1905 tarihinde Fransa’da çıkan laiklik kanununun
önemli bir nedeni de öğretmenleri devletin ajanı yapmaktır. Devletin toplumu
kurma, hayata damgasını vurma meselesi, burada önemli bir rol oynar. Bu açıdan
köy enstitüleri ile ilgili nağmeler düzmek, ilericiliğin türkülerini
mırıldanmak, komünistlere yakışmıyor olmalıdır. O nağmede ve türküde ileriye
dönük fırsatlar görenler, devletin içe nasıl nüfuz ettiğini, yerleştiğini
görmemektedirler. Devlete yerleşerek onu içeriden dönüştürüp sosyalist
yapacağını söyleyenler, sınıfa ve halka yalan söylemekte, sınıfın ve halkın
iradesine küfretmektedirler. Devletin uşağı olan bu tür solcular, sınıfa ve
halka düşmandırlar.
Tüm meseleler, devletle gerçek bir mücadele içerisinde
olunmaması ile alakalıdır. Böylesi bir mücadele, kendi teorisi ve ideolojisi
ile birlikte gelecektir. Onun içine sızıp dönüştüreceğini düşünen, devlete
karşı mücadele veremez. Herkes, devlet içerisindeki gerilimde bir yere
yuvarlanmaktan memnundur. Bu açıdan “14.000 PKK’li öğretmen” şayiası, “yeni”
devletin sızma, yerleşme arayışı ile alakalıdır. Devlet, bir kez daha
“ekmeğiniz de, toprağınız da, işiniz de, hayatınız da benim” demektedir.
“Benim” sahipliğe işaret ettiği gibi, bir özneye de atıfta bulunmaktadır.
Ekmek, toprak, iş, hayat, devletin kendisi olmak
zorundadır. Fethullah operasyonları üzerinden devlet, kendi mülkünü vekilinden
geri almaktadır. Bugün sağa, İslamcıya, muhafazakâra vururken, devleti
aklamamak, onun içe yerleşmesine imkân vermemek gerekir. Tersten, bu vurma
işlemi, basit manada ekmek dilenmektir. Devlet, sürekli ekmekle tehdit
etmektir.
Dolayısıyla, 1905 kanununa ve onun yerli
versiyonlarına karşı çıkmayanların işten atılan akademisyene, öğretmene,
gazeteciye de laf etmesi mümkün değildir. “Başkanlık istedi, ben onun başkan
olmasını istemedim” diyen Fethullah’ın “muhalif” çizgisiyle yetinmenin anlamı
yoktur. Başkanlık, devletin kadim meselesidir. Erdoğan, bu sufleyi yinelemek
zorundadır. Ve o Erdoğan’ın sınırsız ve sınıfsız biriymiş gibi görülüp hedefe
konulması, yanlıştır.
Örgüt şefleri, gazeteciler ve akademisyenler
arasındaki sınırlar giderek silikleşmiştir. Sınırsız ve sınıfsız olduğunu
zanneden bu kesimler, boncuk gibi yan yana dizilmiş, Erdoğan’ı hizaya sokmaya,
ona karşı öfkeyi inceltmeye çalışmaktadırlar. Özünde herkes, hâlinden
memnundur. “Sınırlı ve sınıflı olanlar düşünsün bu sürecin sancısını, kahrını!”
denmektedir.
Herkesi ama herkesi Rojava’ya çağırmak da iş değildir.
Bu çağrıyı yapanlar, “buralar boşaldığında buranın zalimine ne olacak, mazlumu
ne yapacak?” sorusunu cevaplamalıdırlar. Rojava’nın da kimilerinin zihninde sınırsız-sınıfsız
bir olgu olarak iş gördüğü açıktır. Devletle mücadele, başka bir bahara
ertelenmektedir. Kürd’ün mücadelesi, sınırsız-sınıfsız bir yere taşınmakta,
orada rahata erilmekte, onunla ancak bu sayede ilişki kurulabilmekte, düzlem
değişmekte, sınıf ve sınır kendisini hissettirdiğinde ona kızılmakta,
burada-bugünde mücadele yürütme konusunda bu düzlem değişikliğinin nelere mal
olduğu görülmemekte, daha doğrusu bu husus gizlenmektedir. 1905 kanununun ajan
öğretmenleri, her yere yerleşmektedirler. Devlet boşluk tanımamaktadır. O,
boşlukta ve boşlukla örgütlenmektedir.
* * *
Bazı ahmaklarsa, misal Metin Kayaoğlu türü solcular,
bu toz duman içinde, “Tayyip düşerse, TC’nin ömrü uzar” diyerek, TC’nin
sahiplerine mesaj gönderiyorlar. “Küçülmek, düşmek, yıkılmak istemiyorsanız,
Tayyip’ten kurtulun” diyorlar. Özünde “ben, TC’yle dövüşmüyorum, Tayyip’in
kullanım süresini kısaltıyorum” demiş oluyorlar. Tayyip sayesinde devletle
mücadele etmeme imkânına kavuşuyorlar, sürekli ona işaret ediyorlar, “devletin
artık Tayyip olduğunu” söyleyerek, devletin operasyonlarını gizliyorlar. TC,
devlet demek oluyor. Bu yaklaşımı savunanlar, o devletin ajanı değil de nedir?
10 Eylül, bu anlamda, ülkenin kuruluşunda başa geçen
muktedirlere bir meydan okumadır. İşgal ve emperyalizm meselesi, cephenin
içeride kurulan devlete karşı devrimin zeminini oluşturma imkânı
bahşetmemiştir. Bugünkü mesele, kuruluştaki o iki takanın her ikisine de
binilip deryalara açılmanın mümkün olduğunun düşünülmesidir. Diğer takada
çeteler vardır.
Mazlum doğu halklarının kurtuluşa dair tüm gerilimli,
sancılı bilinci, 10 Eylül’le cisimleşmiştir. Ülke gerçeği ile Sovyetler
dolayımıyla kurulan ilişki, bu bedeni ruhsuz bırakmıştır. Boşluğu devlet
doldurmuştur.
Yukarıdaki fotoğraf Afyon’da çekilmiştir. O fotoğrafta
Eskişehir-Kütahya hattında faal olan “Bolşevik Tugayı” yoktur. Bu resimlere
baktığından, oradaki karakterlere önem verdiğinden, o tugayı hiç görmediğinden
sol bugün, nefes, kan ve can anlamında, devletin üflediği ruhla hayatta
kalabileceğine iman etmiştir. Devletin içine sızabileceğini düşünmektedir. 10
Eylül, tüm solla mülkiyet ilişkisi kurmak için bir etikete, sopaya
indirgenmemelidir. Bu yaklaşım da devlete dairdir.
Dolayısıyla mesele, savaşın, işgalin, zulmün,
sarayların kahrını çeken yoksul mazlumlarla düşünmektedir. 10 Eylül, o kahırda
ve öfkede yoksa, zaten hiç olmamıştır. Sovyet bürokratı ve devlet bürokratı
arasında politik manada bir fark yoktur. Bize lazım gelen, halkın topraktan kök
alan kendi doğal önderleridir.
Devlet, içteki Fethullah faaliyetiyle son on yılın
muhalif hattını kendisine örgütlemeyi bilmiştir. Son günlerde servis edilen
haberlerde hâlâ onların damgası vardır. Devrimci hareketin bu süreçte yer yurt
sahibi olduğu söylenemez. Özellikle son yirmi yıldır, devletten mesafelenme
noktasında liberalizmin teknesine binildiği açıktır.
Kimse, Karadeniz’deki o iki takada aynı anda olamaz. Bize
Suphiler’in boğazlandığı taka, kâfidir. Dalgalarla boğuşacak iman, zaten
mevcuttur.
Bir iddiaya göre, Suphi’ye “takaya bin, Batum’a git”
derler. Öldürülmesinin muhtemel sebebi, takip sırasında takanın dümenini
Batum’a kırmadığının fark edilmiş olmasıdır. Zira Suphi, Batı Karadeniz sahil
kasabalarındaki hücrelerle irtibat hâlindedir. Mete Tunçay gibi liberallerse,
yıllarca bizi “köksüz, temelsiz, kitlesiz” olduğumuza inandırmışlardır. Tayyip
kadar liberaller de devletin uzantılarıdır.
Devletle mücadele olmadığından, o mücadeleye dair
teori de yoktur. Artık hepimiz, devletteki restoratif dönüşüm momentine
“devrim” diyecek kıvama getirilmiş durumdayız. Demek ki önce içimizdeki
“devlet”le dövüşmek gerekecektir.
10 Eylül, bu açıdan da parlak bir fenerdir.
Kaybolduğumuzda dönüp bakacağımız yerdir. İştirakçi müdahale, bu bakışla
bağlantılıdır. Devlet ajanlarının gözüyle değil, sömürülenin-mazlumun gözüyle
gerçeğe bakmak şarttır. Onlar, hâlâ Bakû Kurultayı’nın “cihad çağrısı”nın hem
muhatabı hem de öznesidirler. Batıdan kurulan devlete biat etmekten bizi
kurtaracak olan da, mevcut mülkiyet-rekabet ilişkilerinden arındıracak olan da
bu cihaddır.
Eren Balkır
9 Eylül 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder