Teori harcı, şüphe denilen su ile karılır. Şüphe yoksa
teori, malumat yığını olarak rüzgârda savrulan bir kum tepesidir.
Baskı ve zulüm koşullarında tek tek bireylere
seslenmek, bireylerin ruh âlemine girmeye çalışmak, nafiledir. Genel olarak
bedeni doğum öncesiyle örgütleyen milliyetçilik, ruhu ölüm sonrasıyla
örgütleyen, dinî siyasettir. Kendisini bu iki siyasete karşı konumlandırmış bir
sol siyaset ise doğumla ölüm arasında salınımdadır. Parçalayan, dikine kesen,
mevcut fiilî gerilimdir.
Bu noktada zulüm, belirli bireyleri baskı altına alır,
tepki olarak kimlik, varlık, bilgi birikimi gibi hususlar yücelir. Sol,
yücelmenin örgütlenmesidir. O nedenle solculuk, sadece özel kişilerin özel
eylemlerinin toplamı olarak kodlanır, tariflenir. Devrimcilik, ölmek-öldürmek
olarak tarif edilmek zorundadır ki devrimci yüce ve özel olduğuna
inandırılabilsin. Bu yüce ve özel olmaya ikna çabası, doğalında tüm halk
kitlelerini “geri, aşağı, yoz ve kaba” bulmakla sonuçlanacaktır.
Burjuva devrimleri, devrimin sonucuna göre yapılan,
iktidara gelenlerin iktisadî ve politik yönelimine dair bir tanımlamadır.
“Burjuva” diye tanımlandığı andan itibaren, o momentlerde yoksulların,
ezilenlerin oynadığı rol görülmez hâle gelir ve bir süre sonra o burjuvaların o
yoksulları ve ezilenleri maniple ve kontrol etme, baskılama girişimleri olağan
ve doğal kabul edilir. Burjuva devrimleri, artık tarih denilen doğanın
kaçınılmaz bir sonucudur. Dolayısıyla solculuk, o burjuvalardan öğrenilmeli,
eksikler giderilmeli, halka o kadar baskıcı yaklaşılmamalı, yöntem ve üslup
değiştirilmelidir. Sosyalist devrimcilerin süreç içerisinde burjuva siyaset
potasında erimeleri, kaçınılmazdır.
“Devrimcilik ölmek-öldürmektir” diyenlerin ayakları,
ılık denizde, elleri soğuk kadehtedir. Bu tanımlama kastidir ve şüpheyle ele
alınmalıdır.
Bir EZLN evinde duvara yazılan “hayatta kalmak değil,
yaşamak istiyoruz” yazısı ise başka bir şey söylemektedir. Ölmek ve öldürmek,
kendisine özel birey toplamı kurgulamak isteyen subayların önemsedikleri bir
husustur. Buradaki siyaset de burjuva ideolojisine tabidir. Sol içerisinde,
ordunun “kolektif, eşitlikçi, devrimci, ilerici, bağımsız” bir özneymiş gibi
görünmesinin sebebi buradadır.
Bugün rejim, herkese “hayatta kalmak” üzerine kurulu
bir yarışmayı izlettirmektedir. Bu, ta Sparta’dan İyonya’dan ve Roma’dan beri
görülen güç oyunlarının modern versiyonudur. Temelde bu yarışmalar, toplumun
askerîleştirilmesini amaçlar.
AKP kanallarında kendisine yer bulan, “sözleşmeli er
töreni” haberlerinde, çarşaflı bir annenin oğlunun asker oluşuyla gururlanışı
verilir. Asker toplumsallaşmalı, toplum da askerîleştirilmelidir. Geri çekilip
baktığımızda göreceğimiz gerçek budur. Bu oluşa kimsenin itirazı yoktur, çünkü
herkes hayata, ezilenlerle-sömürülenlerle değil, yüce ve özel burjuva
devrimleri malumatı ile bakmaktadır. Paris Komünü ve Ekim Devrimi ile ilgili
malumat, burjuva devrimlerine dair malumatın önünde diz çöktürülmüştür.
Bu süreç, hayatta kalma ve güç imkânları eksenli
“yeni” bir ideolojinin harmanlandığı bir süreçtir. Her türlü ideoloji ve
ideolojik itiraz, güç ideolojisi zemininde etkisizleştirilir, hayatın dışına
atılır. Hayatta kalmak için uğraşanlara, bu çabalarının yaşamanın kendisi
olduğu öğretilir. Pazarlığı en yüksekten açanlar, kitleleri varolana rıza
göstermeye sevkederler.
Güç ideolojisi, doğalında solda da karşılık bulur.
Askerî olan, belirli fikrî hamlelerle, devrimci harekete de sızar. O güce, ona
benzer bir güçle itiraz edilebileceği söylenir. Ve zamanla teorik, ideolojik,
politik gerilimler, ayrımlar, çizgiler silinir, her şey ölmeyi ve öldürmeyi
bilen, bu konuda ustalaşan, özel ve yüce bireylerin varlığına indirgenir. Artık
devrim olmuştur, dolayısıyla devrim yapmaya da gerek yoktur.
Bugün sol, Suriye ve AB geriliminde, sıkışmıştır. Bu
iki ağır gülle, solun hareket planını tayin etmektedir. Şüphe önemlidir; ilk
güllede askeri, NATO’yu, Pentagon’u; ikincisinde AB’yi, fonları, finans
kapitali görmek zorunludur.
Devrimci mücadeleye devrimin mücadelesi de eşlik etmek
zorundadır. Devrim, tüm imkânlarda, çatlaklarda, sözde ve eylemde,
sıçramalarda, geriye düşüşlerde ve beklemelerde, rüşeym hâlinde mevcuttur.
Devrimci mücadele, devrimin mücadelesiyle hemhâl olabilmelidir.
Çünkü baskı ve zulme karşı direnen, aslolarak devrimin
kendisidir. Herkesin kendi öznelliğine, ayna görüntüsüne, düşmanın oyalama
taktiği olarak yücelttiği imgesine örgütlendiği süreçte, devrim sönükleşir,
sönümlenir. Devleti sönümlendirecek olan devrim, devlet tarafından sönümlendirilmelidir.
Asıl direniş, bu sürece yönelik itirazla alakalıdır.
Devrimin namlusu, kitledir. Kitle, devrimcilerin
tarihi ve toplumudur.
Kitle, mücadeleyle, mücadele içerisinde oluşur.
Düşmanın oyalama taktiklerinden biri de az çok okuyup yazan, meslek sahibi olan
kesimleri belirleyici kılması, onları akıl ve bilgiyi yücelterek özel
kılmasıdır. Bu hale, bu iğva, sözü tayin eder.
Nuriye Gülmen-Semih Özakça’nın açlık grevine
birilerinin, “bireylere sesleniyorum, bu suça ortak olmayın, grevi bitirsinler”
demelerinin nedeni buradadır. Onların son dönem moda olan felsefecisi
Spinoza’ya atıfla, “neşeyle direnişi desteklemeliyiz, kederi ve ölüme kadar
inadı değil” demeleri, asla şaşırtıcı değildir. Spinoza, İsrail’in kurucu
filozoflarından birisidir. Bu insanlar Spinoza’dan ancak İsrail’in aldıklarını
alabilmektedirler. Çünkü kişisel-öznel varlıkları, teorik-ideolojik-politik
düzlemde, küçük İsrail olarak inşa edilmiştir. O varlık, ufak İsrail olarak
anlam kazanabilmektedir.
Aynı telden Engin Sustam da greve destek veriyormuş
gibi görünen yazısında, aynı Spinoza’nın yereldeki öğrencisi Ulus Baker’in
sözünü anımsatmaktadır: “Çünkü yaşam dirençtir. Kendine bir süre biçmez, sonunu
algılamaz, sona erdiğinde kendisi ortada bulunmaz.” Bu, Eski Yunan felsefesinde
görülen, “ben ölmeyeceğim, çünkü öldüğümü bilmeyeceğim” diyen felsefecileri
akla getiren bir sözdür. Maddi varlık akla, algıya indirgenmekte, tuhaf bir
metafiziğe kaçılmaktadır. Birileri neşenin direnişine, birileri de direnişin
neşesine odaklanmaktadır. Devrim sonrasını bugüne taşıyanlar, devrimi baypas
etmekte, bunu öğretmektedir. Devrim, dans edilecek pist ayarlamaz! Kim kime
seslendiğini sorgulamakla yükümlüdür.
Akademisyenlerin gene o köpürtülmüş, yüceltilmiş bilgi
mülkiyeti ve aklın tanrılığı üzerinden direnişe örgütlenmesi mümkün değildir.
Bu fikrî pratik, burjuva devrimlerinin ilerlemenin itici gücü olarak
görülmesiyle sonuçlanacaktır. Oysa ezilenler, manevi düzeyde Kilise’ye, maddi
planda Kral’a karşı isyan etmişlerdir, burjuvazi de tüm aklî perdeleriyle,
Kilise ve Kral’ı kendi varlığında bütünleştirdiği gerçeğini gizlemiştir. Sütten
çıkmış ak kaşık olarak burjuvazi, böylelikle Kilise’ye ve Kral’a karşı isyan
pratiğini ve tarihini kendisinde boğmuştur.
Açlık grevini yürütenlerin o isyana ve tarihe aidiyeti
esastır. Kendinden menkul, kendisini yüce ve özel gören akademisyenlerin
siyaseti, ister istemez, o isyanı ve tarihi tasfiye etme, dünya kadar “geri”
gördükleri bu eylemi, ehlileştirme, modernize edip etkisizleştirme amaçlıdır.
İsyan ve tarih, ülkedeki tüm zulüm ve sömürü biçimlerini birbirine bağlamayı
emreder. Tek bir kişinin dramına indirgenen siyaset, o zulüm ve sömürü
biçimlerine yönelik kavgayla bütünleşemeyecektir.
Yücelmek için burjuva devrimlerinin yüceltilmesi
girişimi, alttaki yoksulların ve ezilenlerin aynı perspektiften ele alınmasını
beraberinde getirmekte, onlar “geri, aşağı, yoz ve kaba” olarak görülmektedir.
Gezi zamanı ele geçirilen Taksim ve Kızılay gibi meydanların kısa sürede teslim
edilmesinin sebebi buradadır. Arka sokaklardaki küçük kafe ve barlarda fikir ve
duygu yarıştırmak, daha neşeli ve eğlencelidir.
Alanlardan akan kitle, Kral’a ve Kilise’nin insafına
terk edilmiştir. Küçük krallar ve kiliselerse ömürlerini o kitlenin
aptallığıyla dalga geçerek, kendi öznelliklerini allayıp pullayarak ömür
tüketmektedir.
Şüphe zaruridir.
Açlık, ziyafet sofraları karşısında, her daim
devrimcidir.
Eren Balkır
12 Mayıs 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder