Silâhçı liberalizm, devrimciliği imkânsızlaştırmaya,
onu özel insanlara has, özel bir pratiğe kapatmaya ve giderek ölmek-öldürmek
meselesine daraltmaya mecburdur. O, sadece sonuca bakar ki zaten illiyetin,
akışın ve gidişatın zerre önemi yoktur. Sonuçta ölünmekte, öldürülmektedir. Her
şey o sonuca indirgenmelidir. Öncesinde rahatlık ve oportünizm için bu yaklaşım
zorunludur.
Siyaset alanını tayin eden, burjuvazidir. Burjuvazi,
oraya kendisinden başka kolektif bir unsurun girişine imkân vermez. Liberalizm,
ideolojik salgı olarak bu noktada devreye girer. O alana girmek ve onu
parçalamak isteyen kolektif irade, liberalizm şahsında şahıslara bölünür, un
ufak edilir. Liberalizm, siyasetin bireyden ve kendi’den yola çıkarak
kurulmasıdır. Kolektif kitlelerin tehlikesiz sulara çekilmesidir.
Buradan şu söylenebilir: bodrum katında çene kemiği
bulunan Kürd çocuğun, Taybet Ana’nın, Gever’in intikamı, o kolektifle, o
kolektif dâhilinde ve ona ait olunarak alınır. “Öcalan” isimli bireyle
dolayımsız ilişki kurup o Kürd’ün Öcalan’ın siyasetini gözetmesi gerektiğini
söylemek, liberalizmdir. Bu liberalizme göre Öcalan, batının, Türk’ün demokrasi
mücadelesini üstlenmiştir, o hâlde intikam alınacaksa bu gerçek görülmelidir.
Oysa aynı liberalizme göre Öcalan, geçmişte “kendisini peygamber sanan bir şizofrendir.”
Peki neden bugün Apo’cu olunmuştur?
Burada Apoculukla Apo’culuğu ayırmak gerekir.
İkincisi, Türk solunun liberal salvoları ile alakalıdır. Bunlar, işlerine
geldiği yerde Lenin’ci olurlar, burasını Rusya zannederler, işlerine geldiğinde
de “burası Rusya mı?” derler. Başka bir salvo da aynı metinde “Kürd hareketi
milli kurtuluş hareketi olduğu için büyümüştür” deyip biraz aşağıda “PKK’yi
milli kurtuluş hareketine indirgememek gerekir” tespitini yapmakla ilgilidir.
Gün gelir, “bana ne Kürdlerden” denilir, gün gelir “devrimi de komünizmi de Kürdler
getirecek.”
Bunlar, burjuva siyasetine giriş bileti için atılan
adımlardır. Örgüt, kolektif, hareket tekil bireylere doğru kapanmıştır ve o
bireyler, burjuva siyasetine çeşitli kanallardan girmeye çalışmaktadırlar.
Bugün Apo’culuğun moda olmasının sebebi, bu bireylerin batıda hiçbir şey
yapamamaları, özellikle Gezi’yi tüketmeleri, yanlış ve uygunsuz hamleleri
sebebiyle fukarayla muhabbet ve münasebet kurulamamasıdır. Demokrasi
mücadelesinin Apo’ya, devrim mücadelesinin Kandil’e havale edilmesi, tek
çözümdür. Artık apolitizmin serin sularında yaşamak, gündelik hayatını idame
ettirmek, entelektüel kibri yaldızlamak, ara sıra adrenalin için politikayla
ilgilenirmiş gibi görünmek, meşrudur. Kitlelerin politikleşmesi bu bireylerde
imkânsızlaştırılmakta, boşa düşürülmektedir. Özel birey(ler)in gösterisini
izlemek yeterli gelmektedir.
“Her şey politiktir” diyen, apolitiktir. Küçük burjuva
birey, kişisel macerasını kesen, gündelik hayatını bölen, fikrini ve eylemini
rahatsız eden hiçbir şey istememektedir. Tersten bu bireyler, Tayyip Erdoğan’da
kendilerini gördükleri için haset ve kin içerisindedirler, bu yüzden her şeyi
ona indirgemektedirler. Devlet de burjuvazi de bunu istemektedir. Çaplar, bu
sebeple ölçülüp kıyaslanmaktadır.
Burjuva siyaseti alanına girmek, kullanışlılık
gerektirir. ABD’de, NATO’da, AB’de “kontrollü kaos” doktrini üzerine kurulu
talimnameler kaleme alınmaktadır. Artık mevcut dönemde iktidarlar kamu
güvenliğine abanmak durumundadırlar. Devlet, tenceredeki suya kurbağaları atma
derdindedir.
Kullanışlılık, bireyselliğinin anlamsızlaştığını
düşünen için can alıcı bir husustur. Bir an önce madde, bir an önce anlamlı bir
birey olmak için yanıp tutuşanlar, her el edenin yanına koşacaklardır. Bu
sayede bir şeyler yapılıyormuş hissi verilecek, zevahir kurtarılacak, sonra da
“ne yapalım olmadı” denilecektir. Ama burada tek kural, her zaman uyulmuş olan
ilke, “halka hesap vermemektir.”
Sonuçta nesnelliğimiz, Survivor’dır. Hayatta
kalmaktır. Yaşamak çok uzaktır. Bugün kimi solcuların da o yarışmadaki
yarışmacılardan bir farkı yoktur. O nedenle rakip örgüt, eylemlerinde sivil
öldürmedi diye “kısır” bulunmaktadır. Kanda ve rekabette bereket vardır. Bu
koşullarda hesap sormamak, hesap vermemek olağandır.
Eylemin hesabını soranlar, yanlış bulup lanetleyenler,
devlet katında bakmaktadırlar. Devletin safındadırlar. Nereden bakıldığı
önemlidir. Anın fotoğrafını çekip analizler savuranla, sürekliliğin içinde
belirli bir duruma müdahil olanlar arasında bir fark olmalıdır. İlk
taraftakiler kendilerine yakışana bakmaktadırlar, ikinci taraftakilerse
kolektif kavganın seyrine odaklanırlar.
İşine geldiği yerde “Kürdistan”, işine geldiği yerde
“Türkiye” diyenlerin öznelliklerini yaldızlarken görmedikleri şudur: maddî
değil, (kul olma sorumluluğundan azade bir Tanrı ikamesi olarak) Madde olayım
derken, bu özneler diyalektiği öldürmektedirler. Diyalektik için arada belirli
bir mesafe şarttır. Böylesi bir öznellik, küçük burjuva bireyin “Kürd”
donundaki hâli olan alttaki tvitin sahibiyle ortaklaşacak, emperyalizme ve
siyonizme karşı mücadelenin gereklerinden kaçacaktır. Apo’litizm, bunun için de
iyi bir fırsattır. Artık o kadar özneden konuşulmaktadır ki nesnel, maddî
analiz-değerlendirme sapmaymış gibi karşılanmaktadır. Bazıları, yemek yerken
kendisine bakılmasından hoşlanmazlar. Sonuçta kimse utandığı bir şey
yapmamalıdır.
Oysa devlette solu, solda devleti görmek gerekir.
Ahlak, vicdan gibi rahat insanların rahat kalma yöntemlerine sarılmadan,
mücadelenin diyalektiği içerisinde maddîliği müşterek kavgada aramak
zorunludur. Devletin ve burjuvazinin seyrini öznel çıkar zemini dışında
görebildiğimiz bir yer de olabilmelidir. Halka kendimizi acındırarak gidilmez,
kendimizi her şeyin üzerinde duran, her şeye kadir bir sahte tanrı olarak da.
Teorimizi ve eylemimizi burjuva siyaseti gibi sadece özel bireylere açamayız.
Onu soyut bir halk, işçi ya da ezilen değil, somut maddî kitlelerle tanımlı
kılmamız şarttır.
Eren Balkır
19 Mart 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder