Afrika Ulusal Kongresi (AUK) ve Filistin Kurtuluş
Örgütü, ulusal harekete önderlik etme konusunda benzer deneyimlere sahipler.
Her ikisi de kendilerini Batı’nın desteklediği baskıcı
rejimlere karşı direnişin öncüleri olarak sundu ve ilk dönemlerinde topyekûn
direnişten ve silâhlı mücadeleden yana oldu.
Bir müzakere ve pazarlık süreci dâhilinde, 90'ların başlarında Siyahî Güney Afrikalılara ve Filistinlilere yeni bir gerçeklik
dayatıldı.
Güney Afrikalı siyahlara vatandaşlık ve oy hakları
tanındı, Filistinlilere ise bir geçici yönetim ve bir devlet vaadi lütfedildi.
1993’te sözkonusu iki örgütün mirası üzerinde yükselen mücadeleler amaçlarına
ulaşmaya çok yaklaşmış görünüyordu.
Ne var ki birçok siyahî Güney Afrikalı için apartheid
rejiminin sosyoekonomik yapıları oldukları yerde duruyordu. Sampie
Terreblanche, 2004 yılında, daha yoksul yüzde ellinin yaşam kalitesinin
apartheid sonrası dönemde dikkate değer oranda bozulduğunu belirtiyordu.
Filistinliler için devlet sözü Oslo Görüşmeleri
sürecinde verilmişti, ancak kısa zamanda İsrail’in sömürgeci pratiklerine devam
edeceği anlaşıldı. Oslo’nun üzerinden geçen yirmi yılda yerleşimlerin inşası,
yağmalamalar ve sınır dışı etmeler hiç kesilmedi.
Kasaba[*] İsyanları ve Birinci İntifada:
Sömürgeleştirilenin Tanınma Arayışı
1980’li yıllarda büyük bir kitlesel hareket Güney
Afrika kasabalarını yönetilemez kıldı. Rejimin bel bağlamış olduğu ucuz siyahî
emeğine istikrarlı bir kaynak teşkil eden kasabalar işbirliği etmeyi bırakmış
ve bu durum Pretoria’nın[**] yenilmezlik pozlarını boşa düşürmüştü. Bu zaferde
kasabaların genç öğrencilerinin ve işçilerinin oluşturduğu radikal halk
hareketlerinin de payı vardı, özellikle de belirli oranda sürgündeki AUK’nin
denetiminde bulunan Birleşik Demokratik Cephe’nin (BDC). Seksenlerin sonuna doğru
bu kasabalarda oluşmuş bulunan muhalefet çeşitliliği, AUK’nin yegâne farkını
beyaz azınlık hükümeti ile doğrudan müzakere etme kapasitesi olarak
işaretliyordu.
Bu sırada işgal edilmiş Filistin topraklarında 1987
yılında baş gösteren Birinci İntifada, sömürgeci İsrail’i işgalin mevcut biçimi
dâhilinde sürdürülebilirliğini değerlendirmeye zorluyordu. Bu kitlesel
gösteriler ve sivil itaatsizlik eylemleri, Filistinlilerce ortaya konan,
İsrail’in 1967’de yürürlüğe koymuş olduğu sömürgeci yapıdan kurtulma yönündeki
gayretler olarak beliriyordu.
Yavaş yavaş şekillenmeye başladığı ilk yıllarda
ayaklanma, Fetih’in baskın örgüt olduğu FKÖ’nün denetiminden görece bağımsızdı,
daha ziyade halk konseyleri ve Ulusal Birleşik İntifada Liderliği’nce
yönetiliyordu. Ancak 1991 itibariyle FKÖ tarafından yönlendirilmeye başladı.
Müzakereler ve Ertelenen Özgürlük
Yürüttüğü müzakere sürecinde AUK, kasabalardaki
radikal hareketlerden güç alıyor, ancak onların gerçek bir ekonomik özgürlük
yönündeki taleplerini de baskılıyordu. Bu arada FKÖ’nün İntifada’ya el koymuş
olması da mevcut radikal potansiyeli seyreltmişti. 1994 itibariyle AUK,
seçimleri kazanmış ve Nelson Mandela başkanlık koltuğuna oturmuştu. Mandela’nın
silâhlı direnişten tutsaklığa, oradan da uzlaşmaya uzanan hikâyesi, partisi
için de bir analoji olarak görülebilir, bu parti, şimdi uluslararası toplumun
bağrına bastığı bir kurumdur. Aynı dönemde Filistin’de Mandela’nın “silâh
arkadaşı” ve FKÖ lideri olan Yaser Arafat, İsrail’le 1993 yılında bir Filistin
Yönetimi kurmak için sürdürdüğü müzakerelerin sonuna gelmiş bulunuyordu; bu
yönetim, uluslararası toplumun himayesinde devlet kurumları meydana getirecek,
yaşayabilir bir Filistin devleti için nihai müzakereleri yürütecek ve siyasi
iktidarı küçük bir kesime tevdi edecekti.
Aradan geçen yirmi üç yılda özgürlük kavramı o
günlerde ifade ettiklerinden uzaklaşmış görünüyor. Güney Afrika’daki
sosyoekonomik şartlar, özellikle de AUK’nin kendileri için savaştığı kitle
bakımından, giderek yerleşik hâle gelen yoksulluk göz önüne alındığında, çok
vahim durumda.
Oslo’dan bu yana İsrail askerî güçleri binlerce
Filistinliyi öldürdü, yerleşimcilik alıp başını gitti ve Gazze halkı abluka ve
savaş ile kırıma uğratıldı. AUK ve FKÖ’nün temel meselelerde nasıl teslim
olduğunu anlamak için her ikisinin de müzakereler neticesinde elde etmek
peşinde olduğu şeyi kavramsal bir çerçeveye oturtmak önemli: sömürgeci ve onu
doğuran ve besleyen uluslararası sistem tarafından tanınmak. Bu noktada Aslen
Martinikli olup bilahare Cezayirli olarak anılmaya başlanan psikiyatr ve devrimci
Frantz Fanon’a kulak vermek gerek.
Fanon’un Uyarısı
Fanon, Hegel’in efendi/köle diyalektiği analojisini
siyahî bir çerçeveden uygulamaya koydu.
Hegel’in diyalektiğinde köle, tanınma arayışı
içindedir ve efendiye dönük korkusu üzerinden bir algı, kendisinin esasta başat
olduğu ve efendinin bir biçimde kendisine muhtaç olduğuna dair bir bilinç
geliştirir. Ne var ki Fanon’a göre, köle siyah olduğunda, “efendinin köleden
beklediği bu türden bir tanınma değil, basitçe onun çalışmasıdır”. Neticede
siyah bir köle, “efendinin örttüğü/gizlediği değerlere” talip olmaya başlar.
Fanon, bu diyalektiğin neticesinde karşılıklı tanınmanın gerçekleşmediği hususunda
Hegel’le hemfikirken, siyahî kölenin, derisinin mecazen beyazlaşmaya başlaması
ve zihninin sömürgeleştirilmesine bağlı olarak, ille de bağımsız bir bilinç
edinmeyebileceğini söyleyerek ondan ayrılır.
Kasabaların ve Bantustanların kahramanca mücadeleleri
bağlamında siyahî Güney Afrikalıların hedefi, kendi kolektif failliklerini
kendi seçtikleri koşullarda tanınma gayretine paralel olarak, beyaz rejiminin
bilincine taşımaktı. Özünde mesele, toprak ve gerçek bir iktisadî adalet
etrafına düğümleniyordu.
Ancak en önemli konularda varılan uzlaşma daha pratiğe
geçirilmediği dönemde bile oldukça tavizkar görünüyordu. Siyahî Güney
Afrikalıların hakları ile duyarsız bir siyahî elitin meydana gelmesini sağlamak
dışında çok az ilişkili olan bir vatandaşlık hakları ve siyasi haklar arayışına
körü körüne bağlanılmasıyla Özgürlük Bildirgesi ve toprağın yeniden dağıtımı
gibi meselelerin ikinci plana düşmesi örnek gösterilebilir bu duruma.
FKÖ açısından ise onun sömürgeci İsrail ve onu doğuran
uluslararası devlet-merkezli sistem tarafından, üstelik onların belirlediği
şartlarda tanınmayı Filistin’in hayatî meselelerinin halline tercih etmiş
oluşu, Avrupa merkezli devlet idealinin peşine düşmüş olmasından
kaynaklanıyordu.
Oslo’dan bugüne kadar Filistin Yönetimi’nin ana
stratejisi, İsrail’le doğrudan karşı karşıya gelmekten kaçınmak oldu, bunun
yerine, enerjisini devletleşme projesine yöneltti.
Bu arada sömürgeci İsrail, Oslo barış görüşmelerinin
cürufu hâline gelmiş olan Filistinlilerin bedenlerini öğütüp sonra da tükürmeye
devam etti.
Fanon, sömürgeleştirilmiş olanın milli bir liderliğin
oluşması yönündeki talebinin aslında sömürgecinin ayrıldıktan sonra arkasında
bırakacağı konuma dair bir talep olduğunu, bu istek yerine geldiğinde,
sömürgeleştirilenin “Avrupa’nın taklidi bile değil, en fazla karikatürü”
olacağını söyler.
Bu taklit, bugün uluslararası gelişme ve “kapasite
inşası” masallarını, işgal edilmiş topraklarda ortalığa saçtıkları paralarla bu
türden kurumları dayatmaya hevesli STK’ların iğvasıyla pazarlayıp duran
Filistin Yönetimi’nin teknokrat ve aparatçiklerinin İsraillilere ayrılmış
yollarda lüks otomobillerini kullanabildiği Ramallah’ta görülebilir. Bunlar
olurken, bir yandan da AUK üyelerinin ayyuka çıkmış yolsuzluklar üzerinden
edindikleri rezidanslardaki yaşamı devam ediyor. Elitist bir Afrika
kapitalizminin apartheid sonrası Güney Afrika’da büyük çoğunluk yoksulluk
içindeyken, sadece seçilmiş bir avuç insanın barınabildiği bu rezidanslar
özelinde gerçekleştirdiği çitleme faaliyetinin meyvelerinden güvenlik sektörü
de nasipleniyor.
Filistinliler ve Güney Afrikalılar, bu tavizkar ve
sömürgeleştirilmiş önderliklerden daha iyisini hak ediyor.
Nick Rodrigo
16 Mart 2016
Kaynak
Dipnotlar:
[*] Güney Afrika’da apartheid rejiminin sonuna kadar sadece beyaz olmayanların
(siyahların, melezlerin ve Hintlilerin) yaşadığı geri bırakılmış yerleşim
bölgeleri kastediliyor. -ç.n.
[**] Güney Afrika’nın idari başkenti. -ç.n.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder