İki silâh, iki slogan patlatmak kimseyi devrimci
yapmıyor. Bunlar, sadece mevcut karmaşanın zihinde karartılması ve iç rahatlama
işlevini görüyor.
İki taktik, iki strateji dile dolayınca kimse örgütçü
olmuyor. Bunlar, ancak mevcut ataletin ve teslimiyetin kılıfı olarak
kullanılabiliyor.
Kürd’ün onca yıl yaptıklarının binde birini yapmadan,
kısa yoldan, tüm gelire, kazanca el koymaya niyetlenmek, bu tüccar zihniyeti
bir sonuç üretmiyor.
Lenin’in yürüdüğü yollara, patikalara adımını dahi
atmadan Lenin’cilik oynamak, kimseyi Leninist de kılmıyor.
Lenin’in İki Taktik’te “burjuvazi çara karşı
devrim diyor, bu devrim bile geridir” dediği biliniyor. Lenin’i bilenlerse,
Fethullah’ın veya başka batılı güçlerin “devrim” sloganlarından heyecana
kapılıyorlar. Lenin’in başarıcı, kariyerist küçük burjuva siyasete kurban edilmesine
izin vermemek gerekiyor.
1997 kadar 2007’de de bölgesel kimi gelişmeler
yaşanmış. 1991-93 arası dönemde sol örgütler çeşitli yönelimler içerisine
girmiş. Bunlara dair orta yerde verilmiş tek bir hesaba rastlanmıyor. Aynı
ekipler, aynı şefler siyasete kaldıkları yerden devam ediyorlar. 2005-07 arası
dönemde hangi örgüt ne demiş, ne tür bir yönelime girmiş, ayrışma yaşamışsa
neden yaşamış, bunların değerlendirilmesi gerekiyor.
Kısa günün kârı, kolaycı çözümler her daim
burjuvazinindir.
Burjuvaya öykünerek uçabileceğine, devlet gibi herkesi
sokabileceğine inananların bu türden kolaycı çözümlere meyilli oldukları
görülüyor. Böylesi bir momentte kimin kimlerin mitingine gitmeme kararı
aldığına, bu kararı neden verdiğine bakmak zorunlu.
Kürd’ün kendi özgül bir gündemi olduğu açık. “Biz
vurduk, faşizm birleşti” diyorlar. Demek ki “zulmün artsın ki zeval bulasın”
diyenlerle o zulme maruz kalanlar arasında her daim bir açı var. Kürd’ün bu
açıyı önemsemesi mümkün değil, çünkü kendi acısı var.
Bu açıdan kimlerin hangi köşe başlarını tuttuğu
sorgulanmalı. AKP Türkiye’sinin veya Ortadoğu Türkiye’sinin yeniden
kurgulanması bağlamında belirli yönelimler içine giriliyor. Kürd’ün iradesine
itimat ediliyor. “Türkiye’de tek demokrasi sorunu Kürd sorunudur” deniliyor.
Buradan Taraf operasyonlarına destek veriliyor, Silivri önlerinde bekleniyor, o
gazetede sosyalistler kalem oynatıyor, Önder Aytaç ve Emre Uslu ve Mehmet
Baransu ve Ayşe Hür öncü kabul ediliyor. Sonrasında da bugüne gelindiğinde
“darbeden söz etmek, yetmez ama evetçiliktir” deniliyor. Kendisindeki marazı
başkasına yansıtmak kurnazlığın ama daha çok acziyetin dışavurumu.
Emre Uslu, bir seçim öncesi, sabahın köründe bir tweet
atıyor, başbakanın miting için alandaki ağaçları kestiği haberini üfürüyor,
koca koca örgütlerin elindeki sol basın bu habere atlıyor ve gündeme flaş haber
olarak taşıyor. Yalan olup olmadığına bakılmıyor bile. Daha doğrusu o koca koca
örgütler örgüt olduklarını unutuyorlar. En azından mitingin yapıldığı yere bir
üyesini gönderme gereği bile duymuyor. Bu tür olaylara yüzlerce kez şahit
olunuyor. Buna Fethullahî muhalefet deniliyor.
Kanatlı kanatsız, tüm devlet süreci bu şekilde
örgütlüyor. Burjuvazinin, CIA’in veya AB’nin Soros veya Fethullah dolayımıyla
yürüttüğü muhalefet, kendisini sosyalist hareketi de içine katarak örgütlüyor.
Kısa günün kârını düşünen, Lenin’le ancak başarı ve kariyer dolayımı ile ilişki
kurabilen şefler, tüm militanlarını bu toplam muhalefete bağlıyorlar. Ham
çökelek işte bu noktada boğaza duruyor. SoL sitesi tam da bu sebeple Atilla
Taş’tan medet umuyor. “Onun ben fakirdim, o yüzden Fethullah gazetesinde yazdım”
sözlerini “beni aradıklarında Çeşme’de tatildeydim” cümlesiyle birlikte servis
ediyorlar. Çeşme’de yoksulların tatil yapamadığını unutmanın adı SoL oluyor.
O hâlde temel mesele, sınıflar mücadelesi bir kenara,
sınıfsal ayrımların, farklılıkların, gerilimlerin unutulmuş, unutturulmuş
olması. Örgütlenilen toplam muhalefet, tüm kesimleri bireylere bölüyor,
bireylerin meslekî imkânlarına sesleniliyor, küçük burjuvazinin değer düşümü
konusunda yaşadığı sancılara bakılıyor ve döne dolaşa bizler, “burjuvazi bu
mevzileri terk etti, bayrağı biz devraldık” yalanına ikna edilmeye
çalışılıyoruz.
Bu ikna gayreti, bizim de işimize geliyor. Sınıfsal
ayrımları, farklılıkları, gerilimleri unutmak, görmezden gelmek bizim de
hoşumuza gidiyor. Cem Yılmaz’ın ve diğer mizahçıların ufak insanların
sancılarıyla alay eden dilini küfrederek seviyoruz. Belirli bir düzlem oluşuyor
ve biz kendimizi hiç olmadığımız, hiç olamayacağımız bir burjuva veya devlet
bürokratı gibi hissetme imkânına kavuşuyoruz. Bu yalan bizi bir süre daha
oyalıyor. Oyalanmamızın istendiği açık.
Taktik ve stratejiler havalarda uçuşuyor. Tayyip’te
kendi günahlarını, hasetlerini, kinlerini ve öznelliklerini buluyorlar. Onunla
ancak bu öznellikle mücadele edilebileceğini söylüyorlar. Devrimi ve
devrimciliği kendi cismani varlıklarına indirgiyorlar. “Ya bendensin ya
değilsin” diyerek tekfire başlıyorlar. Devrimci olanın hizasını kendi
varlığından çekiyorlar. Küçük burjuva, Tayyip’te ancak kendi küçük
burjuvalığını görebildiği ölçüde harekete geçebiliyor. Esasında onda toplam,
kolektif, sınıfsal bir düşmanlığı görmek ve buna göre mevzilenmek gerekiyor.
Lenin bunu söylüyor.
Sınıfı, yoksulu, mazlumu görmeyince kuru bir İslam
düşmanlığı hâsıl oluyor. Sahil şeridinin laik toplamına sesleniliyor. Sınıflar
mücadelesi ve sınıfsal ayrımlar zihinde ve pratikte silindiğinden, döne dolaşa,
CHP’ye yedekleniliyor. Bu sefer de yeni dönemin Mehmet Baransu’su olan İsmail
Saymaz önder kabul ediliyor. Ana rahmi olarak bu devleti kuranları ve
işletenleri bir biçimde (düşman) kardeş kabul edenler, devletin kuruluşunda
yerin dibine gömülen yoksul mazlum halkın sınıfsal direncine küfretmeyi öğreniyor.
Ve en fazla CHP ile birlikte AKP’den iş ve imkân dileniliyor.
Havaya savrulan yumruk düşmana erişmiyorsa, sahibine
zarar veriyor. Daha yumruk bile olmadan, başkalarının yumruğunu sallamaksa,
düşmanı besliyor.
Eren Balkır
6 Eylül 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder