“Çok öğretici ve çok gülünç bir
görünüm ile karşı karşıyayız.
Burjuva liberal fahişeler, devrim çarşafıyla örtünmeye çalışıyorlar.”
[Lenin]
Eşitlik meselesindeki küçük burjuva mayaya itiraz
etmek şart. Devrimci gibi görünen bu kavram, sınıf ve sınır bahsinde burjuva
lehine her şeyi düzleyen bir içerikle dolduruluyor. Ve özünde AKP, ülkenin
üzerinden buldozer gibi geçtiği ölçüde solcu-sağcı tüm küçük burjuvanın içi
gıdıklanıyor, içten içe kendi yolu rahatladığı için seviniyor.
Ayrım, furkan, idrak açısından sınırları ve sınıfları
görmek gerekiyor. Nesnel, kolektif ayrımlar ve saflaşmalar, bu düzleme pratiği
ile anlamsızlaşıyor. Eşitlikçilik, bu anlamsızlaştırma siyasetinin adı. Bağlam
ve anlam burada değersizleşiyor.
AKP’yle mücadele, AKP’yi kuran iradeyle mücadeleyle birlikte ele alınmalı. Zira küçük burjuva eşitlikçi düstur ve amel, hepimizi sadece Erdoğan’la birlikte tanımlamaya itiyor. Küçük burjuva, Erdoğan’da kendisini görüyor, siyaset, sadece haset, inat ve duygusal-bireysel tepkilere indirgeniyor. İş bu ölçüde lime lime edildikçe, basitleştirildiği ölçüde, mücadele de daha büyük bir ortaklaşma ile ilerleme imkânlarını yitiriyor.
Küçük
burjuvanın batılı burjuvaziye dair nefsî sızlanmalarını devrimci siyasetin
yerine koymamak en önemli aciliyetimiz. Buradaki kayıkçı dövüşü ifşa edilmeli.
Düzleme-eşitleme pratiğinin alternatifi konusunda Kürd’ün ya da devletin ya da
batının yanına koşanlara sınırlar ve sınıflar tekrar tekrar anımsatılmalı.
Mazlumlar, yoksullar, yelkenlerini yüksek siyasetin rüzgârlarıyla şişirmeye
çalışanların gemilerinden uzak tutulmalı. Halkın iradesine ve gücüne iman,
güven, bağlılık, zerre eksilmemeli.
O açıdan, “yeni halklar komünü”nden dem vuranlar,
bağrındaki ABD üslerini ve planlarını sürekli eleştiriyor olmalı, o üslerin ve
planların halklara sorulup sorulmadığını, o halkların onayından geçip
geçmediğini kesintisiz sorgulamalı. Mevkiler için mevziler terk edilmemeli.
Sürekli “IŞİD ve AKP” diyerek bu gerçeklerin gizlenmesi mümkün değil. İki
haftadır Menbiç’ten kaçan “IŞİD’liler Cerablus’a, oradan Türkiye’ye kaçıyorlar”
diyenler, bugün “Cerablus’ta [Yerabluş] o kadar IŞİD’li yok, burada mesele Kürd
koridoru” diyorlar. Bugün ağızlardan sıkça dökülen bir diğer cümle de şu:
“TSK’nın yanındaki ÖSO’cular cihadçı-faşist çeteler.” O cihadcı çetelerin eski
komutanı Ebu Leyla ise öldüğünde “kahramanlar çağının kahramanı” olarak ilân
edilmişti. O hâlde kendi nefsinden yana, kendi silâhına örgütlü olunca insan
bir anda “faşist” olmaktan kurtulabiliyor. Kavramlar, anlam ve bağlam
kaymasına, erozyonuna tanık oluyorlar. Burası Ortadoğu.
“Çünkü
Rabbimin rahmeti ile korudukları dışındaki tüm nefisler daima kötülüğü emreder.”
[Yusuf:53]
Nefsimiz, Kürd, Müslüman veya sosyalist olmuş, fark
etmez. Müşterek olana kör baktığı ölçüde kötülüğü emretmeye mecburdur. Bu
açıdan Erdoğan, eşiyle birlikte, Marmaris sahilinde mayo ve şortlu poz verse,
Boğaz’a nazır bir meyhanede kadeh tokuştururken selfi çekse, küçük burjuva
eşitlikçiliğin yüreği ferahlayacaktır. Her şey düzlenmiştir. Eşitlikçilik,
düzlemekle ilgilidir. Dümdüz olan coğrafyada ve siyaset alanında mesele, sadece
kişisel yaşama tehdit oluşturan şeytanî imgenin kendisidir. Onun dışında, zımnen,
Erdoğan’ın yaptıklarından herkes memnundur. Düne kadar baş tacı edilen Ceyda
Karan, İsmail Saymaz, Fehim Taştekin, Levent Gültekin, Hüsnü Mahalli hatta
Ahmet Hakan gibi birçok ismin salvolarında şaşılacak bir yan yoktur. Herkesin
gözleri önüne perde çekilmiştir. Dünyaya, hakikate kendi nefislerinden
bakanların kötülükleri kaçınılmazdır.
Mazlum, yoksul Kürd ayrıdır, onun sırtına basarak
ülkede ve bölgede mevkilere meyleden Kürd’cüler ayrı. İkincilerin üzerindeki
yaldız kazındığında, altında burjuvazi ve devlet sırıtmaktadır. Feministlerin
eleştiriler karşısında “kadına küfredemezsin” diye kadını tekel altına alan
yaklaşımı gibi, bu Kürd’cüler de her eleştiriyi “Kürd düşmanlığı” olarak
kodlayabilmektedirler. Sembolik isimlere, sahneye çıkartılanlara bel bağlamamak
şarttır. Halkların özgür iradesi ve kudreti, aslolan budur. Gerçekteki Kürd, Kürd’cüler
için piyondan, planın ucuz bir parçasından ibarettir.
IŞİD ve AKP perdesinin gerisinde neler döndüğü belki
onlarca yıl sonra, o da kısmen ifşa olacaktır. Gördüğümüze iman etmeye
zorlandığımız koşullarda, özle biçim aynı olduğundan, bilime de, akla da, fikrî
mücadeleye de ihtiyaç kalmamıştır. Bize “Kürd koridoru” diyenlerin kimlerin
koridorlarında gezindiklerini de anlatmaları gerekir. Sahnede sunulan
karşıtlıklar, rekabet üzerine kurulu, öznel hikâyeler önemsizdir. Geri planda
çırılçıplak, kan ve ter kokan bir gerçek vardır. O kan ve tere örgütlenmemiş,
onu örgütlememiş hiçbir özne, burjuvaziye has, “azı çok yapma, azı çokmuş gibi
yutturma” siyasetinin kölesidir.
Perde bizi boğmaktadır, bu işe yaramaktadır. Nefes
alamadığımızdır bizi en yakın tutamağa tutunmaya mecbur eden. CHP, Fethullah…
son dönemin tüm öncü kuvvetleri, bizi üçkâğıtçı taksiciler gibi dolaştırıp
devletin AKP’sinin kucağına bırakmıştır. Burası hâlâ Türkiye’dir.
Bu koşullarda, nasıl olduysa, solun gündemine
özelleştirmeler meselesi girebilmiştir. Özelleştirme İdaresi 1994’ten beri
devrededir. Sol, nefis kölesi olduğu ölçüde, son on beş yıl özelleştirme ve
bunun yoksula, işçiye değen boyutuna tek bir itiraz geliştirmemiştir. Bu
meselenin suskunlukla geçiştirilmesinin bir sebebi solun, “ben Türk-İş’te değil
DİSK’te örgütlenebiliyorum, bu işletmeler özelleşsin, işçiler, daha doğrusu,
aidatları bana kalsın” demesidir. Bu nefs politikasının anti-Erdoğan’cılığa
örgütlenmesi kaçınılmazdır. Yoksula, emekçiye, mazluma örgütlenmemek, onları
örgütlememek, bu politikanın doğal sonucudur. Solcu olunca sınıflar
mücadelesinden azade olduğunu zannedenlerin karşısına, sol içi sınıf mücadelesi
ile çıkılmalıdır.
Brecht bir hikâye anlatır: Sovyet zamanı bir köyde
halk aralarında para toplayıp ölümünün beşinci yıldönümünde Lenin’in büstünü
yapmak isterler. Bir genç çıkıp “köyün altında bataklık var, çocuklarımız sıtma
oluyor, o parayı bataklığı kurutmak için kullanalım” der. Bu öneriyle para
bataklığın kurutulması için harcanır. Brecht, bu hikâyenin sonunda, o köydeki
tek gerçek Leninistin o delikanlı olduğunu ifade eder.
Anlatılan hikâye, devrim sonrasına dairdir. Peki
devrim öncesinde Leninist olmak nedir? Büst dikmek midir, bayrak sallamak
mıdır? Devrimin elektrik süpürgesi gibi pazarlamasını yapıp “o her şeyi
temizler” demek midir? Kendini başarılı siyasetçi timsali olarak Lenin
zannetmek midir? Leninizm sol siyasette devrim değilse nedir? Bu devrim, kendi
nefsimizi ve nefesimizi yücelterek, tekleştirerek, muhafaza ederek mümkün
müdür?
Nefsimizi yücelten, nefesimizi önemli kılan siyaset,
tersinden ya da düzünden, burjuva siyasetidir. Devrimi ve devrimci siyaseti,
halkın ortak derdini ve öfkesini örgütlemede ve o derde ve öfkeye örgütlenmede
aramak gerekir. Gerisi yalandır. Çok olan halka, sınıfa, işi-gücü az olanı çok
göstermek olanların ideolojisi ve siyasetini önermek, günahtır.
Eren Balkır
24 Ağustos 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder