Muhammed Ali, son kavgasında yenik düştü ancak bu
yenilgi, onun bütün hayatına damgasını vuran cesaretten arî olmadı. Şu anda
ABD’de ve bütün dünyada medya ve siyasetçiler onun için yas tutup hakkında
“yüzyılın sporcusuydu” diye övgüler düzüyorlar, bunların çoğu, 1960’larda ve
yetmişlerde ona Vietnam savaşına ettiği muhalefet ve Siyah siyasetindeki
radikal konumu dolayısıyla çamur atmış olan kişiler. Ali, şöhretli biri olarak
öldü ve bu şöhret bihakkın kazanılmış bir şöhretti. Ancak çağımızın kötü adetlerinden
biri de meşhur insanlara sadece övgüler düzülmesi. Müteveffa Mike Marqusee’nin Redemption
Song (Verso, 1999) adlı kitabı, kesinlikle Ali’nin toplumsal ve siyasi
önemini en iyi ele alan eser. Şunları yazmış Marqusee:
“Muhammed
Ali’nin bu ünü nasıl kazandığı ve bunun ne anlama geldiği meselelerine
eğilmemiz gerekiyor. Ben bu ünün sadece ringlerde kazanılmış olduğuna
inanmıyorum. Eğer spora meraklıysanız Ali’nin ringlerdeki başarılarından
etkilenmemeniz mümkün değil elbette ama daha önemli olan onun ringin dışında
başardıkları.”
Ali’yi yeniden tarihsel bağlamına oturtmamız
gerekiyor, bu bağlam ise evvela onun 1960’ların büyük toplumsal hareketleri ile
olan ilişkisi anlamına geliyor. Genç Cassius Clay, bildik türden bir
vatansever, bir Soğuk Savaş şoveni idi. 1960 yılında, 18 yaşındayken Roma
Olimpiyatları’nda ülkesini temsil ederek hafif sıklette altın madalya
kazanmıştı. Bu zaferin anısına yazdığı, yayınlanan ilk şiiri şöyleydi:
Amerika’yı en büyük yapmaktır hedefim
İşte böyle Rusları, Polonyalıları yendim
ABD için altın madalyayı böyle alıp geldim.
Birkaç sene sonrasına kadar çok yol kat edecek biri
için oldukça yavan bir başlangıç. Ali’nin bu sorgulanmamış milli şovenlikten
uzaklaşmasını anlamakta kilit önemi haiz olan ise 1960’ların ilk yarısındaki
insan hakları hareketinin etkisi. 1960 ile 1965 yılları arasında tam da
Muhammed Ali ile aynı toplumsal kökene ait -yani ABD’nin güney eyaletlerindeki
işçi sınıfı ailelerinden olan- yüz binlerce genç, Siyahî Amerikalı, Amerika’nın
Apartheid’ı demek olan Jim Crow Yasaları’na karşı, bizim bugün tahayyül bile
edemeyeceğimiz türden bir ırkçılığa, bir yüzyıldır süregelen kurumsal ırkçılığa
karşı sokaklara dökülmüşlerdi.
O dönemin belirli bir diliminde Güney’in tamamındaki
Siyah üniversite öğrencilerinin yüzde altmışının kitle hareketinde doğrudan yer
aldığı tahmin ediliyordu. Bunun için ödenen bedel ağırdı: kimileri öldürülmüş,
çoğu darp edilmiş, büyük kısmı tutuklanmıştı. Çağımızın en büyük
muharebelerinden biriydi bu. Ali, çağdaşlarını sokaklara döken aynı toplumsal
güçlerin çekimine girmişti ama onun tuttuğu yön başkaydı. Onun her yere nüfuz
etmiş ırkçılığa verdiği yanıt farklıydı, zira -olimpiyatlarda kazandığı başarının
ardından- Miami sokaklarında İslam Ümmeti (İÜ) ile tanışmıştı.
Bunun ardından gelen birkaç yıl boyunca ağır sıklette
ümit veren bir dövüşçü olarak zirveye giderek yaklaşır ve altın kemeri
hedeflerken ülkesini bir uçtan bir uca dolaşmış ve birçok Müslümanla
tanışmıştı. Bunların en ünlüsü Malcolm X’ti, Ali ve Malcolm dost olmuşlardı.
İslam Ümmeti aracılığıyla bu genç ve eğitimden büyük oranda yoksun adam,
kökleri 20. yüzyılın başlarına kadar uzanan ve Marcus Garvey’nin ellerinde
büyüyen Siyah milliyetçiliği hareketi geleneği ile karşılaşmış oluyordu. Siyah
milliyetçiliği o tarihte yeraltına itilmiş haldeydi ve Cassius Clay’in
1960’ların ilk yıllarında hayatına girdiğinde İÜ, Amerika’daki en eski, en
varlıklı, en iyi örgütlenmiş Siyah milliyetçi (sözkonusu olan milliyetçiliğin
özgün bir türü olsa da) örgüttü. Clay, İÜ ile olan ilişkisini gizli tuttu,
şayet ortaya çıkmış olsaydı asla ağır sıklet şampiyonu olamaz, Sonny Liston ile
ringde karşılaşamazdı ve biz bugün ondan söz ediyor olamazdık.
Altın kemeri Miami’de, o güne kadar yenilmez olduğu
söylenen Liston’a karşı verdiği mücadelenin sonucunda, 1964 yılında aldı. Bütün
dünyanın şaşkın bakışları altında 22 yaşındaki Cassius Clay, Sonny Liston’ı
yendi ve yeni Dünya Ağır Sıklet Şampiyonu oldu. Yeni şampiyonların hepsinden
beklendiği gibi şehirdeki lüks otellerden birine gidip bunu kutlamak yerine
Cassius Clay, Miami’nin -o tarihlerde Miami ırklara göre bölünmüş bir şehirdi-
Siyahların yaşadığı bölgesindeki, Siyahların kaldığı bir motele gitti, alkolsüz
ve sakin bir geceyi dostları Malcolm X, büyük ilahi ve R&B yorumcusu Sam
Cooke ve bilahare aktörlük yapacak olan ünlü futbol oyuncusu Jim Brown’la
beraber henüz elde ettiği bu unvanla ne yapacağını tartışarak geçirdi. Ertesi
sabah, bu tartışmaların ardından Cassius Clay basının karşısına çıktı ve onlara
şöyle söyledi: “Sizin olmamı istediğiniz kişi olmak zorunda değilim, nasıl bir
kişi olmak istiyorsam olurum”. Bugünden bakılınca bu, öyle çok büyük bir söz
gibi gelmeyebilir ama o günlerde deprem etkisinde sözlerdi bunlar. İki nedenle:
birincisi spor alanındaki yıldızlardan, hele ki Siyah olanlardan, kendilerine
dikte edildiği gibi bir kişi olmaları beklendiğinden, ikincisi ise Cassius’un
istediği kişi olmakla kastettiği -büyük olasılıkla o tarihlerde Amerika’nın en
çok tahkir edilen örgütü olan- İÜ’nün açık bir üyesi olmak olduğundan. Üstelik
bir de yanında muhtemelen o zamanlar ABD’nin en çok sövülen kişisi olan Malcolm
X vardı. İÜ’ye sahip çıkmakla Cassius Clay ağırlıklı olarak Hıristiyan olan bir
ülkede ve İslam’ın Amerika’da pek bilinmediği ve uzak diyarlara ait kabul
edildiği bir zamanda Hıristiyanlığı reddetmiş oluyordu. ABD’nin ırksal anlamda
birleşmesini savunan Martin Luther King’in liderliğindeki insan hakları
hareketinin en güçlü ve prestijli olduğu bir dönemde birleşmeciliği kitabından
çıkarıp ayrılıkçı bir siyaset gütmeye başlıyordu. Böylece Cassius Clay, hem
beyaz hem de Siyah liberallerin öfkesini üzerine çekmişti ve daha da önemlisi
sınırları ABD’nin sınırlarından tamamen farklı olan bir milletin (ümmetin)
ferdi olarak bu farklı kimlik adına kendi milli (Amerikan) kimliğini elinin
tersiyle bir yana itiyordu.
O zamana kadar hiçbir yıldız Siyah sporcu ya da hiçbir
Siyah ünlü -daha eski kuşaklardan Paul Robeson ve W. E. B. DuBois’nin başına
geldiği gibi- toplumsal anlamda linç edilmeden böyle bir şeyi söylemeye ya da
ifa etmeye yeltenmemişti. Bu duruş, genç dövüşçü için korkunç bir trajedi
olarak algılanıyordu. Nihayetinde bütün dünya ayaklarının önüne seriliyken o
tutup kimsenin savunmadığı bir davaya sahip çıkmış ve böylece halk nazarındaki
cazibesinin köküne kibrit suyu ekmişti. Ya da öyle sanılıyordu. Hakikatte ise
İÜ’ye katılıp kendini yeniden tanımlamakla Clay yeni bir dünyaya adım atıyor ve
böylece uluslararası bir üne kavuşuyordu, bu durum onun dünya halklarının
gözünde yeni bir anlam kazanması demekti ve böylece ringin içindeki ve
dışındaki kaderi tamamen değişecekti.
Kazandığı dövüşten kısa zaman sonra New York’a gitti,
gittiği her yerde Malcolm X’le beraberdi. Ancak bundan hepi topu bir hafta
sonra Malcolm X, Elija Muhammed’le ters düşerek İÜ’den ayrıldığını ilan etti.
Ali, İÜ’de kalmayı tercih etti ve Malcolm’la olan arkadaşlığı sona ermiş oldu.
Bunu neden yaptığı sorusu üzerinde durulmaya değer. Malcolm, İÜ’nün içe kapalı
ve tutucu eğilimden uzaklaşarak daha siyasi bir yol tutuyor ve ırkçılıkla daha
doğrudan bir kavgaya yöneliyordu. Elija Muhammed’in ona o tarihlerde vermiş
olduğu yeni adıyla Ali ise ırkçılığa karşı bir korunaklı alan arayışındaydı ve
bunu İÜ’de buluyordu. Ali ne tuhaftır ki İÜ’ye yakın, Malcolm’a uzak durarak
siyaseten bir yere bağlanmaktan imtina ediyordu.
Ancak 1960’lar Ali’ye böyle bir lüksü tanımadı. Yıllar
geçtikçe Ali, siyasi ihtilafların içine daha çok giriyordu. 1964 yılında
herhangi bir ırktan hiçbir Amerikalı sporcu kıtanın varlığının bile farkında
görünmezken Ali Afrika’ya gitti. Gana’da meşhur sömürgecilik karşıtı ve
Afrika’nın birliği hareketinin kurucusu başkan Kwame Nkrumah ile tanıştı.
Nkrumah, Ali’nin elini sıkan ilk devlet başkanı oldu. Bir ABD başkanının
Ali’nin elini sıkmaya tenezzül etmesi için daha bir on bir yıl geçmesi
gerekecekti (gerçi o günlerde herkes o eli sıkmak için kuyruktaydı). Gana’da
Ali’yi karşılamaya on binlerce insan sokağa dökülmüştü. Yeni ismi ile tezahürat
ediyorlardı ona. Bu geziye katılanlar, bunun Cassius Clay’in gerçekten Muhammed
Ali’ye dönüştüğü an olduğunu söylüyorlar. Peki, evlerinde televizyonları
olmadığı ve İngilizce bilenleri de pek az olduğu halde nasıl olup da bu kadar
çok Ganalı Ali’yi görmeye gelmişti? Gana’da boks halkın çok sevdiği bir spordu
ve dünya ağırsıklet boks şampiyonu olmuş birinin bağımsızlığını yeni kazanmış
olan ülkelerine gelmiş olmasından çok memnun olmuşlardı. Daha da önemlisi Ali
bir Afrikalı Amerikalıydı ve bir Müslüman adı alarak Amerikalı kimliğini
reddetmiş ve Afrikalı köklerine sahip çıkmıştı. Ganalı kitleler bunu
önemsiyorlardı. Bu dönüşümün önemini Amerikalılardan çok çok önce
kavramışlardı.
Bu gezinin Ali üzerindeki etkisi çok büyük olmuştu.
Ali daha geniş kitlelere, dünyanın ezilmiş halklarına karşı sorumlu olduğunu bu
gezide idrak etmişti ve bu yeni sorumluluk hissi sonraki çalkantılı on yılda
ona yön verecekti.
Bu yeni kimliğin sınanması Vietnam savaşı üzerinden
gerçekleşti. 1966’nın başında ABD Vietnamlılara kendi iradesini dayatmakta
zorlanıyordu ve bu nedenle daha çok insanı askere almaya çalışıyordu. Dünya
boks şampiyonu da askere alınacaklar arasına dâhil edilmişti; bu haber Ali’ye
Miami’de antrenman kampındayken ulaştı. Basın hemen Ali’nin başına üşüştü, Ali
ise şöyle dedi: “Benim Vietkonglularla bir alıp veremediğim yok”. Bu söz o an
için öylesine edilmiş olabilir diyelim ama Ali sonraki yıllarda da bu söze
bağlı kaldı, hatta onu bir şiirinde de kullandı:
İstediğiniz kadar soru sorun bana
Vietnam savaşına dair,
bütün söyleyeceğim şudur:
benim hiçbir Vietkongluyla bir derdim yoktur.
O zamanlar onu eleştirenler şöyle söylüyorlardı: Ali
Vietnam hakkında ne bilir ki?
Bu kişiler nazarında Siyah militanlarca kandırılmış
biriydi Ali. Ama “bir derdim yok” açıklamasını yaptığı gün bu hissiyatının
dayanaklarını bir New York Times muhabirine de anlatacaktı:
“Boks
yapmak hiçbir şey demek değil, kana susamış insanları tatmin etmekten başka.
Ben artık o Kentuckyli Zenci Cassius Clay değilim. Ben artık dünyaya aidim,
Siyah dünyaya. Pakistan, Cezayir, Etiyopya bundan böyle her zaman benim yurdum
olacak. Bu, paradan çok daha önemli bir şey.”
Burada Ali’nin şahsi kimliğine ilişkin yaptığı yeni
tanımın onu nasıl politize ettiğini ve devletle karşı karşıya getirdiğini
görüyoruz. Sıradan sadık bir ABD vatandaşının ABD devletinin düşman
bildiklerini düşman bellemesi beklenirdi. Ali’nin sadakati ise başka bir
yereydi. Ali, çıkarları ABD’ninki ile ters olan, dünyanın beyaz olmayan
halklarına sadıktı. Ali, Vietnam savaşına aldığı mesafeyi 1966’nın başında ilan
ettiğinde merkez siyasetlerden bir tane bile politikacı ya da gazete savaşa
karşı çıkmış değildi. O ay, yani 1966’nın Şubat’ında en çok çalınan plak “Yeşil
Berelilerin Baladı”ydı, bu şarkı Vietnam halkına düzenli olarak işkence eden
özel kuvvetlere name düzüyordu. ABD’de -hem beyaz hem de Siyah unsurlarıyla-
kurulu düzenin Ali’nin cüretkârlığına verdiği karşılık şiddetli oldu. Herhalde
dünya üzerinde hiçbir sporcu 1966 kendi yurdunda Muhammed Ali’nin uğradığı
kadar hakarete uğramamıştır. Sürekli korkak ve hain olarak anılıyordu. Kısa
süre içinde Amerika sınırları dâhilinde dövüşmesi imkânsız hale geldi. ABD’nin
kurulu düzeni, bütün o sınırsız ahmaklığıyla Muhammed Ali’yi ülkeden sürdü
ancak nihayetinde bu, Ali’nin küresel kitlesinin büyüyüp güçlenmesi sonucunu
doğurdu.
Muhammed Ali, o noktadan itibaren Vietnam savaşı
karşıtı en meşhur Amerikalı haline geldi. Ali, bu tutumu takınmış olan siyasi
figürlerden bile daha çok tanınıyordu.
1966 yılında Arsenal Stadyumu’nda Henry Cooper’la
dövüşmek üzere Britanya’ya gitti. Wilson hükümeti, Amerika’nın Vietnam savaşını
destekliyor idiyse de halk savaşa karşı çıkmaya başlamıştı ve Britanya basını
Ali’nin varlığından Amerikalı meslektaşlarına oranla daha az rahatsızdı.
1966’da Britanya’da Siyah halk daha yeni yeni
bilinçleniyordu, diaspora halkları olarak bir kimlik bilincini henüz
biçimlendiriyorlardı. 1960’ların ortalarında Britanya’da Pakistanlılara yönelik
tacizlerin yükselişine de tanık olundu. Elbette bu tacizler sadece Pakistanlı
olduğu bilinenlere fiziksel olarak saldırmakla sınırlı kalmadı, Pakistanlılar
dinleri, giyim kuşamları ve dilleri yüzünden ve ırkçılarca -yanlış olarak-
yolunacak kaz nevinden akılsız kimseler sanılmaları hasebiyle dışlandılar.
Böylesi bir bağlamda -kesinlikle yolunacak kaz olmayan- dövüşken ve onurlu bir
Müslüman’ın, Dünya Ağırsıklet Boks Şampiyonu’nun ziyareti bu insanlara güç
veriyordu.
Ancak Ali’nin Britanya’daki etkisi Müslümanlarla
sınırlı kalmadı. Britanya’da o tarihlerde Siyahların iktidarı için mücadele
etmekte olan Michael X’le teşriki mesai halindeydi Ali. Michael X’le beraber
Brixton ve Notting Hill’deki Siyah mahallelerini gezdi ve daha militan olan
ikinci kuşak Siyah gençler arasında hızla yayılan Siyah bilinci hareketine
destek sundu. Britanya’ya Amerikalı Siyahların kurtuluş mücadelelerinin
modelini ve tarzını taşıyan bir dizi ziyaretçiden biri de Ali oldu. Martin
Luther King 1964’te, Malcolm X 1965’te, Ali 1966’da, Stokely Carmichael 1967’de
Britanya gitti (Carmichael, İşçi Partili içişleri bakanı Roy Jenkins tarafından
alelacele sınır dışı edildi).
Ali, Amerika’ya 1967 yılının başında döndüğü zaman zor
bir seçim yapmak durumu ile karşı karşıya kaldı: ya pes edip orduya katılacak
ve onlarla bir anlaşmaya varacaktı (Ali, doğrudan doğruya savaşmak zorunda
kalmayacağı konusunda temin edilmişti) ya da hapse girecek, unvanından olacak
ve bir daha dövüşemeyecekti. Ama vicdanı onu teslim olmamaya zorladı.
Martin Luther King, bir süre için benimseyip daha
sonra pişman olduğu ikircikli tavrını bir yana koyarak Vietnam savaşına 1967
yılı itibariyle şiddetle karşı çıkmaya başlamıştı. Bütün eski liberal
müttefikleri, Demokrat Partili insanlar, Siyah hareketinin kurumsal liderliği
ona sırtlarını döndü. King bir Gandiciydi, bir pasifistti, bu nedenle genç
Amerikalı erkeklerin askere alınmaya direnmeleri gerektiği görüşündeydi.
Etrafta örnek olacak bir kişi arıyordu ve bulduğu kişi ağırsıklet boks
şampiyonu Muhammed Ali oldu. King vaazlarında Ali’yi methediyor, vicdanını
dinleyerek her şeyi bir kenara koyduğu için onu takdir ediyordu.
Bugünlerde Muhammed Ali’nin örnek bir insan olduğu
söylemek vaka-i adiyeden oldu ama şu unutulmamalı ki bunu ilk söyleyen insanlar
Malcolm X ve Martin Luther King’di ve o zamanlar bu ifade kulaklara pek sarsıcı
geliyordu.
Ali’nin unvanı elinden alındı, yargılandı, hüküm giydi
ve beş yıl ceza aldı; kefaletle serbest bırakıldı. Pasaportuna el kondu ve üç
buçuk yıl boyunca ABD’den ayrılmaktan ve dövüşmekten men edildi. Devlete karşı
davalar açan bir avukat ekibi vardı Ali’nin ve bu ekip, kampüsleri gezerek onun
Vietnam savaşına karşı, Siyahların onurundan ve İÜ’nün her zaman bir parçası
olmuş olan dinî tutuculuktan yana mesajını yayıyordu. 1967’de aklı başında hiç
kimse Ali’nin bir daha dövüşebileceğini tahmin edemez ya da altın kemerine
tekrar kavuşup 20. yüzyılın en gözde sporcusu olarak dünyasal ölçekte bir
sevgiye mazhar olacağını iddia edemezdi. Bunun nedeni ise kimsenin savaş
karşıtı hareketin kitlesel boyutlara ulaşacağını kestirememiş oluşuydu. 1970
yılında Anayasa Mahkemesi bir hile-i şeriyeyle Ali’nin zorunlu askerlik
hizmetinden kurtulmasını ve ringlere dönmesini sağladı, zira o noktada Ali’yi
hapse atmak çok riskli olacaktı. Kamboçya’nın 1970 baharında işgal edilmesinin
üniversitelerde ve liselerde Amerikan gençliğinin yüzde 60-70’inin iştirak
ettiği grevlere yol açtığı hatırlansın. Siyah Güç hareketi de altın çağını
yaşıyordu o yıllarda. Düzen, Ali’nin bir süper kahramana dönüşmesini göze
alamadı.
Daha sonraki birkaç yıl boyunca Ali, zirvedeki yerini
tekrar elde etmek üzere dövüşmeye devam etti ve 1974 yılında -o tarihte adı
Zaire olan- Kongo’nun başkenti Kinşasa’daki meşhur Ormandaki Gümbürtü maçında
George Foreman’a karşı mücadele ederek unvanına tekrar kavuşma şansını elde
etti. Ali’nin kaybedeceği düşünülüyordu. Zira yaşlanmıştı, Foreman’ınsa
yenilmez olduğu söyleniyordu. Ama Ali, Foreman’ı yendi ve kendisinden
haksızlıkla alınmış olan unvanını tekrar kazandı. Muhtemelen sözkonusu maç
tarihin en çok ses getiren spor olayı olmuştu -ringe çıkmadan hemen önce Ali
kameraya dönerek (bu an, maçı öncesi ve sonrasıyla anlatan When We Were Kings adlı belgeselde yer
almaz) ne yapmakta olduğunu izaha girişti. Şunları söyledi: “Ben Allah ve
halkım için dövüşüyorum, şöhret ya da para için değil. Kendim için değil,
sosyal yardımlarla yaşayan, gelecekleri olmayan, ayyaş ve uyuşturucu müptelası
haline gelmiş Siyahlar için dövüşüyorum. Ben Allah’ın siyasetçisiyim.” Ardından
“Keşke Lumumba da burada olup beni görseydi” diye ekledi. Patrice Lumumba,
malum, Kongo’nun Belçika’dan bağımsızlığını elde etmesinden sonra seçilmiş ilk
başkanıydı. Lumumba, Afrika bağımsızlık mücadeleleri dalgasının
kahramanlarından biriydi. Malcolm X’le tanışmış ve onu çok etkilemişti;
Lumumba’nın kim olduğunu ve ne anlam taşıdığını genç Cassius Clay’e öğreten hiç
şüphe yok ki Malcolm olmuştu.
Ali, hiç gitmediği ülkelerde yaşayan, kendisinin
bilmediği dilleri konuşan, hiç tanımadığı milyonlarca insan için kendi bedenini
ortaya koymuş olduğundan onun dünyadaki tüm izleyicileri bu zaferde paydaş
olduklarını hissettiler.
Sergilediği vicdanî duruş, bütün sınırları, bütün
kültürel engelleri aşıyordu. Ancak bu dönemde Amerikan sokaklarındaki hareket
geri çekilme evresindeydi. Ekonomik kriz ABD gettolarını vuruyordu ki bu krizin
gettolardaki etkileri bugün de sürmektedir.
İşte Siyah Amerikalı spor yıldızları ile onların
içinden geldikleri kitleler arasındaki büyük ayrışma da bu noktada baş
gösterdi. Bize bugün Michael Jordan’ın yeni Muhammed Ali olduğu söyleniyor
-zira o da bir o kadar ünlü. Doğruya doğru, Michael Jordan gerçekten de çok
ünlü. İnanılmaz ölçüde de zengin. Ama onu takip eden Siyah kitleler önünde
nasıl bir örneklik sergilemesi beklenebilir? Bu kitlenin mensuplarının onun
kadar parası yok, çoğu onun sahip olduğu yeteneğe de sahip değil. Kimse Ali’nin
ringde yaptıklarını da ondan iyi yapamaz ama onun iktidarın baskısına
direnişinden, dayanışmaya ve fedakârlığa yönelik eylemlerinden hepimizin güç
devşirme imkânı var.
Michael Jordan, Nike firmasının sembolü. Oysa Ali,
vicdanını ülkesinin ve kişisel rahatının önüne koyduğu için sonsuz zenginlikte
başka şeyleri temsil ediyor.
Shiraz Socialist
4 Haziran 2016
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder