Pages

09 Haziran 2016

Sabır İşçileri


Hem “ben biriciğim” deniliyor hem de kolektif mücadeleyi emreden politika alanında duruluyor. Bu, mümkün değil. İşi yokuşa sürmek… Padişahın kızını vermemek için delikanlıyı Kaf Dağı’nın ardına göndermesi. Siyasette hem devrimden söz edip hem de “bana benzeyenleri bulmazsan, ben gelmem” diyenlerin sözünün bir hükmü yok.

Yani esasen Kurtuluş üzerinden dönen tartışma, Tuncay Yılmaz dolayımıyla yol alıyor. Geçmişteki ayrışma, bugün madde olarak Kürt ve madde olarak silâh başlıklarında, Kaf Dağı’nın ardına atılıyor.

Yılmaz’ın partisi SYKP, 1 Mayıs sonrası “ne kadar da disiplinsiz bir partiyiz, bizi çok sevecekler, çok kitleselleşeceez” diyerek videolar yayınlıyor. Genel planda teorik-ideolojik çalışma boşa düşürülüyor, gençlik, devrim öncüsü olarak gaza boğuluyor. Tüm tartışmalardan bıkmış kesimin gündelik hayatı böylelikle rahata erdiriliyor.

Kurtuluş bağlamında uç veren tartışmanın alan kavgası ile de alakası var. Malum, Suriye ve AKP sayesinde birçokları ülkede Hatay diye bir yerin, Arap Alevîleri diye dinî bir halk hareketinin bulunduğunu öğrendiler. Kavga, bu “pazar”la da alakalı. Zaten kavga, oranın pazar, Arap Alevîlerinin müşteri olarak görünmesinin bir ürünü. Kimsenin Hatay gerçeğine nüfuz etme, Arap Alevîlerinin derdiyle dertlenme gibi bir meselesi yok.

Bu sebeple, biri “kahramanlık” diyor, diğeri “kitlesel eylem.” Özünde Devrimci Parti’nin SYKP eleştirisi ile SYKP’nin örtük eleştirisi, aynı zeminde duruyor. Bunlara “durun, siz kardeşsiniz!” demek gerekiyor.

Marx, Alman İdeolojisi’nde solculara yönelik olarak, “bunlara işin temelini anlatmak gerek. İnsanlar karınlarını doyurmak, giyinmek, barınmak için üretim yaparlar” mealinde sözler sarfediyor. O bu müdahaleyi, bilimin özel kişilerin özel zihin dünyalarına hapsolmuş ideolojiler âleminden ayrıştırılması gerektiği için yapıyor. Bu yapılan vurgunun ve ayrımın küçük burjuva elinde tekrar istismara maruz kaldığını görmek gerekiyor. Küçük burjuva, tüm ideolojik âlemi geçersiz kılmak, kendi karnının doymasına, üzerindeki kıyafete, içine girdiği eve değer yüklemek için yüce maddeye, daha doğrusu, onun dolayımıyla, kendisine sığınıyor. Kendisini aşan ideolojik âlem, fazlalık hâline geliyor.

Yani Marx’ın müdahalesi işe yaramıyor. Yeni dükkânlar kuruluyor, yeni mülk ilişkileri tesis ediliyor. Bunları tarumar edecek ideolojik mücadele, anlamsızlaştırılıyor. Burjuvazinin ve devletin de istediği bu: kitlelerin tarihsel pratikte edindiği, yüklendiği ideolojiler, kapı dışarı ediliyor. Geriye “birey” denilen posa kalıyor, onu yaldızlamak da gene solculara kalıyor. Gündelik hayatın içindeki maddî pratiğin parlatılması için ideolojiler âlemi, dinamitleniyor. O dinamitleri döşedikten sonra, “örgüt” ve “örgütlenme” diyenler, yalan söylüyorlar.

Akademinin yazılarını ve imzasını mülk edinmesi de burada. Yazılar ve imza, burjuvaziye ve devlete takdim edildiği için asla kolektifin ateşine fırlatılıp atılamıyor. Dolayısıyla, teori ve zihin, maddî olana değil, maddeci olana kilitleniyor. İdeolojiler âlemi geri bulunuyor, fazlalık görülüyor, atık olarak değerlendiriliyor. Bunu yapanların imzası parlatılıyor. Sol, bu nedenle gazetecilik ve akademisyenlik hattına geri çekiliyor.

Basit bir maddeye indirgenen işçi ile basit bir maddeye indirgenen Kürd arasında bir fark bulunmuyor. Eski metinlerde “işçi” kelimesinin yerine “Kadın” veya “Kürd” kelimesi ikame ediliyor. Bu, yukarıda anlatılan sığ, kaba maddecilik adına yapılıyor. Silâh da kaba maddeciliğin bir türevi olarak anlaşılıyor. Kaba maddecilik, özündeki idealizmi her fırsatta açığa vuruyor. Kurtuluş ve türevleri böylesi tezahürler.

Özünde bugün “71 devrimcilerini aştık” diyenlere, “önce o devrimcilerin tırnağının kiri olun!” demek gerekiyor. O devrimcileri, yüce madde olma adına istismar edenlerden, ideolojik âlemden söküp alanlardan kurtarmak gerekiyor. O devrimciler, dönemin ideolojik âlemi içinde kalarak, orada devrim ve devrimcilik yaparak, bir anlam ve değer kazanıyorlar. Birilerinin biricikliğini yaldızladıkları için değil. Biriciklik, anlamı ve değeri yok ediyor.

Bu biricikliğe iman eden öznenin kendi bireyliğini, tek bir birey olarak Tayyip denilen “güç”e karşı kurması zorunlu. Faşizm-oligarşi tartışması, bu minvalde gerçekleşiyor. Oligarşi çoklu, kolektif bir iktidar yapısını anlatıyor. Doğru yanlış, belirli bir politik dönemin çok boyutluluğunu karşılıyor. Faşizm ise meseleyi bireye indirgiyor, kendisini biricik zanneden bireyleri çağırıyor, ideolojik âlemden sıkılanları, o âlem karşısında kendi maddiyatını yüceltmek isteyenleri cezbediyor. Liberalizmin imkânlarından istifade edilmeye çalışılıyor. Bu anlamda, dönemin “refahını” görmüş, tatmış, daha fazlasını isteyen, sınırlarını aşma arzusunda olan küçük burjuvanın kanını kaynatıyor. Maddî geçim imkânları sınırlı olanları ise fazlalık ya da sürü olarak değerlendiriyor. İki örgüt arasındaki tartışmanın bir boyutu da bu: “Hangimiz daha liberaliz!”

Yani SYKP’nin “halk” dediği şey, Tayyip’i sevmeyenler. DP’nin “direnişçi” dediği şey, Tayyip’i istemeyenler. Geriye çekilip bakıldığında, biçimde görülen karşıtlığın özdeki benzerliği gizlediği anlaşılıyor: Devlet ve burjuvazi, Tayyip sopası ile bir hiza çekiyor.

Bu hizada duran iki örgütün de üyesi olduğu HDP’nin yeri geldiğinde NATO, ABD, Brooking Enstitüsü, Avrupa Parlamentosu’na seslenmesine, oralardan yardım istemesine nedense ses edilmiyor, ama bir anda anti-emperyalist olunup, bir örgüt diğerinin BM başvurusunu, “Tayyip Yargılansın” kampanyasını eleştiriye tabi tutuyor. O emperyalistlerin Tayyip kadar günahkâr olduğundan bahsediliyor. Ama bu laf, nasıl oluyorsa, HDP çatısı altında yapılıyor!

Ve onca “direnişçilik”, “kahramancılık” edebiyatı, özünde HDP’yi boşa düşürüyor. “Lafla peynir gemisi yürümez, kitle çalışması boş iş, işçi sınıfını örgütlemek anlamsız, bunların hepsi burjuva, oradan kurtulmak lazım, ‘işçi’ dersen düzeni beslersin, burjuva dışı komün ilişkilerine biat etmek gerek, kurtuluş orada” deniliyor. Tüm bu laflar, direnişçiliğin yıldızını, madde olarak varlığını yaldızlamak için dillendiriliyor. O direnişçinin sırtını yaslayacağı duvar yıkılıyor, besleneceği kök kesiliyor. Maddesine iman edenler, ideolojik âlemi değersiz görenler, kitlelerin maddî geçim mücadelesine ideolojik-politik faaliyetle nüfuz etme girişiminin o maddeye zarar vereceğini düşünüyorlar.

Bugün ayrıca kitlelerin maddî geçim mücadelesi gibi, sola yönelik ideolojik mücadele de yok edilmek isteniyor. Her ikisi de ya yok hükmünde kabul ediliyor ya da bu tür bir çalışmanın anlamsız olduğuna vurgu yapılıyor. Ekmeğini soldan yiyenlerle, kendi maddî geçimini put eyleyenler, aynı kavşakta buluşuyorlar. O kavşağın devrimcilik yapması mümkün değil.

Geçmişte Hikmet Kıvılcımlı’nın öncülüğünü yaptığı hareket, mahallelerde belirli bir çalışma yürütüyor. 15-16 Haziran sürecinde bu kadrolar, önemli roller oynuyorlar. Ardından, 12 Mart darbesi geliyor. Daha öncesinde Kıvılcımlı ile belirli bir temas kurmuş, ama birliği gerçekleştirememiş THKP kadrolarının mapus damına düşmeyen kısmı, bu mahallelere çekiliyor. O kadrolar önemli ölçüde, 12 Mart ardından kurulan ilk sosyalist parti olan ve Kıvılcımlı’dan feyz alan TSİP içine akıyor. Tarihin cilvesi ki bugün o kadrolara “mahalleler burjuva, oralara gitmeyin” deniliyor. Bu söz, sosyal medyanın, imaj dünyasının parıltılı gerçekliği adına dillendiriliyor. Duvarın yıkıldığı, kökün kesildiği görülmüyor.

Faşist ya da oligarşik, ne dersek diyelim, iktidar, sol içindeki bu rekabet ve mülkiyet ilişkilerinden de güç alıyor. İleride hazırlanacak sol örgütler sözlüğünde bir madde, başlık olabilmek için harcanan çaba, iktidar nezdinde sivrisinek etkisine yol açıyor. İktidar, uzun soluklu planları ile muhalif unsurları parçalıyor, eziyor, dağıtıyor, sabun köpüğü işlere kul-köle ediyor.

Örgütlerin kadrolarını motive etmek için “üç yıl içinde devrim yapacağız” yalanını artık söylememesi gerekiyor. Onlar kadrolara, Lenin gibi, “siz devrimi görmeyeceksiniz!” demeliler. Marx gibi, “üç gün sonra zafere ulaşacak partiye üye olmak kolay. Siz belki de elli yıl devrim yapamayacaksınız” uyarısında bulunmalılar. Böylelikle o kadroların, yükün ağır olduğunu bilen bir işçi gibi, o yükü birlikte kaldıracak yoldaşlar arayıp bulmaları sağlanmalı. Dünyayı, hayatı, mücadeleyi, teoriyi ve pratiği birey merkezinde eşek gibi döndürmelerine mani olunmalı. İşçi olacak yoldaşlar bulunmalı.

O yükün altına birlikte girilmiyorsa, yoldaşlar aranmıyorsa, “üç yıl içinde devrim yapacağız arkadaşlar!” deniliyorsa, bilinsin ki bu heveskârlığın erimi ve menzili asla uzun değildir. Ama iktidar, erimini ve menzilini belirli insanların kaprislerine, öznelliklerine katiyen indirgeyemez. Bu açıdan bize, “üç yıl içinde devrim oldu oldu, olmazsa ben gider maddî geçimime, çıkarıma bakarım” diyen kişiler lazım değil. Lazım olan, devrimi geçmişin bağları ile bugünde ilmek ilmek dokuyan, sabır işçileridir.

Eren Balkır
8 Haziran 2016

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder