursuzluk, din adamları ve köktenciler arasındaki üst düzey
isimler arasında yaşanan ayrışma sayesinde açığa çıkabildi. Cumhurbaşkanlığı
seçimi adayları Musevi, Mehdi Kerubi ve onların Büyük Ayetullah Yusuf Sanai ve
düzenbaz eski cumhurbaşkanı ve milyarder müteşebbis Ekber Haşimi Rafsancani
gibi, din adamları arasındaki destekçileri ülkenin otoriterliğine karşı çıkmaya
başladılar, (Musevi’nin İran’ın dünyanın maskarası olmakla suçladığı)
Ahmedinecad’ın donkişotvari politikasına ve kişisel özgürlüklerin
engellenmesine itiraz ettiler ve hareketin alttan alta ilerlemesi için gerekli
zemini hazırladılar.
Reformcular,
Ahmedinecad’ın görüşlerini tercih ettiğine ilişkin iddiaları doğrulayan ve
seçim sonuçlarını savunan, İran’daki üst düzey teokrat Ayetullah Ali Hameney’e
karşı çıktılar. Hameney’in arkasında birçok üst düzey din adamı ve
siyasetçinin, çarşıdaki büyük tüccarların, daha da önemlisi polisin, Besic’in
(sivil milislerin), ordunun ve Devrim Muhafızları’nın desteği vardı. Rejimin
savunulması için silâhlanmış olanlar arasında herhangi bir önemli ayrışma
yaşanmadığından, rejim, hareketi acımasızca ezme becerisini sonuna kadar
kullandı. Süreç içerisinde Devrim Muhafızları, genel manada Ahmedinecad’a bağlı
partizanlar daha fazla güç kazandılar.
Bir
yıl sonra görüldü ki tutucular, uyguladıkları baskı politikası, kalabalıkları
dağıtmada kullanılan motosikletli Besic birliklerinin devreye sokulması,
binlerce göstericinin hapse atılması ve bunların işkenceye tabi tutulması ve
idam edilmesi üzerinden muzaffer oldular. Muhalefetin sadağındaki en önemli ok,
birden ortaya çıkabilen halk kitleleriydi, bunlar Twitter, cep telefonları ve
Facebook üzerinden görece kendiliğinden hareket eden kitlesel kent
gösterilerine katıldılar. Rejim, zaman içerisinde elektronik medyayı kesmek ve
ülke içi gözetimi artırmak suretiyle bu taktiği nasıl bastıracağını öğrendi.
(Görünüşe göre, Devrim Muhafızları’nda bile bugün Facebook Casusluk Departmanı
var.) Muhalefetin umudu, yeraltında faaliyet yürüten bir insan hakları hareketi
olarak yaşamaksa da bugün için açık bir politik değişime yol açma şansı çok
sınırlı.
Nükleer
Meselesindeki İkiyüzlülük
Çok
az ifade edilen bir husus olsa da Yeşil Hareket, bugün Obama’nın İran’ın
nükleer zenginleştirme programı ile ilgili doğrudan müzakereleri hızla başlatma
umudu için bir tür anahtar hâline geldi. Obama ekibinin Hameney’in
temsilcileriyle masaya oturması pek mümkün değildi, zira Hameney,
hapishanelerdeki göstericilerle işkence, hatta öldürme tehditleriyle dolu bir
pazarlık yürütüyordu. Ancak 1 Ekim 2009’de kitlelerin sokaklarda artık düzenli
görünmemesiyle birlikte Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin beş önemli
üyesi ve ek olarak Almanya, Cenova’da Hameney’in temsilcisiyle doğrudan bir
görüşme gerçekleştirdi.
Çığır
açma ihtimali bulunan bir nükleer anlaşması, İran’ın ürettiği düşük
zenginleştirmeli uranyumunu başka bir ülkeye gönderdiği günlerde imzalandı.
Bunun karşılığında İran, kanser tedavisi için izotop üretecek küçük bir tıbbi
reaktörü çalıştırması için gerekli zenginleştirilmiş uranyum filizi aldı. Söz
konusu reaktör 1969’da şaha teslim edilmişti ve Arjantin’den satın alınan
nükleer yakıtın son partisi de tükeniyordu. Anlaşma Batı’ya sunuldu, bu noktada
İran, nükleer savaş başlıklarının imal edilmesi ihtimali için, silâhlardaki
düzeyde, yani yüzde 3,5’ten yüzde 90’ın üzerinde bir oranda zenginleştirilmesi
ve santrifüjleri aracılığıyla teorik düzeyde desteklenmesi muhtemel, tonlarca
düşük zenginleştirmeli uranyumdan mahrum kalabilirdi. İran’ın böylesi bir
becerisinin ya da niyetinin olup olmadığına ilişkin elde bir kanıt yok, ancak
Güvenlik Konseyi üyeleri güven içerisinde olmanın ileride üzülmekten daha iyi
olduğunu düşündüler.
Hameney’in
temsilcisi, Ekim ayında İran’a döndüğünde, İranlılar, teklifin incelenmesi için
mola alabileceklerini duyurdular. Bu mola hiç bitmedi, zira Hameney çekinceli
bir tavır içerisindeydi. Ülkedeki düşük zenginleştirmeli uranyum stokunu
tutucular bir tür caydırıcı politika olarak görmesine karşın, söz konusu stokun
İran’ın bir savaş iklimi oluştuğunda bomba yapmaya dönük bir işaret olarak
görülmesi muhtemel.
Başarılı
bir bomba yapım programını devreye sokma becerisi düşünüldüğünde, nükleer
konusundaki mevcut gizliliğin neredeyse bombaya sahip olmak kadar önemli
jeopolitik sonuçları var; büyük batı Avrupalı iktidarlar, Tel Aviv ve
Washington’un İran’ı söz konusu statüye ulaşmaktan alıkoyma konusunda hevesli
olmalarının nedeni de bu. Cenova’daki fiyasko, İran rejiminin iyi niyetli bir
müzakereye hazır olmadığına dair izlenim bıraktığından, Obama ekibi, sürece
İran’a yönelik Güvenlik Konseyi’nin aldığı yaptırımları yoğunlaştırarak cevap
verdi; burada Obama, İran’ı pazarlık masasına oturtmayı umut ediyordu. Bu
esnada Netanyahu da Tahran’a yönelik “felç edici” uluslararası yaptırımların
dayatılmasını yüksek sesle talep etmekteydi.
Ancak
bu noktada Washington bir sorunla karşılaştı: Rus başbakanı ve güçlü bir
politik aktör olan Vladimir Putin, tıpkı Çinli liderler gibi, yaptırımlara
karşı çıktı. Putin şu tespiti yaptı: “Doğrudan diyalog […] güç kullanımına
dönük karardan, tehdit ve yaptırım politikasından her zaman daha verimlidir.”
Ayrıca Konsey’in pek önemli olmayan iki üyesi, Türkiye ve Brezilya, giderek güç
kazanıp daimi olmayan bloğun muhtemel liderleri olacak konuma geldi; hiçbir
ülke, İran’a yönelik uluslararası boykot konusunda hevesli değildi, onlara
göre, böylesi bir boykot sivil bir nükleer zenginleştirme programı için
gereksizdi. (Bu tarz bir programa Nükleer Silâhların Yayılmasının Önlenmesi
Anlaşması izin verdiğinden, İran’a yönelik her türden Güvenlik Konseyi
yaptırımı, en iyi hâliyle, keyfi birer eylem olacak kalacak.)
Gene
de Mayıs ortasında Obama oylama için işleri yoluna soktu; oylamada Rusya ve
Çin, muhtemelen Devrim Muhafızları ile bağlantılı yatırımlara az da olsa kimi
mali sınırlamalar getirilmesi kararını destekleyecekti. Birçok gözlemcinin
kanaatine göre, yeterince “felç edici” olamayan böylesi bir hamle gerçekte
tümüyle etkisiz kaldı.
Sadece
Konsey’de veto yetkisinden mahrum olan Türkiye ve Brezilya Washington için
sorunlu olduğunu gösterdi. Ankara’da geçmişte kurulan birçok seküler hükümetten
farklı olarak, ılımlı düzeyde İslamî politikaya yakın duran Adalet ve Kalkınma
Partisi’nin başında bulunan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, kendisini Hıristiyan
Batı ile Müslüman dünya arasında bir köprü olarak görüyor ve komşu İran’a
yönelik yeni yaptırımlara sert bir biçimde karşı çıkıyordu. Bu yaptırımların
kısmen kendi ülkesinin ekonomisine zarar vermesinden korkuyordu. Ayrıca
Erdoğan, Türkiye’nin tüm doğrudan komşularıyla iyi ilişkiler geliştirme üzerine
kurulu bir siyaseti tatbik ediyordu.
Brezilya
Cumhurbaşkanı Luiz Inácio Lula da Silva da İran’a yönelik cezalandırma
faaliyetinin pekiştirilmesine aynı gerekçelerle karşı çıktı. Cumhurbaşkanını bu
konuda motive eden şey, uluslararası ilişkiler ve ticaret alanında ABD’nin
hâkim olduğu sistemi değiştirme arzusu idi. Halk arasında “Lula” olarak bilinen
cumhurbaşkanı, daha çok Güney ülkeleri arasındaki ilişkilerin teşvik edilmesine
vurgu yapıyordu. Ülkesi nükleer silâh konusundaki arzularını 1980’de terk
etmişti, ama sivil nükleer enerji programını sürdürüyordu, son dönemde ise
nükleer enerjiyle çalışan bir denizaltı üretimine dönük çalışmalar yürütüyordu.
Güvenlik Konseyi’nin barışçıl nükleer zenginleştirmeyi yasadışı ilân etmesi
Brezilya için sakıncalı bir durumdu.
15
Mayıs’ta Erdoğan ve Lula, Tahran’da Ahmedinecad’la bir araya geldi ve Ekim’de
İran’ın kabul ettiği anlaşmaya benzeyen bir nükleer anlaşmasının imzalandığını
duyurdu. Anlaşmaya göre, İran’ın karşılığında tıbbi reaktörü için yüzde 19,75
oranında zenginleştirilmiş yakıt çubukları alabilmesi, Türkiye’ninse İran’ın
bloke edilmiş düşük zenginleştirmeli uranyumunun [DZU] önemli bir bölümünü
elinde bulundurması mümkün olacaktı. Eleştirmenlere göre, İran artık daha fazla
DZU’ya sahip olabilecekti ki bu, yurtdışına gönderilecek yakıt yüzdesinin
İran’ın nükleer gizlilikle ilgili her türden umuduna daha az zarar vereceği,
dolayısıyla söz konusu yüzdenin Washington ve Tel Aviv için daha az cazip
olacağı anlamına geliyordu. Washington, Türk ve Brezilyalı liderleri sinirlendirecek
bir karar alarak, anlaşmayı iptal etti.
Bu
esnada, Mayıs ayı boyunca New York’ta, “Ortadoğu nükleersiz bölge olsun”
diyecek bir uzlaşma metninin kaleme alınacağı, Nükleer Silâhların Yayılmasının
Önlenmesi Anlaşması imzacılarından oluşacak bir konferans yapıldı. İmzacılar
beklenmedik biçimde başarılı olduklarını açıkladılar. İsrail, Ortadoğu’da
nükleer silâha sahip (tahminen 200 civarında savaş başlığı ya da Britanya’nın
elindeki rakama yakın) ve Nükleer Silâhların Yayılmasının Önlenmesi
Anlaşması’nı imzalamayan tek ülke olduğu için Tel Aviv fırtınayı koparttı ve
“Bu karar alabildiğine kusurlu ve ikiyüzlü. […] Ortadoğu’nun tek gerçek
demokrasisi ve imha edilmekle tehdit edilen tek ülkesi olan İsrail’i özel
olarak seçip bir kenara koyuyor. […] Bu kararın bozuk yapısı yüzünden İsrail’in
kararın uygulanması sürecine dâhil olması mümkün değildir” dedi.
Tüm
bu olup bitenlerde aşikâr olan ikiyüzlülüğün arkasında Washington ve Tel Aviv
vardı. Her şeyin ötesinde her iki ülke de nükleer silâhları olmayan bir ülkeyi
“silâhsızlandırma”yı ve bölgede nükleer silâhlara sahip tek ülkenin de
silâhsızlanma sürecinden tümüyle muaf tutulmasını talep ediyordu. Bu, elbette
Tahran’a verdikleri bir hediyeydi. Sürece dâhil olan diğer ülkeler gibi İran’ın
Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu temsilcisi zekice bir karşılık vererek şunu
söyledi: “ABD, dünyanın isteğini desteklemeye mecburdur, zira dünya, İsrail’in
de Nükleer Silâhların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’na [NSYÖA] imza atmasını
ve kapılarını Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu müfettişlerine açmasını
arzulamaktadır.”
Tutucuların
Başına Talih Kuşu Konuyor: Gemiye Saldırı
Tahran’ın
Türkiye ve Brezilya ile anlaşma imzalaması ve İsrail’in NSYÖA konferans
belgesine karşı çıkması üzerine, Obama’nın yaptırımlar programı Çin’in
itirazına maruz kaldı. Ardından 31 Mayıs’ta İsrail komandoları Gazze’ye giden
Türk yardım gemisi Mavi Marmara’nın güvertesine helikopterlerle çıkartma
yaptılar. Komandolar, daha çıkartma yapmadan önce ses bombaları atıp yolculara
plastik mermilerle ateş ettiler, yaşanan çatışmada dokuz kişi öldü, otuz
civarında yolcu yaralandı. Uluslararası planda kıyamet koptu ve İsrail-Türkiye
ilişkileri epey gerildi.
İran’da
Yeşil Hareket’in hileli cumhurbaşkanlığı seçiminin birinci yıldönümü için
gösteriler düzenlemeye hazırlandığı momentte, Mavi Marmara saldırısı, ülkedeki
tutucular için muazzam bir haberdi. Tutucular, İsrail’in yardım gemisine
saldırısı ve Gazze’ye yönelik ablukası üzerinden, İran’daki teokratik hükümetle
dayanışma yürüyüşleri tertiplediler. İran, devletsiz Filistinlilere yönelik
İsrail zulmünü uzun zamandır en ağır şekilde eleştiren bir ülkeydi. Ardından
Hameney, İmam Humeyni’nin vefatının yıldönümünde başkent sokaklarına iki milyon
göstericiyi yığabildi, Yeşil Hareket liderleri, bunun üzerine İsrail’i kınayan
bir bildiri kaleme almak zorunda kaldılar.
Gemi
saldırısı, aynı zamanda tutuculara Türkiye, Irak, Suriye ve genel manada Arap
dünyası ile dayanışma içerisine girmesine imkân veren, Filistinlilerin
savunucuları olarak saygınlıklarını kullanabilecekleri ve ülkenin bölgesel
etkisini artıracak bir dış siyaset imkânı sundu. Üstelik o günlerde İranlılar,
Gazze’ye yeni bir yardım gemisi göndermekten bile söz ettiler. Mağdur taraf
olan Türkiye Güvenlik Konseyi üyesi olduğundan, bu tesadüfî gelişme sayesinde
İran, Obama’nın yaptırımlar konusunda oybirliğiyle aldığı karara karşı çıkma
imkânı buldu. Nihayetinde söz konusu olay, Tahran’ın nükleer zenginleştirme
programıyla ilgili uluslararası endişeyi ve Ortadoğu’daki yeni kararlılığı arka
plana itti, öte yandan da İsrail’in Gazze’deki zorbalığını, barış sürecine
girmeyip nükleer konusunda yasadışı bir konumda bulunduğu gerçeğini ön plana
çıkarttı.
Sonuçta
başkan, oybirliğine dayalı olmayan yaptırımlarla ilgili kararını yumuşattı.
Netanyahu’nun kovboy tarzı, askerî taktikleri ve Filistinlilerle adil bir barış
yapma konusundaki gönülsüzlüğü, Obama’nın İran’a baskı yapma, ayrıca dünün
anlaşmazlık konularından biri olan Türkiye’yi dışlama hususunda Obama’nın
kafasını epey karıştırdı. Şubat 2009’daki başbakanlık seçimi İran’a verilmiş
bir hediyeydi. Likud liderliğinde kurulan hükümet, Batı Şeria’daki yerleşimci
siyasetine ve Gazze halkına yönelik ablukaya hâlâ devam ediyor, Filistinlilere
yönelik adaletsizlikleri dilinden düşürmeyen İranlı şahinleri de önsezili birer
lider hâline getiriyor. İsrail, NSYÖA’ya katılma fikrine ve BM müfettişlerinin
nükleer tesislerine girmesine izin vermeye karşı çıkıyor ki bu da İran’ı NSYÖA
üyesi devletler konusunda bir modelmiş gibi görünmesine neden oluyor.
Juan Cole
10
Haziran 2010
[Kaynak:
The People Reloaded: The Green Movement and the Struggle for Iran’s Future,
Yayına Hz.: Nadir Haşimi ve Danny Postel, Melville House, s.309-316.]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder