Liberalizmin ve sosyal demokrasinin kuşatması
altındayız. İlki ezilenlerin; ikincisi sömürülenlerin öfkesini boğmak için var.
Bir de bunlara ele “silâh” alınca bu kuşatmadan azade olduklarını zannedenler
ekleniyor.
Emperyalizm ve devlet iç içe, yoğruluyor. Liberalizm
ve sosyal demokrasi, siyaseti ve ideolojiyi belirlediği ölçüde, yoğrulma süreci
kendisine ait bir yol buluyor. Sınırlar sınıfsallıktan; sınıflar sınırlarından
kurtuluyor. Geniş bir özgürlükler âleminde kulaç attığımızı zannediyoruz. Bu
baskı ortamı, bu nedenle sessizlikle karşılanıyor. Herkes, hâlinden,
sınıfsallığından ve sınırlarından memnun.
* * *
Radikal gazetesi
sonrası, onun devamı olduğunu söyleyen bir yayın çıkıyor. Gazete Duvar,
bugünlerde Suriye ile ilgili haberler geçiyor. Suriye’de Kürdlerin şarkıcı bile
olamadıklarından[1] bahsediyor, ellilerin başında askerî darbeyle başa geçmiş
bir batı uşağını göklere çıkartmaya çalışıyor.[2]
Bu haberler, beş yıldır solun neden Suriye konusunda
sessiz kaldığını da izah ediyor. Suriye’nin tek bir eylemi, tek bir bildiriyi,
tek bir tepkiyi hak etmediği düşünülüyor. Liberalizmin ve sosyal demokrasinin
kıskacı ile alakalı bir gelişme bu.
O kıskaçta Suriye “geri, milliyetçi, yoz bir çöl
toprağı” olarak görülüyor. Ne olursa olsun, Türkiye’nin geldiği hâle şükür
duaları ediliyor. En komünisti bile bu durumda. Suriye’ye bakıp içten içe
mevcut hâle şükürler ediliyor. Liberalizm ve sosyal demokrasi, zehir gibi, kana
damla damla işliyor.
* * *
Kendisiyle yaptığı mülâkatı takdim ederken Bloomberg, Soros’u
“insanî yardımların şampiyonu” olarak niteleyip övüyor ve ardından da onun
Sovyetler’in yıkılması için harcadığı yüz milyonlardan bahsediyor. Böylelikle,
dolaylı olarak, Soros’un Sovyetler’in yıkılmasına katkı sunmakla insanlığa
yardım ettiği söylenmiş oluyor.
Sovyet sonrası sol-sosyalist hareketlerin genel seyri,
belirli bir özgürlük vurgusu üzerine şekilleniyor ve mevcut rüzgârla yelkenler
şişiriliyor. Duvar gazetesinin Edip Çiçekli’yi övmesinin sebebi burada.
Onlar da inanıyorlar, Sovyetler’in insanlık düşmanı bir varlık olduğuna. Onlar
da o dönemdeki tüm güç ilişkilerinin bireye halel getirdiğine iman ediyorlar.
Batı menşeli ideolojik propagandaya o nedenle bu kadar aşkla bağlılar. Suriye
karşısında el ovuşturmalarının bir sebebi burada. Emperyalizm, kendisini devlet
zanneden bireyleri içten içe yoğuruyor.
* * *
Millî ve dinî olana düşmanlıktan kim söz ediyorsa,
liberalizmin ve sosyal demokrasinin kuşatması adına konuşuyor. Millî ve dinî
olanın karşısına tek kişilik cumhuriyetler olarak çıkılıyor, herkesi bu şekilde
lime lime edip, bireysel cumhuriyetlerine kul etmek istiyorlar. Aldıkları emir,
bu yönde. Cumhuriyetinin bayrağı olarak kimisi kadın pedini, kimisi cinsel
hazzı, kimisi entelektüel birikimini tercih ediyor. Kimse, Sabahattin Ali’nin
romanını bilmeyen kadının aşağılanmasında, o kadının kadınlığına, laikliğine
dair notlar düşme ihtiyacı duymuyor. O solcuların gündüz saati onca baskı ve
zulme rağmen, neden magazin programı izlediğini kimse sormuyor. Asıl alay
edilmesi gereken husus bu.
Asıl dert, kuşatmanın, baskının neticesinde
egemenlerin bizim “üstün olan yanlarımız”ı öne çıkartmaya mecbur etmeleri. Bu
öne çıkartılan hususların, gene onların diliyle gerçeğe havale edilmeleri.
Bizde üstün olduğunu düşündüğümüz şeyi, gene egemenden öğrenerek yüceltiyoruz,
onu hiç sorgula(t)mamamızın sebebi burada.
* * *
Soros, aynı mülâkatta, yüzlerce Roman’ı eğittiğinden
bahsediyor. Bunda ezilen Romanlara dair notlar çıkartanlar, kendi birey
cumhuriyetlerine yönelik olumlu sonuçlara ulaşıyorlar. Soros’un derdi, Romanlar
değil. Paranın ve emtianın akış yönü, akışa verilmiş güvenceler. O liberal ve
sosyal demokrat kuşatma, kimsenin umurunda değil, önemli olan, bu akış yönünde
kimlere zulmedileceği.
Bir akademisyen (Neşe Özgen) çıkıyor, uluslararası bir
akademi grubuyla Balkanlar’da sınır çalışmaları yaptığından bahsediyor.
Aktardığına göre, sırada Kafkaslar varmış. Bu çalışmaların emperyalizmin hâlen
daha karıştırdığı, hâlen daha kendince bir istikrarı dayattığı bölgeler
olmasına dair tek bir soru bile sorulmuyor. Anti-emperyalizmin artık faşizm
olarak kodlandığı bir gerçeklikteyiz zira.
Aynı kadın akademisyen, Balkanlar’da mültecilerin
yürüdüğü alternatif yollardan bahsediyor ve sınırları kesen bu yolların eski
Roma’ya ait yollar[3] olmasında mistik anlamlar buluyor. Tüm bu bilimselliği
dâhilinde kimse, ondan Spartaküs’ün yürüdüğü yolları bulmasını tabii ki
beklemiyor.
Sermayenin ve emtianın akacağı yolların bulunması,
önceden akademiye tevdi edilen bir iş olmalı. O akademi, bugün Roma
İmparatorluğu’nu övüyor. Yeni Roma’dan alınan feyz ve fulus, bunu emrediyor.
Tüm bu akademisyenler ve gazeteciler, devleti nötr bir
olgu olarak ele alıyorlar ve Tayyip’i, AKP’yi buradan eleştiriyorlar. “Devlet
bana bakmalı, korumalı” gibi tuhaf cümleler sarf ediyorlar. Sınıfsal
ilişkilerden arındırılmış, nötr bir devlet var ve bu isimler, o devleti hizaya
sokmaya çalışıyorlar. “Devletin bize borcu var”[4] diyorlar. Devletin yurttaşı
işgal ettiğinden bahsediyorlar. Tuhaf liberal devlet-sivil toplum ayrımları
yapıyorlar. Böylelikle devletin sivil toplum ve yurttaşta; yurttaşın devlette
nasıl inşa edildiğini örtbas ediyorlar.
Kim el uzatırsa, ona yüzlerini dönüyorlar. Ve hâlâ
şeriattan, gericilikten dem vuruyorlar. Çünkü o nötr, bağımsız, sınıfdışı
devletin AKP kirinden arındırılması lazım, o nedenle Kemalizme sesleniyorlar.
“Devirin artık şunu!” diye bağırıyorlar. Buna da Marksizm, sosyalizm falan
diyorlar. En alçak kitle kuyrukçuluğu, en alçak siyaseti ve ideolojiyi
çağırıyor.
* * *
Liberalizm ve sosyal demokrasi kuşatması, masaya oturup
ezilenler ve işçiler adına konuşanlar eliyle perçinleniyor. Demirtaş’ın
başkanlık meselesini mizahın konusu hâline getirmesi, olguyu hafifletiyor ve
onun iyice bilinçlere olumlu bir gerçeklik olarak yedirilmesini sağlıyor.
Bireyselleşen mesele, yüklerinden kurtuluyor.
“Türkiye Musul’u almak istiyor” lafı da aynı yere
oturuyor. Sırrı Süreyya’nın “servet transferi” hocası Yalçın Küçük, “yıllardır
Suriye’yi ve Irak’ı alalım” diyor. Süreyya, Kasım Süleymanî’yi muhtemelen o
nedenle sevmiyor.
Ha liberal ha sosyal demokrat, varolan Türkiye’den
memnun hâl, hepimize yetiyor. Suskunluğumuzun, puslu havanın, o içimize inen
kurtların sebebi burada.
Masayla düşünenin, durmadan “çözüm süreci de çözüm
süreci” diye ünleyenin, ezilenlerle veya işçilerle bir muhabbeti olamıyor.
Akademi ve gazetecilik, liberal-sosyal demokrat kuşatmanın tahkim edildiği
alan. Teori ve ideoloji, ezilenlerle ve işçilerle ortak bir mücadelenin ürünü
değil, o masalarda üretiliyor. O tahkimat alanında yer yurt edinmek için
uğraşılıyor. Bireysel cumhuriyetler ile egemenlerin cumhuriyeti eleştiriye tabi
tutuluyor.
Millet ve din içi sınıfsal gerilimleri yönetmek, gene
egemenlere kalıyor. Bireysel cumhuriyet sahipleri, hâllerinden memnunlar,
maaşları allı pullu, villaları, köşkleri, ezberlediği yalanları, bol
ajitasyonlu cümleleri var. Ama gerçekte zulüm ve sömürü, ona karşı mücadeleyle
birlikte, dipten derinden, başka bir yolda ilerliyor. Öncelikle bu pusun
dağıtılması gerekiyor.
Eren Balkır
19 Ekim 2016
Dipnotlar:
[1] Evrim Hikmet Öğüt, “Suriye’de Kürtler Müzisyen Olamaz”, 12 Ekim 2016, Duvar.
[2] Seran Vreskala, “Dedesi Eskiden Suriye’yi
Yönetirdi”, 19 Ekim 2016, Duvar.
[3] “Neşe Özgen Söyleşisi”, 7 Ekim 2016, Reportare.
[4] Karin Karakaşlı, “Borçlar”, 11 Ekim 2016, Duvar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder