Pages

07 Haziran 2016

Muhammed Ali: Yirminci Yüzyılın Bir Kahramanı


Muhammed Ali, son kavgasında yenik düştü ancak bu yenilgi, onun bütün hayatına damgasını vuran cesaretten arî olmadı. Şu anda ABD’de ve bütün dünyada medya ve siyasetçiler onun için yas tutup hakkında “yüzyılın sporcusuydu” diye övgüler düzüyorlar, bunların çoğu, 1960’larda ve yetmişlerde ona Vietnam savaşına ettiği muhalefet ve Siyah siyasetindeki radikal konumu dolayısıyla çamur atmış olan kişiler. Ali, şöhretli biri olarak öldü ve bu şöhret bihakkın kazanılmış bir şöhretti. Ancak çağımızın kötü adetlerinden biri de meşhur insanlara sadece övgüler düzülmesi. Müteveffa Mike Marqusee’nin Redemption Song (Verso, 1999) adlı kitabı, kesinlikle Ali’nin toplumsal ve siyasi önemini en iyi ele alan eser. Şunları yazmış Marqusee:

“Muhammed Ali’nin bu ünü nasıl kazandığı ve bunun ne anlama geldiği meselelerine eğilmemiz gerekiyor. Ben bu ünün sadece ringlerde kazanılmış olduğuna inanmıyorum. Eğer spora meraklıysanız Ali’nin ringlerdeki başarılarından etkilenmemeniz mümkün değil elbette ama daha önemli olan onun ringin dışında başardıkları.”

Ali’yi yeniden tarihsel bağlamına oturtmamız gerekiyor, bu bağlam ise evvela onun 1960’ların büyük toplumsal hareketleri ile olan ilişkisi anlamına geliyor. Genç Cassius Clay, bildik türden bir vatansever, bir Soğuk Savaş şoveni idi. 1960 yılında, 18 yaşındayken Roma Olimpiyatları’nda ülkesini temsil ederek hafif sıklette altın madalya kazanmıştı. Bu zaferin anısına yazdığı, yayınlanan ilk şiiri şöyleydi:

Amerika’yı en büyük yapmaktır hedefim
İşte böyle Rusları, Polonyalıları yendim
ABD için altın madalyayı böyle alıp geldim.

Birkaç sene sonrasına kadar çok yol kat edecek biri için oldukça yavan bir başlangıç. Ali’nin bu sorgulanmamış milli şovenlikten uzaklaşmasını anlamakta kilit önemi haiz olan ise 1960’ların ilk yarısındaki insan hakları hareketinin etkisi. 1960 ile 1965 yılları arasında tam da Muhammed Ali ile aynı toplumsal kökene ait -yani ABD’nin güney eyaletlerindeki işçi sınıfı ailelerinden olan- yüz binlerce genç, Siyahî Amerikalı, Amerika’nın Apartheid’ı demek olan Jim Crow Yasaları’na karşı, bizim bugün tahayyül bile edemeyeceğimiz türden bir ırkçılığa, bir yüzyıldır süregelen kurumsal ırkçılığa karşı sokaklara dökülmüşlerdi.

O dönemin belirli bir diliminde Güney’in tamamındaki Siyah üniversite öğrencilerinin yüzde altmışının kitle hareketinde doğrudan yer aldığı tahmin ediliyordu. Bunun için ödenen bedel ağırdı: kimileri öldürülmüş, çoğu darp edilmiş, büyük kısmı tutuklanmıştı. Çağımızın en büyük muharebelerinden biriydi bu. Ali, çağdaşlarını sokaklara döken aynı toplumsal güçlerin çekimine girmişti ama onun tuttuğu yön başkaydı. Onun her yere nüfuz etmiş ırkçılığa verdiği yanıt farklıydı, zira -olimpiyatlarda kazandığı başarının ardından- Miami sokaklarında İslam Ümmeti (İÜ) ile tanışmıştı.

Bunun ardından gelen birkaç yıl boyunca ağır sıklette ümit veren bir dövüşçü olarak zirveye giderek yaklaşır ve altın kemeri hedeflerken ülkesini bir uçtan bir uca dolaşmış ve birçok Müslümanla tanışmıştı. Bunların en ünlüsü Malcolm X’ti, Ali ve Malcolm dost olmuşlardı. İslam Ümmeti aracılığıyla bu genç ve eğitimden büyük oranda yoksun adam, kökleri 20. yüzyılın başlarına kadar uzanan ve Marcus Garvey’nin ellerinde büyüyen Siyah milliyetçiliği hareketi geleneği ile karşılaşmış oluyordu. Siyah milliyetçiliği o tarihte yeraltına itilmiş haldeydi ve Cassius Clay’in 1960’ların ilk yıllarında hayatına girdiğinde İÜ, Amerika’daki en eski, en varlıklı, en iyi örgütlenmiş Siyah milliyetçi (sözkonusu olan milliyetçiliğin özgün bir türü olsa da) örgüttü. Clay, İÜ ile olan ilişkisini gizli tuttu, şayet ortaya çıkmış olsaydı asla ağır sıklet şampiyonu olamaz, Sonny Liston ile ringde karşılaşamazdı ve biz bugün ondan söz ediyor olamazdık.

Altın kemeri Miami’de, o güne kadar yenilmez olduğu söylenen Liston’a karşı verdiği mücadelenin sonucunda, 1964 yılında aldı. Bütün dünyanın şaşkın bakışları altında 22 yaşındaki Cassius Clay, Sonny Liston’ı yendi ve yeni Dünya Ağır Sıklet Şampiyonu oldu. Yeni şampiyonların hepsinden beklendiği gibi şehirdeki lüks otellerden birine gidip bunu kutlamak yerine Cassius Clay, Miami’nin -o tarihlerde Miami ırklara göre bölünmüş bir şehirdi- Siyahların yaşadığı bölgesindeki, Siyahların kaldığı bir motele gitti, alkolsüz ve sakin bir geceyi dostları Malcolm X, büyük ilahi ve R&B yorumcusu Sam Cooke ve bilahare aktörlük yapacak olan ünlü futbol oyuncusu Jim Brown’la beraber henüz elde ettiği bu unvanla ne yapacağını tartışarak geçirdi. Ertesi sabah, bu tartışmaların ardından Cassius Clay basının karşısına çıktı ve onlara şöyle söyledi: “Sizin olmamı istediğiniz kişi olmak zorunda değilim, nasıl bir kişi olmak istiyorsam olurum”. Bugünden bakılınca bu, öyle çok büyük bir söz gibi gelmeyebilir ama o günlerde deprem etkisinde sözlerdi bunlar. İki nedenle: birincisi spor alanındaki yıldızlardan, hele ki Siyah olanlardan, kendilerine dikte edildiği gibi bir kişi olmaları beklendiğinden, ikincisi ise Cassius’un istediği kişi olmakla kastettiği -büyük olasılıkla o tarihlerde Amerika’nın en çok tahkir edilen örgütü olan- İÜ’nün açık bir üyesi olmak olduğundan. Üstelik bir de yanında muhtemelen o zamanlar ABD’nin en çok sövülen kişisi olan Malcolm X vardı. İÜ’ye sahip çıkmakla Cassius Clay ağırlıklı olarak Hıristiyan olan bir ülkede ve İslam’ın Amerika’da pek bilinmediği ve uzak diyarlara ait kabul edildiği bir zamanda Hıristiyanlığı reddetmiş oluyordu. ABD’nin ırksal anlamda birleşmesini savunan Martin Luther King’in liderliğindeki insan hakları hareketinin en güçlü ve prestijli olduğu bir dönemde birleşmeciliği kitabından çıkarıp ayrılıkçı bir siyaset gütmeye başlıyordu. Böylece Cassius Clay, hem beyaz hem de Siyah liberallerin öfkesini üzerine çekmişti ve daha da önemlisi sınırları ABD’nin sınırlarından tamamen farklı olan bir milletin (ümmetin) ferdi olarak bu farklı kimlik adına kendi milli (Amerikan) kimliğini elinin tersiyle bir yana itiyordu.

O zamana kadar hiçbir yıldız Siyah sporcu ya da hiçbir Siyah ünlü -daha eski kuşaklardan Paul Robeson ve W. E. B. DuBois’nin başına geldiği gibi- toplumsal anlamda linç edilmeden böyle bir şeyi söylemeye ya da ifa etmeye yeltenmemişti. Bu duruş, genç dövüşçü için korkunç bir trajedi olarak algılanıyordu. Nihayetinde bütün dünya ayaklarının önüne seriliyken o tutup kimsenin savunmadığı bir davaya sahip çıkmış ve böylece halk nazarındaki cazibesinin köküne kibrit suyu ekmişti. Ya da öyle sanılıyordu. Hakikatte ise İÜ’ye katılıp kendini yeniden tanımlamakla Clay yeni bir dünyaya adım atıyor ve böylece uluslararası bir üne kavuşuyordu, bu durum onun dünya halklarının gözünde yeni bir anlam kazanması demekti ve böylece ringin içindeki ve dışındaki kaderi tamamen değişecekti.

Kazandığı dövüşten kısa zaman sonra New York’a gitti, gittiği her yerde Malcolm X’le beraberdi. Ancak bundan hepi topu bir hafta sonra Malcolm X, Elija Muhammed’le ters düşerek İÜ’den ayrıldığını ilan etti. Ali, İÜ’de kalmayı tercih etti ve Malcolm’la olan arkadaşlığı sona ermiş oldu. Bunu neden yaptığı sorusu üzerinde durulmaya değer. Malcolm, İÜ’nün içe kapalı ve tutucu eğilimden uzaklaşarak daha siyasi bir yol tutuyor ve ırkçılıkla daha doğrudan bir kavgaya yöneliyordu. Elija Muhammed’in ona o tarihlerde vermiş olduğu yeni adıyla Ali ise ırkçılığa karşı bir korunaklı alan arayışındaydı ve bunu İÜ’de buluyordu. Ali ne tuhaftır ki İÜ’ye yakın, Malcolm’a uzak durarak siyaseten bir yere bağlanmaktan imtina ediyordu.

Ancak 1960’lar Ali’ye böyle bir lüksü tanımadı. Yıllar geçtikçe Ali, siyasi ihtilafların içine daha çok giriyordu. 1964 yılında herhangi bir ırktan hiçbir Amerikalı sporcu kıtanın varlığının bile farkında görünmezken Ali Afrika’ya gitti. Gana’da meşhur sömürgecilik karşıtı ve Afrika’nın birliği hareketinin kurucusu başkan Kwame Nkrumah ile tanıştı. Nkrumah, Ali’nin elini sıkan ilk devlet başkanı oldu. Bir ABD başkanının Ali’nin elini sıkmaya tenezzül etmesi için daha bir on bir yıl geçmesi gerekecekti (gerçi o günlerde herkes o eli sıkmak için kuyruktaydı). Gana’da Ali’yi karşılamaya on binlerce insan sokağa dökülmüştü. Yeni ismi ile tezahürat ediyorlardı ona. Bu geziye katılanlar, bunun Cassius Clay’in gerçekten Muhammed Ali’ye dönüştüğü an olduğunu söylüyorlar. Peki, evlerinde televizyonları olmadığı ve İngilizce bilenleri de pek az olduğu halde nasıl olup da bu kadar çok Ganalı Ali’yi görmeye gelmişti? Gana’da boks halkın çok sevdiği bir spordu ve dünya ağırsıklet boks şampiyonu olmuş birinin bağımsızlığını yeni kazanmış olan ülkelerine gelmiş olmasından çok memnun olmuşlardı. Daha da önemlisi Ali bir Afrikalı Amerikalıydı ve bir Müslüman adı alarak Amerikalı kimliğini reddetmiş ve Afrikalı köklerine sahip çıkmıştı. Ganalı kitleler bunu önemsiyorlardı. Bu dönüşümün önemini Amerikalılardan çok çok önce kavramışlardı.

Bu gezinin Ali üzerindeki etkisi çok büyük olmuştu. Ali daha geniş kitlelere, dünyanın ezilmiş halklarına karşı sorumlu olduğunu bu gezide idrak etmişti ve bu yeni sorumluluk hissi sonraki çalkantılı on yılda ona yön verecekti.

Bu yeni kimliğin sınanması Vietnam savaşı üzerinden gerçekleşti. 1966’nın başında ABD Vietnamlılara kendi iradesini dayatmakta zorlanıyordu ve bu nedenle daha çok insanı askere almaya çalışıyordu. Dünya boks şampiyonu da askere alınacaklar arasına dâhil edilmişti; bu haber Ali’ye Miami’de antrenman kampındayken ulaştı. Basın hemen Ali’nin başına üşüştü, Ali ise şöyle dedi: “Benim Vietkonglularla bir alıp veremediğim yok”. Bu söz o an için öylesine edilmiş olabilir diyelim ama Ali sonraki yıllarda da bu söze bağlı kaldı, hatta onu bir şiirinde de kullandı:

İstediğiniz kadar soru sorun bana
Vietnam savaşına dair,
bütün söyleyeceğim şudur:
benim hiçbir Vietkongluyla bir derdim yoktur.

O zamanlar onu eleştirenler şöyle söylüyorlardı: Ali Vietnam hakkında ne bilir ki?

Bu kişiler nazarında Siyah militanlarca kandırılmış biriydi Ali. Ama “bir derdim yok” açıklamasını yaptığı gün bu hissiyatının dayanaklarını bir New York Times muhabirine de anlatacaktı:

“Boks yapmak hiçbir şey demek değil, kana susamış insanları tatmin etmekten başka. Ben artık o Kentuckyli Zenci Cassius Clay değilim. Ben artık dünyaya aidim, Siyah dünyaya. Pakistan, Cezayir, Etiyopya bundan böyle her zaman benim yurdum olacak. Bu, paradan çok daha önemli bir şey.”

Burada Ali’nin şahsi kimliğine ilişkin yaptığı yeni tanımın onu nasıl politize ettiğini ve devletle karşı karşıya getirdiğini görüyoruz. Sıradan sadık bir ABD vatandaşının ABD devletinin düşman bildiklerini düşman bellemesi beklenirdi. Ali’nin sadakati ise başka bir yereydi. Ali, çıkarları ABD’ninki ile ters olan, dünyanın beyaz olmayan halklarına sadıktı. Ali, Vietnam savaşına aldığı mesafeyi 1966’nın başında ilan ettiğinde merkez siyasetlerden bir tane bile politikacı ya da gazete savaşa karşı çıkmış değildi. O ay, yani 1966’nın Şubat’ında en çok çalınan plak “Yeşil Berelilerin Baladı”ydı, bu şarkı Vietnam halkına düzenli olarak işkence eden özel kuvvetlere name düzüyordu. ABD’de -hem beyaz hem de Siyah unsurlarıyla- kurulu düzenin Ali’nin cüretkârlığına verdiği karşılık şiddetli oldu. Herhalde dünya üzerinde hiçbir sporcu 1966 kendi yurdunda Muhammed Ali’nin uğradığı kadar hakarete uğramamıştır. Sürekli korkak ve hain olarak anılıyordu. Kısa süre içinde Amerika sınırları dâhilinde dövüşmesi imkânsız hale geldi. ABD’nin kurulu düzeni, bütün o sınırsız ahmaklığıyla Muhammed Ali’yi ülkeden sürdü ancak nihayetinde bu, Ali’nin küresel kitlesinin büyüyüp güçlenmesi sonucunu doğurdu.

Muhammed Ali, o noktadan itibaren Vietnam savaşı karşıtı en meşhur Amerikalı haline geldi. Ali, bu tutumu takınmış olan siyasi figürlerden bile daha çok tanınıyordu.

1966 yılında Arsenal Stadyumu’nda Henry Cooper’la dövüşmek üzere Britanya’ya gitti. Wilson hükümeti, Amerika’nın Vietnam savaşını destekliyor idiyse de halk savaşa karşı çıkmaya başlamıştı ve Britanya basını Ali’nin varlığından Amerikalı meslektaşlarına oranla daha az rahatsızdı.

1966’da Britanya’da Siyah halk daha yeni yeni bilinçleniyordu, diaspora halkları olarak bir kimlik bilincini henüz biçimlendiriyorlardı. 1960’ların ortalarında Britanya’da Pakistanlılara yönelik tacizlerin yükselişine de tanık olundu. Elbette bu tacizler sadece Pakistanlı olduğu bilinenlere fiziksel olarak saldırmakla sınırlı kalmadı, Pakistanlılar dinleri, giyim kuşamları ve dilleri yüzünden ve ırkçılarca -yanlış olarak- yolunacak kaz nevinden akılsız kimseler sanılmaları hasebiyle dışlandılar. Böylesi bir bağlamda -kesinlikle yolunacak kaz olmayan- dövüşken ve onurlu bir Müslüman’ın, Dünya Ağırsıklet Boks Şampiyonu’nun ziyareti bu insanlara güç veriyordu.

Ancak Ali’nin Britanya’daki etkisi Müslümanlarla sınırlı kalmadı. Britanya’da o tarihlerde Siyahların iktidarı için mücadele etmekte olan Michael X’le teşriki mesai halindeydi Ali. Michael X’le beraber Brixton ve Notting Hill’deki Siyah mahallelerini gezdi ve daha militan olan ikinci kuşak Siyah gençler arasında hızla yayılan Siyah bilinci hareketine destek sundu. Britanya’ya Amerikalı Siyahların kurtuluş mücadelelerinin modelini ve tarzını taşıyan bir dizi ziyaretçiden biri de Ali oldu. Martin Luther King 1964’te, Malcolm X 1965’te, Ali 1966’da, Stokely Carmichael 1967’de Britanya gitti (Carmichael, İşçi Partili içişleri bakanı Roy Jenkins tarafından alelacele sınır dışı edildi).

Ali, Amerika’ya 1967 yılının başında döndüğü zaman zor bir seçim yapmak durumu ile karşı karşıya kaldı: ya pes edip orduya katılacak ve onlarla bir anlaşmaya varacaktı (Ali, doğrudan doğruya savaşmak zorunda kalmayacağı konusunda temin edilmişti) ya da hapse girecek, unvanından olacak ve bir daha dövüşemeyecekti. Ama vicdanı onu teslim olmamaya zorladı.

Martin Luther King, bir süre için benimseyip daha sonra pişman olduğu ikircikli tavrını bir yana koyarak Vietnam savaşına 1967 yılı itibariyle şiddetle karşı çıkmaya başlamıştı. Bütün eski liberal müttefikleri, Demokrat Partili insanlar, Siyah hareketinin kurumsal liderliği ona sırtlarını döndü. King bir Gandiciydi, bir pasifistti, bu nedenle genç Amerikalı erkeklerin askere alınmaya direnmeleri gerektiği görüşündeydi. Etrafta örnek olacak bir kişi arıyordu ve bulduğu kişi ağırsıklet boks şampiyonu Muhammed Ali oldu. King vaazlarında Ali’yi methediyor, vicdanını dinleyerek her şeyi bir kenara koyduğu için onu takdir ediyordu.

Bugünlerde Muhammed Ali’nin örnek bir insan olduğu söylemek vaka-i adiyeden oldu ama şu unutulmamalı ki bunu ilk söyleyen insanlar Malcolm X ve Martin Luther King’di ve o zamanlar bu ifade kulaklara pek sarsıcı geliyordu.

Ali’nin unvanı elinden alındı, yargılandı, hüküm giydi ve beş yıl ceza aldı; kefaletle serbest bırakıldı. Pasaportuna el kondu ve üç buçuk yıl boyunca ABD’den ayrılmaktan ve dövüşmekten men edildi. Devlete karşı davalar açan bir avukat ekibi vardı Ali’nin ve bu ekip, kampüsleri gezerek onun Vietnam savaşına karşı, Siyahların onurundan ve İÜ’nün her zaman bir parçası olmuş olan dinî tutuculuktan yana mesajını yayıyordu. 1967’de aklı başında hiç kimse Ali’nin bir daha dövüşebileceğini tahmin edemez ya da altın kemerine tekrar kavuşup 20. yüzyılın en gözde sporcusu olarak dünyasal ölçekte bir sevgiye mazhar olacağını iddia edemezdi. Bunun nedeni ise kimsenin savaş karşıtı hareketin kitlesel boyutlara ulaşacağını kestirememiş oluşuydu. 1970 yılında Anayasa Mahkemesi bir hile-i şeriyeyle Ali’nin zorunlu askerlik hizmetinden kurtulmasını ve ringlere dönmesini sağladı, zira o noktada Ali’yi hapse atmak çok riskli olacaktı. Kamboçya’nın 1970 baharında işgal edilmesinin üniversitelerde ve liselerde Amerikan gençliğinin yüzde 60-70’inin iştirak ettiği grevlere yol açtığı hatırlansın. Siyah Güç hareketi de altın çağını yaşıyordu o yıllarda. Düzen, Ali’nin bir süper kahramana dönüşmesini göze alamadı.

Daha sonraki birkaç yıl boyunca Ali, zirvedeki yerini tekrar elde etmek üzere dövüşmeye devam etti ve 1974 yılında -o tarihte adı Zaire olan- Kongo’nun başkenti Kinşasa’daki meşhur Ormandaki Gümbürtü maçında George Foreman’a karşı mücadele ederek unvanına tekrar kavuşma şansını elde etti. Ali’nin kaybedeceği düşünülüyordu. Zira yaşlanmıştı, Foreman’ınsa yenilmez olduğu söyleniyordu. Ama Ali, Foreman’ı yendi ve kendisinden haksızlıkla alınmış olan unvanını tekrar kazandı. Muhtemelen sözkonusu maç tarihin en çok ses getiren spor olayı olmuştu -ringe çıkmadan hemen önce Ali kameraya dönerek (bu an, maçı öncesi ve sonrasıyla anlatan When We Were Kings adlı belgeselde yer almaz) ne yapmakta olduğunu izaha girişti. Şunları söyledi: “Ben Allah ve halkım için dövüşüyorum, şöhret ya da para için değil. Kendim için değil, sosyal yardımlarla yaşayan, gelecekleri olmayan, ayyaş ve uyuşturucu müptelası haline gelmiş Siyahlar için dövüşüyorum. Ben Allah’ın siyasetçisiyim.” Ardından “Keşke Lumumba da burada olup beni görseydi” diye ekledi. Patrice Lumumba, malum, Kongo’nun Belçika’dan bağımsızlığını elde etmesinden sonra seçilmiş ilk başkanıydı. Lumumba, Afrika bağımsızlık mücadeleleri dalgasının kahramanlarından biriydi. Malcolm X’le tanışmış ve onu çok etkilemişti; Lumumba’nın kim olduğunu ve ne anlam taşıdığını genç Cassius Clay’e öğreten hiç şüphe yok ki Malcolm olmuştu.

Ali, hiç gitmediği ülkelerde yaşayan, kendisinin bilmediği dilleri konuşan, hiç tanımadığı milyonlarca insan için kendi bedenini ortaya koymuş olduğundan onun dünyadaki tüm izleyicileri bu zaferde paydaş olduklarını hissettiler.

Sergilediği vicdanî duruş, bütün sınırları, bütün kültürel engelleri aşıyordu. Ancak bu dönemde Amerikan sokaklarındaki hareket geri çekilme evresindeydi. Ekonomik kriz ABD gettolarını vuruyordu ki bu krizin gettolardaki etkileri bugün de sürmektedir.

İşte Siyah Amerikalı spor yıldızları ile onların içinden geldikleri kitleler arasındaki büyük ayrışma da bu noktada baş gösterdi. Bize bugün Michael Jordan’ın yeni Muhammed Ali olduğu söyleniyor -zira o da bir o kadar ünlü. Doğruya doğru, Michael Jordan gerçekten de çok ünlü. İnanılmaz ölçüde de zengin. Ama onu takip eden Siyah kitleler önünde nasıl bir örneklik sergilemesi beklenebilir? Bu kitlenin mensuplarının onun kadar parası yok, çoğu onun sahip olduğu yeteneğe de sahip değil. Kimse Ali’nin ringde yaptıklarını da ondan iyi yapamaz ama onun iktidarın baskısına direnişinden, dayanışmaya ve fedakârlığa yönelik eylemlerinden hepimizin güç devşirme imkânı var.

Michael Jordan, Nike firmasının sembolü. Oysa Ali, vicdanını ülkesinin ve kişisel rahatının önüne koyduğu için sonsuz zenginlikte başka şeyleri temsil ediyor.

Shiraz Socialist
4 Haziran 2016
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder