Ervand Abrahamian Söyleşisi
İskender
Sadıkî Burucerdi
20 Nisan 2017
İskender
Sadıkî Burucerdi ile yaptığı bu söyleşide, kendi kuşağının en önemli İranlı
tarihçilerinden biri olan Ervand Abrahamian, elli yıllık meslek hayatından ve
yirminci yüzyılda İran siyasetini ve İran’ı tanımlamış olaylara, politik
örgütlere ve hareketlere yönelik halk ve akademisyenler arasında yaygın olan
anlayışları biçimlendirmiş fikirlerden bahsediyor.
Tude,
İran işçi hareketi, CIA ve MI6’in 1953’te gerçekleştirdiği darbe, popülizm
meselesi ile ilgili yazılarında Abrahamian, hem İran hem de Batı’da süren
tartışmaları tayin etmeyi sürdürüyor.
Benzer
öneme sahip diğer bir husus da onun modern İran ile alakalı tarihyazımına
yaptığı katkı. İlgili çalışmasında Abrahamian, başka isimler yanında,
Christopher Hill, Eric Hobsbawm, ve E. P. Thompson gibi Marksist tarihçilerin
yöntemlerini yeniden yorumluyor. Abrahamian, çalışmasında ya oryantalist
fantezi ya da nativist nostalji ile yorumlanan İran tarihindeki toplumsal
değişimi, mücadeleyi ve sınıfın anlamını ortaya koyuyor. Kitapları İran’da çok
satıyor, yaygın olarak okunup tartışılıyor. Hâlihazırda Abrahamian, 1979 İran
Devrimi’nin tarihine dair bir kitap çalışması içerisinde.
§ § § §
Çalışmalarınıza
aşina olmayan okurlar için nerede büyüdüğünüzden ve modern İran tarihi
çalışmasına sizi neyin sevk ettiğinden biraz bahsedebilir misiniz?
Tahran’da doğdum, Mehr Okulu’nda üçüncü sınıfa
kadar okudum, sonrasında Britanya’daki bir yatılı okula gönderildim. O yıllar,
petrolün millileştirildiği, çalkantılı yıllardı. Ailem de birçok aile gibi
siyasetle ilgiliydi, her akşam radyodan haberleri dinlerlerdi, İran’da yaz
tatillerde ben de onlara katılırdım. Yatılı okuldaki son yılımda öğretmenim, R.
H. Tawney’nin ve Christopher Hill’in yazılarıyla tanıştırdı beni. Siyasî açıdan
neye eğilimli olduğunu bilmiyorum ama öğretmenim gerçekten de mükemmel bir
insandı.
Üniversitede Christopher Hill’in eski öğrencisi
Keith Thomas’tan Avrupa tarihi dersleri aldım. Onun sayesinde George Rudé, Eric
Hobsbawm, Lawrence Stone, E. P. Thompson, Victor Kiernan, Brian Manning ve
Rodney Hilton gibi Past and Present [Geçmiş
ve Bugün] isimli dergiyle bağlantılı tarihçilerle tanıştım.
Mezun olduğum dönemde modern İran çalışmak
istediğimi biliyordum, ama Britanya’da üniversiteler, o dönemde modern tarihi
meşru bir disiplin olarak kabul etmiyorlardı. Bu yüzden ben de Kuzey Amerika’da
siyaset bilimi bölümüne başvurdum, ama bu tür bölümlerin sadece toplumların “nasıl
modernize edilecekleri”yle ve dünyanın ABD çıkarları için nasıl güvenli bir yer
hâline getirileceği ile ilgilendiğini bilmiyordum. Bu iki soru da beni hiç mi
hiç ilgilendirmiyordu, bu nedenle Past
and Present dergisinin merceğinden bakarak, modern İran’ı keşfe çıktım.
İhsan
Taberi ve Bican Cezeni gibi İranlı Marksistler, tarihsel materyalizmi İran’daki
ekonomik ve politik gelişimin niteliğini açıklamak için kullanırken, siz belki
de en fazla bilinen kitabınız olan Iran
Between Two Revolutions’da [“İki Devrim Arasında İran” -1982] kısmen E. P.
Thompson’ın tarihyazımı yöntemini kullanıyorsunuz ve “sınıf bir şey değildir,
oluştur” diyorsunuz. Sizce Thompson, daha gelenekçi Marksist yaklaşımlara
kıyasla, İran tarihi incelemelerine ne katmıştır?
E. P. Thompson, sadece İranlı tarihçiler değil,
tüm dünya genelinde Marksist tarihçiler için bir dizi sebepten ötürü önemli bir
isimdir. İlk olarak o, tarihi daha uzun dönemler bağlamında ele almış, daha çok
empirik tarihle ilgilenmiştir. İkinci olarak Thompson, sınıfın oluşumunda
kültürün ve bilincin önemini kabul eder, aynı zamanda ekonomi gibi başka
faktörlere de ağırlık verir.
Ona göre, dini de içerecek biçimde kültür, statik
değil, toplumsal değişimlere bağlı olarak sürekli değişen bir olgudur. Üçüncü
olarak, birçok toplumsal tarihçiden farklı olarak o, siyaseti tarihten
kopartmayı öngören anlayışı redde tabi tutmuştur. Dördüncü olarak Thompson,
sıradan okurlara hitap etmiş, politik jargondan uzak durmuş, akademideki
fetişleri ve entelektüel obskürantizmi elinin tersiyle itmiştir.
Özetle o, tarihçilerin tarihçisidir, özel bir
zaman ve mekâna dalar, ilgili dönemle alakalı her şeyi okur, ardından empirik
bilgilerle yüklü bir çalışma kaleme alır. İhsan Taberi ve Bican Cezeni gibi
isimlerse esasen tarihçi değil, politik eylemcilerdir, onlar tarihin özel bir
dönemine el atarlar. Onlar, tarihin derinliklerine dalma konusunda ne imkâna,
ne de böylesi bir eğilime sahiptir.
İranlı
kalabalıklara dair araştırmanızı etkileyen isimse Büyük Britanya Komünist
Partisi Tarihçiler Grubu üyesi George Rudé. Siz, onun modern Avrupa’yı
tanımlayan önemli politik kalkışmaların bir kısmında kitlelerin faaliyetleriyle
alakalı önemli çalışmasından çok etkilenmişsiniz. Rudé’un görüşlerini İran’daki
Anayasa Devrimi’ne ve İslam Devrimi’ne tatbik ederken ne tür yanlış kanaatlerle
karşılaştınız?
Rudé üç önemli katkı yapmıştır: ilk olarak o,
Avrupa tarihinde kalabalıkların rolünü kabul etmiştir; ikinci olarak, Gustav Le
Bon’un kalabalıkların “irrasyonel” ve “tehlikeli bir güruh” olduğuna dair
anlayışına karşı çıkmıştır; üçüncü olarak, kalabalıkların farklı yönlerini,
toplumsal terkibini ortaya çıkartmıştır. Rudé’u okuyup onun New York’ta bir yaz
verdiği dersi dinleyince, çalışmalarının İran ile çok ilgili olduğunu gördüm.
Esasında kalabalıklar, İran tarihinde Avrupa tarihinden daha önemli bir rol
oynamıştır. Bu, özellikle 1906-9 Anayasa Devrimi, 1951-53’teki petrolün
millileştirilmesi kampanyasında ve elbette 1977-79’daki İran Devrimi’nde
geçerli bir husustur.
Onun kalabalıklarla ilgili üç ana bulgusunu,
onların oynadığı rol, rasyonaliteye karşı irrasyonalite ve toplumsal terkiple
alakalı tespitlerini İran üzerinden sınamaya çalıştım. Bu teorinin İran’da
fazla tesirli olmadığı açık. Müesses nizama bağlı aydınlar, bilhassa 1979
devriminden istifade edenler, Le Bon’u allayıp pulluyorlar, onların Rudé
konusunda bilgisiz oldukları açık. Bu isimler, kalabalıkları tehlikeli birer
güruh olarak görmeyi tercih ediyorlar, onların kolayca maniple edileceğini,
“gizli ve yabancı ellerin” kontrolüne gireceğini düşünüyorlar.
1969’da
Columbia Üniversitesi’ne sunduğunuz doktora tezinizin başlığı İran
Siyasetinin Toplumsal Temelleri. Bu, İran tarihinde muhtemelen en önemli
sosyalist politik örgüt olan İran Kitle Partisi’ne (Hizb-e Tudeye İran) dair ilk sosyolojik ve politik çalışma. Tude
ile ilgili bir çalışmaya sizi ne itti ve sizce partinin İran toplumundaki
politik ve kültürel etkisini nasıl ele almalıyız?
Tude’nin toplumsal temellerini incelemek, belki de
o dönemde, İran siyasetini aşağıdan incelemenin, devlet katında görev almış
seçkinlere değil de refahtan pay alamayan, tamircilere, petrol işçilerine,
emekçilere, işportacılara, ev kadınlarına, öğretmenlere, terzilere,
hemşirelere, kamyon şoförlerine ve dükkâncılara odaklanmamanın en iyi yoluydu.
Din, etnisite, eğitim düzeyi, cinsiyet açısından farklı olan sıradan insanlar,
partiye ve sendikalara üye oldular, böylece tarihsel planda yönetici sınıfın
ana koruyucusu olan devlet siyasetine müdahale ettiler. Tude, bu müdahalesiyle
özgün bir partiydi. Bu özelliğini sonrasında da korudu.
Siz, on
dokuzuncu ve yirminci yüzyıl boyunca Britanya ve Amerika emperyalizminin yıkıcı
rolünü eleştiren ve bu müdahalelerin tarihsel kaydını titizlikle tutmuş olan
bir isimsiniz. Son kaleme aldığınız kitabınız The Coup: 1953, the CIA, and the Roots of Modern US-Iranian Relations’ta
[“Darbe: 1953, CIA ve Günümüzde ABD-İran İlişkilerinin Kökleri”] da ana mevzu
bu.
1953’te
önemli bir dönüm noktası olarak yaşanan darbeyle ilgili başka bir kitap yazmaya
sizi iten nedir? Sizce, İngiliz-İran Petrol Şirketi’nin (AIOC)
millileştirilmesi ve Muhammed Musaddık’ın MI6-CIA eliyle gerçekleştirilmiş
darbe sonucu devrilmesine dair eski değerlendirmelerinizde ne eksikti?
Sizin de belirttiğiniz gibi, 1951’de başlayıp 1953
darbesiyle sonuçlanan petrolün millileştirilmesiyle alakalı krize dair çok şey
yazılıp çizildi. Bu çalışmaların bazıları Musaddık’tan yana saf tutuyordu. Ama
Musaddık’tan yana saf tutan çalışmalar bile nihai felâketi izah ederken
oryantalizmin tuzağına düşüyordu. Bunlar, genelde İran’a millileştirme
politikasının kabulü de dâhil, makul bir çatışmasızlık ortamını sunanın
Britanya ve ABD olduğunu söylüyor, Musaddık’ın kişisel ve kültürel
eksiklerinden ötürü bu iki ülkenin şartlarını kabul edemediğini iddia ediyordu.
Bu çalışmalarda Musaddık, “akıl dışı”, “çocuksu”, “efemine”, “dik kafalı”,
“sinir edici”, “tuhaf”, “bağnaz”, “yabancı düşmanı”, “duygusal”, “doğulu”,
Robespierre,” Frankenstein” ve Şiilere has şehadet kültürüne takıntılı biçimde
bağlı bir “demagog” olarak takdim ediliyordu.
Bu çalışmalar, özünde iki önemli detayı,
detaylardaki şeytanı gözden kaçırıyordu. İlk olarak ABD ve Britanya,
“millileştirme ilkesini” kabul etmeye istekliydi, ama bu ilkenin uygulamaya
konulmasından yana değildi. Onlara göre, petrol endüstrisi İranlıların elinde
olmamalı, Batılı petrol şirketlerinin kontrolü altında bulunmalıydı. Esasında
darbeden sonra şirketler, Petrol Konsorsiyumu adı altında, tüm kontrolü ele
geçirdiler. İkinci olarak Britanya, 1953’te petrol tesislerinin gerçek
değerinden tazminat ödemeye karşı çıkıyordu. Bunun yerine bu ülke, yüzyılın
sonuna dek verilmesi planlanan kârlar üzerinden “astronomik” bir toplamı cebe
indirmek derdindeydi.
Musaddık, aslında hiçbir teklife itiraz etmedi. O,
sadece tazminatın nasıl hesaplanacağını, hesaplamanın mevcut değer mi yoksa
gelecekteki kârlar üzerinden mi yapılacağını bilmek istiyordu. Eisenhower
yönetimi ise bu konularda net hiçbir şey söylemiyordu. Tüm tarihçiler, bu ufak
meseleyi ihmal ediyorlar. Amerikalılar, Britanyalılar gibi, başarılı bir
millileştirme sürecine mani olmakla ilgiliydiler. Her şeyden önce başarılı bir
millileştirme girişimi, Irak, Suudi Arabistan, Körfez Ülkeleri, Endonezya ve
Venezuela için kötü bir emsal teşkil edecekti.
Darbeyi inceleyen tarihçilerin tümü, Britanya ve
Amerika’nın risk altında olduğu gerçeğini görmezden geliyorlar. Bunun yerine
Amerikalı akademisyenler, darbeyi kuzey-güney veya sömürgecilik karşıtı
mücadeleyle emperyalizm çatışmasının genel bağlamına değil, Soğuk Savaş
bağlamına yerleştirmeyi tercih ediyorlar. Soğuk Savaş, her türden zalimane
eylem için iyi bir kılıf olarak iş gördü. Soğuk Savaş, genelde arabadan
babaannenizi atmak için bile bir kılıf olarak kullanıldı.
Son
yıllarda ABD-Birleşik Krallık istihbarat servislerinin rolünü küçülten, asıl
olarak Musaddık’ı suçlayan, revizyonist darbe değerlendirmelerine neden çok
fazla tanıklık ediyoruz?
Musaddık’a çok farklı yönlerden saldırılıyor. Şah
yanlılarının saldırı gerekçeleri açık. Ama bunların darbeyi CIA-MI6’in
örgütlediği subaylara değil de Ayetullah Behbehani ve Kaşani gibi mollalara
bağlamaları gerçekten tuhaf. Galiba “şahın ve halkın ayaklanması” denilen
gelişme adına herkesin dikkatini başka yöne çekmek istiyorlar. Burada
çoğunlukla darbenin halk desteğinden mahrum olduğundan söz ediliyor.
İslamcılarsa, Musaddık’ın altını oyma noktasında
kendilerince belirli ideolojik gerekçelere sahip. Her şeyden önce Musaddık,
siyasette dini istismar etmeye karşı çıkan, seküler bir milliyetçi, açıktan
aydınlanmanın ürünü olduğunu söyleyen, dindarlığa ait zihniyete karşı çıkan bir
isim. Dahası İslam Cumhuriyeti’nde bazı genç aydınlar, Batılı yeni
muhafazakârların ve neoliberallerin savunduğu serbest piyasaya ve hür teşebbüse
meftun kişiler olarak yetiştirildiler. Onlara göre, petrol halkın egemen olması
gereken, kıymetli bir doğal kaynak değil, despotik devleti finanse eden bir
“lanet.” Onlar, tüm petrolü millileştirme kampanyasını yanlış yönlendirilmiş ve
modası geçmiş bir adım olarak görüyorlar.
Khomeinism [“Humeynizm” -1993] isimli kitabınızda
Humeyni’nin ideolojisinin ve liderlik ettiği hareketin bir tür Üçüncü Dünya
popülizmi olarak anlaşılması gerektiğini söylüyorsunuz. Bu yaklaşımınız
üzerinden siz, İran devrimini modernleşmeye karşı atacı, bağnaz ve köktenci bir
saldırı olarak gören Batı medyasındaki hâkim anlatıyla çelişiyorsunuz.
Bu
noktada son yıllarda yeniden gündeme gelen Richard Hofstadter’in ünlü eseri The Paranoid Style in American Politics’e [“Amerikan Siyasetinde Paranoyak Tarz”]
atıfta bulunuyorsunuz. Geriye dönüp baktığımızda, “Humeynizm” ile ilgili
tartışmaya yönelik katkınızı nasıl değerlendiriyorsunuz, sizce Amerikan
popülizmi tarihiyle İran’daki popülizmin tarihi ne tür ortak özelliklere sahip?
Devrimin zirveye ulaştığı dönemde Humeyni
hareketi, bir dizi farklı politik unsuru bağrında taşıyordu. Humeyni’nin
kendisi ve Ayetullah Beheşti gibi kendisine yakın müritleri, şahı devirmek için
mustazaflar adına konuşmaları gerektiğini anladı. Bu nedenle aynı isimler,
radikal popülizmin diline müracaat ettiler. Ancak şah karşıtı hareket, aynı
zamanda ekonomik açıdan muhafazakâr, hatta gerici kimi unsurları da içeriyordu.
Bu unsurlar, temelde pazarı, küçük burjuvaziyi temsil ediyordu. Humeyni’nin son
yıllarında, hatta vefatından sonra bile bu muhafazakâr unsurlar kendisini
giderek daha fazla hissettirdiler.
Bugün karşımızda radikal popülizm söylemini
kullanmayı sürdüren, ama merkezinde duran sosyo-ekonomik politikaları
alabildiğine muhafazakâr bir içeriğe sahip olan bir cumhuriyet var. Örneğin
rejim, toprak reformunun mülkiyeti sınırlandırmaması gerektiğine hükmetti, zira
ona göre, bu türden sınırlamalar şeriatın yücelttiği özel mülkiyet haklarını
ihlal edecekti. İran’da popülizm, dünyanın başka yerlerinde karşımıza çıkan
popülizmle birçok ortak yöne sahip. Dışarıdan bakıldığında bu popülizm
radikalmiş gibi görünüyor, ama özünde aynı popülizm muhafazakâr. ABD’deki
popülizmle İran’daki popülizm arasındaki farksa şu: ilki tüm gezegene yönelik
bir tehdit, ikincisi sadece kendi halkı için zararlı.
Bugünlerde
1979 İran Devrimi ile ilgili bir kitap çalışması içerisindesiniz. Devrimci
solun devrime katkıları konusunda ne düşünüyorsunuz? Genel tarihyazımı
bağlamında bu katkılar ya çok abartılıyor ya da görmezden geliyor.
Yeni sol devrimde dolaylı, ama aynı zamanda önemli
bir rol oynamıştır. Gerilla hareketi, bilhassa Marksist Halkın Fedaileri isimli
örgüt, yetmişlerin başında direniş ruhunu diri tuttu, ayrıca petrol gelirleri
ve askerî büyümeye rağmen rejimin temelinin zayıf olduğuna dair kanaati geleceğe
taşıdı. Eski sol ise, özellikle kırklardan itibaren, yurttaşların devredilemez
toplumsal-ekonomik haklara sahip olduğuna ilişkin o önemli anlayışı politik
kültüre zerketmeyi bildi. Tude’nin ana sloganı, “herkese ekmek, herkese ev,
herkese eğitim”di.
Bunun dışında İslamî sol, özellikle Ali Şeriati,
daha çok altmışların Avrupalı Marksistlerinden etkilenmişti. Bu noktada yeni
radikal İslam’ı Batı Marksizme doğrudan atıftan bulunmaksızın analiz etmek
mümkün değil. Her şeyden önce Şeriati’nin İslam devriminin gerçek “ideolog”u
olduğu tespiti doğru bir tespit.
Tude ve
Halkın Fedaileri (Çoğunluk Hizbi) ile ilgili eleştirileriniz nelerdir? Bu
örgütlerin “liberal burjuva özgürlükleri” anti-emperyalizm sunağında feda
ettiklerini, böylelikle seksenlerde İslam Cumhuriyeti’nin otoriter bir içerikle
güç kazandığı sürecin önünü açtıklarını söylemek mümkün müdür?
1978-79’da şah yanlıları hariç neredeyse tüm
politik gruplar, devrime ve İslam Cumhuriyeti’ne destek verdiler. Farklı
zamanlarda ve farklı meseleler üzerinden muhtelif örgütler muhalefete geçtiler.
Tude ve Fedailer (Çoğunluk) muhalefet saflarına 1982’de, rejimin ciddi bir
yıkıma yol açacak olan, Irak’la savaşa girmeye dönük o önemli kararı aldığı ve
Fedaileri ülkeden kovduğu dönemde katıldı. Bir süre sonra savaş ulusal savunma
savaşı olmaktan çıktı.
Solun rejimi desteklediğine ilişkin eleştirilerin
önemli bir kısmının kaynağı Müslüman “liberaller”. Oysa bu isimler, rejimi
desteklemekle kalmadılar, rejimin ayrılmaz parçası hâline geldiler. Her şeyden
önce Bezirgan, Humeyni’nin başbakanıydı, anayasadan yana oy kullandı ve ordular
Irak’a girerken sessiz kaldı. Öte yandan solun Humeyni’den uzak kalıp seküler
ilerici değerleri savunduğu, başka bir ifadeyle, liberal Milli Cephe ile
ittifak kurduğu üzerinde de durulabilir. Bu, kimi Tude liderlerinin yürüdüğü
yoldu. Ama bu girişim, Milli Cephe’nin Humeyni’ye erkenden teslim olunca
sekteye uğradı.
“İslam Cumhuriyeti Neden Hayatta Kaldı?” (2009) isimli makalenizde, mollaların
yönettiği rejimin neden ayakta kaldığını ve 1979’dan beri nispi bir istikrarı
nasıl muhafaza ettiklerini açıklıyorsunuz, bu anlamda halkın farklı kesimlerine
sunulan refahtan, en genelde ekonomik ve toplumsal popülizmden bahsediyorsunuz.
Bugünse, her ne kadar çoğunlukla açık bir kayırmacılık ve rantçı pratiklere yol
açsa da özelleştirme ve teşviklerde kesinti yönünde kimi girişimlere tanıklık
ediyoruz. Sizce, üzerinizde durduğunuz toplum sözleşme risk altında mı?
Washington Konsensüsü’ne atıfta bulunan
ekonomistler, rejimin sosyal yardım ve gıda, altyapı, barınma, eğitim, ilâç ve
gazilere yönelik teşvikler konusunda kaynakları bol keseden harcamasını
eleştirmeyi seviyorlar. Bu türden teşvikler, finansal açıdan anlamsızmış gibi
görünebilirler, oysa bunlar, bilhassa yoksul sınıflar nezdinde, toplum ve
devlet arasında önemli bir bağ kurdular.
Ekonomistler, daha Şubat 1979’da rejimin
çökeceğine dair tahminler dillendirdiler. Bu tahminlerin boş çıkmasının ana
sebebi, rejimin adil ve kapsamlı bir refah devleti tesis etmiş olmasıydı. Son
yıllarda sağa yönelik tedricî ve kesintisiz kayma, doğalında bu refah
devletinin temellerini aşındırdı ve rejimin toplumsal zeminini çökertti.
Trump
döneminde demokratik, herkesi kucaklayan ekonomik açıdan adil bir İran ne kadar
mümkün? Trump’ın ve yönetiminin tehditkâr niteliği karşısında İran tarihi ve
siyaseti okuyan öğrenciler olarak bizim demokratik ve politik sorumluluğumuz
nedir?
Sorunuz, birbirinden ayrı iki meseleyi gündeme
getiriyor: Trump ve İran’daki içsel dinamikler.
Trump, belirli bir ürünü satmak için laf
kalabalığı yapıp duran bir sahtekâr. Kampanyası boyunca o, İran’a ve nükleer
anlaşmasına ağır bir dille saldırdı, çünkü o bu sayede oy kazanacağını,
Netanyahu’nun desteğini alabileceğini biliyordu. Artık bu kesimlerin desteğine
ihtiyacı yok. Ama bugün asıl tehlike, onun ekonomik vaatlerinin hükmünün
kalmaması. Muhtemelen Trump, tek çare olarak İran’ı dış düşman kabul edecektir.
Büyük olasılıkla İran hedef hâline gelecektir. Sağcı popülistlerin tüm dünya
genelinde ekonomik vaatlerinin hükmünün kalmadığı koşullarda, dış düşmanlar
araması asla tesadüf değildir.
Eğer İran hedef hâline gelmezse, onun içsel ve
doğal seyri başka yöne kayacaktır. Altmışlardan itibaren siyasetteki hâkim
söylem İslam, özgünlük, yerelcilik ve “köklere dönüş”tür. Bu türden bir söylem,
reformun tıkandığı, sağın hâkim hâle geldiği mevcut açmaza yol açmıştır.
Devrimden sonra dünyaya
gelmiş olan yeni nesil, köklere bakmakla değil, daha çok bireysel, toplumsal ve
ekonomik hakları koruyan, anlamlı reformlarla ilgileniyor. Bu özelliğiyle yeni
nesil, belli belirsiz köklere yönelik amaçsız bir arayış yerine, 1905-9’da
Anayasa Devrimi’nde ninelerinin ve dedelerinin yaptıklarının bugünle alakalı
olduğunu görüyorlar.
Dipnot
[1] Ervand Abrahamian, “İslam Cumhuriyeti Neden
Hayatta Kaldı?”, 2009, İştirakî.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder