Pages

10 Eylül 2016

On Eylül


1905 tarihinde Fransa’da çıkan laiklik kanununun önemli bir nedeni de öğretmenleri devletin ajanı yapmaktır. Devletin toplumu kurma, hayata damgasını vurma meselesi, burada önemli bir rol oynar. Bu açıdan köy enstitüleri ile ilgili nağmeler düzmek, ilericiliğin türkülerini mırıldanmak, komünistlere yakışmıyor olmalıdır. O nağmede ve türküde ileriye dönük fırsatlar görenler, devletin içe nasıl nüfuz ettiğini, yerleştiğini görmemektedirler. Devlete yerleşerek onu içeriden dönüştürüp sosyalist yapacağını söyleyenler, sınıfa ve halka yalan söylemekte, sınıfın ve halkın iradesine küfretmektedirler. Devletin uşağı olan bu tür solcular, sınıfa ve halka düşmandırlar.

Tüm meseleler, devletle gerçek bir mücadele içerisinde olunmaması ile alakalıdır. Böylesi bir mücadele, kendi teorisi ve ideolojisi ile birlikte gelecektir. Onun içine sızıp dönüştüreceğini düşünen, devlete karşı mücadele veremez. Herkes, devlet içerisindeki gerilimde bir yere yuvarlanmaktan memnundur. Bu açıdan “14.000 PKK’li öğretmen” şayiası, “yeni” devletin sızma, yerleşme arayışı ile alakalıdır. Devlet, bir kez daha “ekmeğiniz de, toprağınız da, işiniz de, hayatınız da benim” demektedir. “Benim” sahipliğe işaret ettiği gibi, bir özneye de atıfta bulunmaktadır.

Ekmek, toprak, iş, hayat, devletin kendisi olmak zorundadır. Fethullah operasyonları üzerinden devlet, kendi mülkünü vekilinden geri almaktadır. Bugün sağa, İslamcıya, muhafazakâra vururken, devleti aklamamak, onun içe yerleşmesine imkân vermemek gerekir. Tersten, bu vurma işlemi, basit manada ekmek dilenmektir. Devlet, sürekli ekmekle tehdit etmektir.

Dolayısıyla, 1905 kanununa ve onun yerli versiyonlarına karşı çıkmayanların işten atılan akademisyene, öğretmene, gazeteciye de laf etmesi mümkün değildir. “Başkanlık istedi, ben onun başkan olmasını istemedim” diyen Fethullah’ın “muhalif” çizgisiyle yetinmenin anlamı yoktur. Başkanlık, devletin kadim meselesidir. Erdoğan, bu sufleyi yinelemek zorundadır. Ve o Erdoğan’ın sınırsız ve sınıfsız biriymiş gibi görülüp hedefe konulması, yanlıştır.

Örgüt şefleri, gazeteciler ve akademisyenler arasındaki sınırlar giderek silikleşmiştir. Sınırsız ve sınıfsız olduğunu zanneden bu kesimler, boncuk gibi yan yana dizilmiş, Erdoğan’ı hizaya sokmaya, ona karşı öfkeyi inceltmeye çalışmaktadırlar. Özünde herkes, hâlinden memnundur. “Sınırlı ve sınıflı olanlar düşünsün bu sürecin sancısını, kahrını!” denmektedir.

Herkesi ama herkesi Rojava’ya çağırmak da iş değildir. Bu çağrıyı yapanlar, “buralar boşaldığında buranın zalimine ne olacak, mazlumu ne yapacak?” sorusunu cevaplamalıdırlar. Rojava’nın da kimilerinin zihninde sınırsız-sınıfsız bir olgu olarak iş gördüğü açıktır. Devletle mücadele, başka bir bahara ertelenmektedir. Kürd’ün mücadelesi, sınırsız-sınıfsız bir yere taşınmakta, orada rahata erilmekte, onunla ancak bu sayede ilişki kurulabilmekte, düzlem değişmekte, sınıf ve sınır kendisini hissettirdiğinde ona kızılmakta, burada-bugünde mücadele yürütme konusunda bu düzlem değişikliğinin nelere mal olduğu görülmemekte, daha doğrusu bu husus gizlenmektedir. 1905 kanununun ajan öğretmenleri, her yere yerleşmektedirler. Devlet boşluk tanımamaktadır. O, boşlukta ve boşlukla örgütlenmektedir.

* * *

Bazı ahmaklarsa, misal Metin Kayaoğlu türü solcular, bu toz duman içinde, “Tayyip düşerse, TC’nin ömrü uzar” diyerek, TC’nin sahiplerine mesaj gönderiyorlar. “Küçülmek, düşmek, yıkılmak istemiyorsanız, Tayyip’ten kurtulun” diyorlar. Özünde “ben, TC’yle dövüşmüyorum, Tayyip’in kullanım süresini kısaltıyorum” demiş oluyorlar. Tayyip sayesinde devletle mücadele etmeme imkânına kavuşuyorlar, sürekli ona işaret ediyorlar, “devletin artık Tayyip olduğunu” söyleyerek, devletin operasyonlarını gizliyorlar. TC, devlet demek oluyor. Bu yaklaşımı savunanlar, o devletin ajanı değil de nedir?

10 Eylül, bu anlamda, ülkenin kuruluşunda başa geçen muktedirlere bir meydan okumadır. İşgal ve emperyalizm meselesi, cephenin içeride kurulan devlete karşı devrimin zeminini oluşturma imkânı bahşetmemiştir. Bugünkü mesele, kuruluştaki o iki takanın her ikisine de binilip deryalara açılmanın mümkün olduğunun düşünülmesidir. Diğer takada çeteler vardır.

Mazlum doğu halklarının kurtuluşa dair tüm gerilimli, sancılı bilinci, 10 Eylül’le cisimleşmiştir. Ülke gerçeği ile Sovyetler dolayımıyla kurulan ilişki, bu bedeni ruhsuz bırakmıştır. Boşluğu devlet doldurmuştur.


Yukarıdaki fotoğraf Afyon’da çekilmiştir. O fotoğrafta Eskişehir-Kütahya hattında faal olan “Bolşevik Tugayı” yoktur. Bu resimlere baktığından, oradaki karakterlere önem verdiğinden, o tugayı hiç görmediğinden sol bugün, nefes, kan ve can anlamında, devletin üflediği ruhla hayatta kalabileceğine iman etmiştir. Devletin içine sızabileceğini düşünmektedir. 10 Eylül, tüm solla mülkiyet ilişkisi kurmak için bir etikete, sopaya indirgenmemelidir. Bu yaklaşım da devlete dairdir.

Dolayısıyla mesele, savaşın, işgalin, zulmün, sarayların kahrını çeken yoksul mazlumlarla düşünmektedir. 10 Eylül, o kahırda ve öfkede yoksa, zaten hiç olmamıştır. Sovyet bürokratı ve devlet bürokratı arasında politik manada bir fark yoktur. Bize lazım gelen, halkın topraktan kök alan kendi doğal önderleridir.

Devlet, içteki Fethullah faaliyetiyle son on yılın muhalif hattını kendisine örgütlemeyi bilmiştir. Son günlerde servis edilen haberlerde hâlâ onların damgası vardır. Devrimci hareketin bu süreçte yer yurt sahibi olduğu söylenemez. Özellikle son yirmi yıldır, devletten mesafelenme noktasında liberalizmin teknesine binildiği açıktır.

Kimse, Karadeniz’deki o iki takada aynı anda olamaz. Bize Suphiler’in boğazlandığı taka, kâfidir. Dalgalarla boğuşacak iman, zaten mevcuttur.

Bir iddiaya göre, Suphi’ye “takaya bin, Batum’a git” derler. Öldürülmesinin muhtemel sebebi, takip sırasında takanın dümenini Batum’a kırmadığının fark edilmiş olmasıdır. Zira Suphi, Batı Karadeniz sahil kasabalarındaki hücrelerle irtibat hâlindedir. Mete Tunçay gibi liberallerse, yıllarca bizi “köksüz, temelsiz, kitlesiz” olduğumuza inandırmışlardır. Tayyip kadar liberaller de devletin uzantılarıdır.

Devletle mücadele olmadığından, o mücadeleye dair teori de yoktur. Artık hepimiz, devletteki restoratif dönüşüm momentine “devrim” diyecek kıvama getirilmiş durumdayız. Demek ki önce içimizdeki “devlet”le dövüşmek gerekecektir.

10 Eylül, bu açıdan da parlak bir fenerdir. Kaybolduğumuzda dönüp bakacağımız yerdir. İştirakçi müdahale, bu bakışla bağlantılıdır. Devlet ajanlarının gözüyle değil, sömürülenin-mazlumun gözüyle gerçeğe bakmak şarttır. Onlar, hâlâ Bakû Kurultayı’nın “cihad çağrısı”nın hem muhatabı hem de öznesidirler. Batıdan kurulan devlete biat etmekten bizi kurtaracak olan da, mevcut mülkiyet-rekabet ilişkilerinden arındıracak olan da bu cihaddır.

Eren Balkır
9 Eylül 2016

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder