Pages

31 Mart 2016

Toprak Günü

Bu yıl Toprak Günü’nü kutladığımız dönemde Filistin halkı, Batı Şeria, Kudüs, Gazze Şeridi genelinde, tüm tarihî Filistin’de o büyük mücadelesine devam ediyor. Sürgündeki ve diasporadaki Filistinlilerle birlikte 1948’den beri işgal altındaki Filistin, yalnızca zafer, hürriyet, geri dönüş ve kendi kaderini tayin hakkı ile son bulacak olan ulusal kurtuluş için verilen militan, demokratik mücadele dâhilinde, hep birlikte ileriye doğru yürüyor.

30 Mart, Filistin ulusal kurtuluş hareketi içinde önemli bir tarihtir. 1976’da bugün Celil’de, Nekab’da ve işgal altındaki Filistin’in diğer bölgelerinde Filistinli kitleler ve 1967’de işgal edilmiş topraklarda ve diasporada yaşayan Filistinliler, Siyonist devlet eliyle yürütülen toprak müsaderesi politikasına karşı ayağa kalktılar. Filistin halkı, bin yıldır bağrına bastığı, doğduğu, vatanı, yurdu ve kimliği olan, uğruna kanını, terini döktüğü, düşlerine ve düşüncelerine ev sahipliği eden toprağı savunmak için mücadele etti. Filistinlilerin Siyonist teşekküle karşı verdiği mücadele, kurtuluşu amaçlayan, varoluşsal bir mücadeledir; toprağın özgürleştirilmesini amaçlayan bu mücadele, Arap-Siyonist çatışmasının merkezinde, Filistin davasının kalbinde duran Filistinli mültecilerin geri dönüşüyle ilgilidir.

1976’dan beri kutlanan Toprak Günü ve Filistin gençliğinin ayaklanması, aynı zamanda dünyaya Siyonistlere ait “topraksız bir halk için halksız bir toprak” efsanesinin yalan olduğunu göstermiş, 1948’de Filistin halkının Filistin Arap ulusunun ayrılmaz bir parçası olarak sahip olduğu bağın, gücün ve direnişin derinliğini teyit etmiştir.

Irkçı ve ırk ayrımcısı Siyonist rejim, 1948’den beri işgal altındaki Filistin’de yaşayan Filistin halkının ulusal kimliğini silmeye, tarihini ve coğrafyasını tahrif etmeye çalışmıştır. Devletin ırkçılık, tarihi silme ve Yahudileştirmeye dayalı politikalarına, kararlarına ve eylemlerine karşın 1948’den beri işgal altında yaşayan Filistinliler, topraklarını, köylerini ve kutsal yerlerini muhafaza etmekten, bu ülkede yaşayan yerli halk olarak haklarını savunmaktan bir kez olsun geri adım atmamıştır. Toprak Günü, Sahnin, Ümmü’l Fehm, Nekab, Üçgen, Celile’deki Filistinlilerin kanı, fedakârlığı ve gururuna dair ebedi bir simgedir. Bu simge, Filistin toprağının Filistin halkına ait olduğunu ortaya koymaktadır.

Bugün onların çocukları ve torunları kuşaktan kuşağa aktarıyor mücadelenin meşalesini. İşgale meydan okuyorlar, intifadayı sürdürüyorlar, Filistin halkının hakları yok olup gitmesin diye direniyorlar. Kitlesel sürgünler, toprak müsadereleri, köylerin yerle bir edilmesi, çocuklarının isimlerinin değiştirilmesi, Filistin toprağı üzerinde yalandan kimi “parklar”ın ve “ormanlar”ın açılması, binlerce yıldır bu topraklarda varolan tarihsel ve coğrafi gerçekleri asla değiştiremedi. Filistin ulusal kimliği, askerlik yapma baskıları ve İsrail kimliğini dayatma çabalarına karşın, varlığını korudu. 1948’den beri Filistinliler, intifadanın tüm yönleri dâhilinde yersiz-yurtsuzlaştırma, toprak müsaderesi, yerleşimci siyaseti, işgal, Yahudileştirme, ırkçılık ve ırk ayrımcılığı, Kudüs’te gerçekleştirilen etnik temizlik ve Aksa Camii’nin bölünmesine karşı hep birlikte mücadele ediyor.

Toprak Günü’nü kutlayıp yaralılarımızı ve şehidlerimizi anımsarken, bizler, sömürgeciye ve onun baskıcı politikalarına karşı koymak için tarihî Filistin genelinde mücadele eden, ayaklanan gençleri ve altı ayı aşkın bir süredir devam eden mücadeleyi selamlıyoruz.

Bugün Filistinli gençlerin gösterdikleri muazzam fedakârlıklar, halk ve yetkililer düzeyinde devasa bir desteği ve katılımı gerekli kılıyor. Tarihimiz ve geçmişte yaşanan ayaklanmalardan çıkartılan dersler, müzakerelerin yaydığı yanılsamaya bel bağlamanın imkânsız olduğunu gösteriyor. Bu, hiçbir işe yaramayan müzakereleri reddedip, Siyonist devlete karşı koyma konusunda kapsamlı bir siyaset oluşturmak amacıyla dar hizipsel çıkarların ve ayrımların ötesine geçen bir ulusal birliğin tesis edilmesinin gerekli olduğu, sahada kurulan birliğin pekiştirilmesinin gerektiği bir andır.

Toprak Günü’nde Filistin Halk Kurtuluş Cephesi aşağıdaki tespitleri yeniden yapmaktadır ve bunların geçerli olduğunu söylemektedir:

1. Filistin toprağı genelinde tüm Filistin halkı için hak ve adaletin tesisi ile tüm Filistin ulusal mücadelesi ile 1948’den beri İşgal Altındaki Filistin’de yaşayan Filistin halkının mücadelesinin birleştirilmesi önem arz etmektedir.

2. İşgalcinin işlediği suçlar üzerinden dava edilmesi, Siyonist ırkçılığa karşı konulması ve meydan okunması önemlidir. Bu noktada, ırkçı işgalciye karşı koyma amacıyla politik, ekonomik ve akademik düzeylerde süren boykot kampanyası yoğunlaştırılmalı, BDS hareketi, tüm dünya genelinde tesis edilmelidir.

3. Filistinli politik kuruluşlar, kitle örgütleri ve sendikaları ile Filistin Kurtuluş Örgütleri yeniden kurulmalı, bunun için kapsamlı bir demokratik süreç dâhilinde ulusal birliğin yeniden tesisi konusunda ulusal öncelikler tekrar düzenlenmelidir.

4. BM Filistinli Mültecilere Yardım Kuruluşu’nun [UNRWA] hizmetlerinin azaltılması, ortadan kaldırılması ya da kamplardaki halkımızı ezme veya ona boyun eğdirmeye dönük tüm çabaların reddedilmesi dâhilinde, halkımızın, bilhassa kamplarda yaşayan mültecilerin gündelik hayatlarında tanık oldukları kriz ve sahip oldukları endişeler ele alınmalıdır.

5. Müzakerelere her türden bel bağlama gayretine, resmi ve bireysel düzeyde bütün güvenlik koordinasyonlarına ve işbirliklerine son verilmeli, Siyonist teşekkülle ilişkilere dair tüm Filistin Merkezi Konsey kararları acilen uygulanmalıdır.

6. “Yahudi devleti” sözü Siyonist ırkçılığa ait bir ifadedir, reddedilmelidir. Asıl hedef, Filistinli mültecilerin geri döndüğü, tüm Filistin toprağı üzerinde kurulmuş tek, demokratik, özgür Filistin’dir.

FHKC
30 Mart 2016
Kaynak

30 Mart 2016

Viral


“Virüsler yoluyla bulaşabilen” anlamında bir sözcük bu. Sosyal medyada hızla yayılan paylaşımlara, videolara, epostalara vs. atfen kullanıyor. Gezi’den beri böylesi bir salgının ve saldırının altında olduğumuz açık. Peki buna karşı gerekli panzehre, tahkimata sahip miyiz?

Bu konuda gerekli süzgeç, panzehir ve tahkimat görevini örgütlerin görmesi gerek. Ama görünen o ki örgütler, bu viral salgına daha fazla teşne. Niceliğin niteliği, biçimin özü ele geçirdiği momentte örgütler, “kısa günün kârı” diyerek söz konusu salgını besliyorlar ve ondan besleneceklerini düşünüyorlar. Yanılıyorlar.

Bir de işbölümünden söz etmek lazım. Bazı aklı evveller, ukala dümbelekler, “o işin aslı öyle değil” diyerek gene aynı telden çalıyorlar. Gene aynı viral âleme oynuyorlar. Salgın için gerekli teorik kırıntıları serpiştiriyorlar kendi ilkokuldan kalma duvar gazetelerine. Ve en fazla, ihtiyaç sahibi devrimciye para gönderen, çile çeken işçiler için açılan hesaba kredi kartı numarasını giren kişiler olarak işgörüyorlar. “Arka planı gösterenler” olarak mevcut işbölümündeki yerlerini alıyorlar, rollerini oynuyorlar, içkilerini yudumlayıp yemeklerinin hazzına varıyorlar.

2008 krizinden beri belirli bir tahkimatın yapıldığı açık. Türkiye ayağında Fethullah ile girilen iç gerilim ve Suriye ile girilen dış çatışma, bunun sonucu. Yaşananlarda egemenlerin bu krizi olumlu bir kanala sokma gayretlerini görmek lazım. Viral âlemde kişilerin ağzından dökülenlere, öznel konum üzerinden fazla değer ve anlam yüklüyoruz. Bir adım geri çekilip sürece bakmak lazım. O âlemde akan ideolojinin felç edici yönü görülmeli. Bunun bir dışavurumu da daha az basın açıklamasının yapılması ya da o açıklamalarda insanların konuşanı dinlemek yerine, cep telefonlarından gözlerini alamamaları. Eskiden kortej yanında yürüyen, ajitasyon çeken kadrolar bir bir bu âlemde istihdam ediliyorlar. Esasen göz de kulak da onların.

2008 krizi önemli bir moment. Bu dönem dâhilinde aklın ve vicdanın iğdiş edilmesi, uyuşturulması, tepkisizleştirilmesi gerekiyor. Krizin aşılmasının başka bir yolu var mı? Bir ABD savcısı ile tüm muhalefetin Amerikancı olması bu viral siyasetin bir semeresi, bu görülmeli.

Bu âlemde bir bildiri dolaşıyor şimdilerde. Kızıldere’yi anıyor. “Reformizme, revizyonizme, legalizme ve tasfiyeciliğe” küfrediliyor bildiride. Mahir’in bu çizgiye meydan okuduğu söyleniyor. Ama kimse şunu sormuyor: “Mahir’in o sözleri esasen Türkiye İşçi Partisi’yle alakalıydı. Bugün ‘ben yeni TİP’im’ diyen HDP’ye karşı böyle bir bildiri kaleme almanın ne anlamı var?” HDP, reform, revizyon, hukuk ve yenilenme hareketi değil miydi? Cümlemiz geri kafalı, ezberlere iman etmiş cahiller olarak etiketlenmemiş miydik?

Bülent Forta da bu ortamda “Kızıldere Ada Müzik’tir” diyebilmeli mesela. Marka, reklâm, meta ilişkileri üzerinden yürüyor nasılsa siyaset. “Kızıldere Haziran’dır” diyenlerin Haziran’ın ilk günü politik olarak nerede olduğu tarihte kayıtlı. O tarih, kendi dediği kabul görmeyince küsüp ertesi gün geri çekilenleri de gördü. Haziran’ın altını oyan, mülkiyet-rekabet ilişkileri değil miydi?

Bu ilişkilere viral âlem de deva olamayacak, bu kesin. Sadece dostlar alışverişte görsüncüleri bir süre oyalar. Zevahir kurtarılır, insanlar biraz oyalanmış olur.

İslamcılar kimilerine laik; Kürd hareketi de kimilerine Türk olduğunu anımsattı. Viral âlem, bu ipin arasındaki gerilimde vücut buluyor bugün. O gerilim bir huzur, bir rahat noktaya sabitleniyor, ona da “özne olmak” deniliyor. Toplumsal ve tarihsel çatlaklar kimsenin derdi değil. Artık kimse, politik olandan, halk olandan, kolektif olandan ve belirli bir tarihsel bağlamdan bakmıyor. Toz gibi savruluyoruz.

Eğer öyle ise bir kar tanesi gibi hareket etmek gerek belki de. Çatlaklardan sızmak, erimek, akmak, tekrar donmak, gene çözülmek… Böylelikle o kayayı parçalamak. Egemenlerin siyasetinde oluşan iki kutuptan birine yedeklenmek değil çare. Bağlam yoksa, bağ da yok, anlam da. Anlamımızı ve kıymetimizi başka yerlerde buluyoruz. Havuç-sopa, her zaman işe yarayan bir yöntem anlaşılan.

Viral âlem, esasen bu çatlakların üzerini örtüyor. Birey olarak oturduğumuz bilgisayarımızın karşısında duran varlık veya cep telefonumuzun uzanımı olarak o çatlaklardan rahatsızız. Egemenler bunu iyi biliyorlar.

İran’daki “yeşil devrim”e katılanların, Tahrir’de mücadele edenlerin uyarıları kulak arkası ediliyor sonra. Almanya’da Güney Afrikalıların uyarıları gibi… Kısa günün kârı peşinde olanlar, başarıya endeksliler, aynadaki simasına tapanlar vs. Bunlarla bir yol olmuyor.

Yol, kolektif mücadelenin açtığı kapılardan girerek oluşuyor. Onu devrimci kılan da bu. Sol ve sağ CHP’nin kucağına sürüklenmeye mani olacak da bu. Onun sağı da solu da bir. Halka düşman. Kendisini devletin mutlak sahibi addediyor.

Buraya sürüklenenlerin, sosyal âleme yansıyanlarda halkı, kitleleri, dip dalgayı görmeleri mümkün değil. Görmemek için sürükleniyorlar. Her seçimde bu yüzden afallıyorlar. Bir gün fuatavniden, bir gün ordudan, bir gün ABD’den, bir gün Rusya’dan, bir gün başka bir güçten medet umuyorlar. Tüm direniş ve muhalefet imkânlarını günbegün soğuruyorlar. Bu, “cambaz bak” numarası değil miydi?

Allah’ın ABD’lileri ise Trump ve ona “faşist” diyenlerin birlikte bir müsamere oynadıklarını söylüyorlar.[1] “Neoliberalizm çöktü, milyonlarca işçi-emekçinin öfkesini Trump istismar ediyor, liberaller de bu öfkenin sorumluluğunu üstlenmemek için Trump’ın üzerine çarpı atıyorlar ve o öfkeden korkanları örgütlüyorlar.” Bir başka ABD’li ise “aşırı sağcı popülizmdeki yükselişi seçkinlerin gülünç antifaşizmi besliyor.” diyor.[2]

Tüm bu süreç, viral âlemde fukara halka tepeden bakan, onu hor gören, aşağılayan bir dilde karşılık buluyor. AKP kanalları ise o halkın safındaymış gibi görünerek, halktaki yukarıya dönük her türden tepki ve öfkeyi kendi gölüne doldurmak için çabalıyorlar. Her şeyden azade, her şeyden yüce öznelliğimiz, sorumluluk, disiplin, işbölümü, hiyerarşi, paylaşım, ortaklaşma, dayanışma gibi kelimeleri lügatten siliyor.

Yukarıdaki fotoğrafta görülen türden ilişkileri alaya almayı öğreniyoruz. Bunları paylaşıyoruz, “evin taşındığında, beni arama” demek için. Mesela bir profesör kadın (Neşe Özgen) kendisinden Alzheimer hastası annesinden kurtulmak isteyen arkadaşlara öğütler veriyor…

Bir yere çekiliyoruz, burası açık. O çekildiğimiz yerde ya ahlak bekçisi ya da hukuk zabiti oluveriyoruz. O ahlakın ve hukukun sınıfsal temellerini sorgulamak, zaten artık gerici bir eylem. “Gerici” olana örgütlenmek, devrimci bir eylem…

Bu viral âlem, TV’lerdeki diziler misali, fukaranın ağzına parmak bal çalıp en ufak sorunun, sıkıntının çaresinin gene burjuvazide veya devlette olduğunu öğütleyip duruyor. İsveç maçı seremonisinde başörtülü Suriyeli kızlara iki kez küfretmeyi öğretiyorlar mesela: bir başörtülü, iki mülteci oldukları için. Bu kafa yapısı, iki sene önce kendisine üç kuruş maaşını vermediği için patronunun kafasını kıran Suriyeli işçiyi görmüyor. Örgütünün eşiğinden sokmuyor. Ya da örgütünü uzak diyarlara kaçırıyor. Sırf sorumluluk almamak, hesap vermemek için yazılar yazılıyor, eylemler yapılıyor. Herkesin kaçış rotası Batı’ya, en iyi ihtimalle, Avrupa’ya. Örgütleniyoruz ama nereye?

Bugün devlet, eskiden Irak’ta Saddam’ın, Suriye’de Hafız Esad’ın yaptığı gibi, Kürd coğrafyasına Arapları yerleştirmeyi düşünüyor. Eskiden Lübnan kamplarında yoldaş oldukları Araplara Kürd viral âleminde ağız dolusu küfürler ediliyor. Devletler sınıfî, millî ve dinî gerilimleri kendi çarklarına yağ diye damlatıyorlar. O çarklar, gene sınıfî, millî ve dinî müdahalelerle kırılabiliyor. Uzaydan veya batıdan medet niyetine beklediğimiz kurtarıcıların o çarklara dair bir sözü yok, bu görülmüyor. Viral âlem, gözümüze çekilen kara bir perde, yırtılmayı bekliyor.

Eren Balkır
29 Mart 2016

Dipnotlar:
[1] Thomas Frank, “Trump Neden Destekleniyor?”, 27 Mart 2016, İştirakî.

[2] David Broder, “Aptalların Antifaşizmi”, 21 Mart 2016, İştirakî.

29 Mart 2016

Obama Kardeş


İspanya kralları bize fatihleri ve efendileri getirdi. Bunların ayak izleri nehirlerin kumlarında altın arayanlara bahşedilmiş topraklarda hâlâ duruyor, onlar sömürünün en kötü ve en utanç verici biçimini ifa ettiler, bu sömürünün izleri havadan bakıldığında ülke genelinde birçok yerde görülebiliyor.

Bugün büyük bir kısmı ülkemizdeki güzel manzaraları izlemekten, denizden o muhteşem zarafetin keyfini çıkartmaktan ibaret olan turizm, her daim büyük yabancı şirketlere ait o özel sermaye ile paylaşıldı. Burada o şirketlerin milyar dolarlık kazançları üzerinde durmaya bile gerek yok.

Bilhassa gençlere bir meseleyi belirtmem gerekiyor: insanlık tarihinin bu özel momentinde bu türden bir koşulun sahip olduğu önemin az sayıda insan bilincinde. Bu vaktin geçtiğini söyleyemem, ama zerre tereddüt etmeden, hiçbirimizin karşı karşıya olduğumuz gerçeklerle yüzleşme zorunluluğumuza dair bilgi ve bilince sahip bulunmadığını ortaya koymam gerek. İlk dikkate alınması gereken, hayatlarımızın bir saniyelik bir mesele olduğudur. O hayatlar ki her insanın hayati ihtiyaçlarına adanmalıdır. İçinde bulunduğumuz bu koşulun bir özelliği de en ulvi düşleri taşıyan çok sayıda insan karşısında kendi rolüne fazla kıymet verme eğilimine sahip olmasıdır.

Gene de tek başına hiç kimse tam manasıyla ne iyi ne de kötüdür. Hiçbirimiz devrimci bir toplumda üstlenmemiz gereken rol için biçilmiş kaftanız. Oysa Kübalılar José Martí’nin sunduğu örnekliğin sağladığı bir önceliğe sahip. Ben bile kendime onun Dos Ríos’ta ölmesinin gerekli olup olmadığını soruyum. O ise “vakti geldi” dedi ve sağlam bir ateş gücüne sahip İspanyolların siperlerine taarruz etti. ABD’ye dönmek istemedi, zaten kimse onu oraya götüremezdi. Birileri günlüğünden birkaç yaprak koparmış oldu sadece. Bu kıymetli sorumluluğu kim üstlenir, ahlaksız bir komplocudan başka? Liderler arasındaki farkları herkes bilir, ama kimse onlarla ilgili disiplinsizlik tespitinde de bulunamaz. “Eğer mücadele içerisinde henüz daha ölmemişse, Küba’yı ele geçirmek isteyenler avuçlarında sadece kana bulanmış toprağının tozunu bulacaklardır.” O muhteşem siyahî lider Antonio Maceo böyle diyor. Máximo Gómez de aynı şekilde tarihimizdeki en disiplinli ve en sağduyulu askerî lider olarak biliniyor.

Başka bir açıdan bakarsak, kıyıya uzaklaşmış, kendisini Küba’ya götüren bir gemide Bonifacio Byrne’ın öfkesine hayran olmamak mümkün mü? Byrne yıldızın yanı başında başka bir bayrak görüp şunu demişti: “Bayrağım asla bir paralı asker olmadı.” Ardından da işittiğim en güzel cümlelerden biri döküldü ağzından: “Bir gün lime lime edilse de o benim bayrağım olacak. […] Ölülerimiz silâhlarını doğrultup onu gene de savunacak!” Peki ayakta dikildiğimiz o taraçaya ateş açan karşı-devrimcilerin ellerindeki ABD yapımı bazukalardan ve makineli tüfeklerden yirmi-otuz metre uzakta Calio Cienfuegos’un öfkeli sözlerini unutmak mümkün mü?

Obama, kendisinin söylediği kadarıyla, 1961 Ağustos’unda doğmuş. O günden bugüne elli yılı aşkın bir süre geçmiş.

Bu ünlü misafirimizin bugün neler düşündüğüne bir bakalım:

“Buraya Amerika kıtasında Soğuk Savaş’ın son kalıntısını gömmeye geldim. Küba halkına dostluk elimi uzatmak için geldim.” Ardından da dile döktüğü, çoğumuz için tümüyle yeni bir yığın kelime…

İki ülke de Avrupalıların sömürgeleştirdiği yeni dünyada yaşıyor. Tıpkı ABD gibi Küba da Afrika’dan buraya getirilmiş kölelerce inşa edildi. ABD halkı gibi Küba halkı da köle ve köle sahipleri üzerine kurulu bir mirasa sahip.”

Obama’nın zihninde yerli halklara yer yok. O Devrim’in ırksal ayrımcılığı ortadan kaldırdığından da dem vurmuyor, tüm Kübalıların, Sayın Barrack Obama daha on yaşında bile değilken, emekli aylıkları ve ücretler temin ettiğinden bahsetmiyor. Küba Devrimi dinlence merkezlerinden Siyahların atılması için kimi adamlar tutulmasına dair o ırkçı, nefret yüklü burjuva âdetini söküp attı, özgür Angola’da ırk ayrımcılığına karşı süren savaşta yer alarak tarihe geçti, bir milyarı aşkın insanın yaşadığı Afrika’da nükleer silâhların varlığına son verdi. Dayanışmamızın hedefi bu değildi, Angola, Mozambik, Gine-Bisseu ve Portekiz’in o faşist sömürgeci hâkimiyeti altında olan diğer ülkelerdeki halklara yardım etmekti.

1961’te, Devrim’in zafere ulaşmasından sadece bir yıl üç ay sonra, topçular ve piyade askerlerinden oluşan, uçakların desteklediği, ABD gemilerince taşınan bir güç bir baskınla ülkemize saldırdı. Yüzlerce ölü ve yaralıya mal olan bu kalleş saldırının hiçbir gerekçesi yoktu.

Yanki yanlısı saldırı tugayı üzerinden tek bir paralı askeri bile tahliye etmek imkânsızdı. Yankinin elindeki savaş uçakları Birleşmiş Milletler’e Küba ayaklanmasına ait birer ekipman olarak takdim edildiler.

Bu ülkenin askerî tecrübesi ve gücünü herkes çok iyi biliyor. Afrika’da devrimci Küba’nın savaşta kolayca yenileceğine inanılmıştı. Irkçı Güney Afrika’nın elindeki motorize tugaylar güney Angola’yı işgal etmiş, ülkenin doğu kısmındaki başkent Luanda’ya yaklaşmıştı. Burada yaklaşık on beş yıl süren bir mücadele başladı. Obama Havana’daki Büyük Alicia Alonso Salonu’ndaki konuşmasına cevap vermeyi asli bir görev kabul etmemiş olsaydım, bu konuda tek kelime etmeyecektim.

Orada tarihe kaydedilen insanlığın kurtuluş mücadelesindeki o onurlu bölüme sadece değinip geçecek, detaylara hiç girmeyecektim. Bir yönden umarım Obama’nın tavrı doğrudur. Onun mütevazı kökeni ve doğal zekâsı ortada. Mandela ömür boyu hapse çarptırılmıştı ve insanlığın haysiyeti için verilen mücadelede bir dev hâline gelmişti. Bir gün Mandela’nın hayatını anlatan bir kitap geçti elime. Şaşırdım! Önsözü kaleme alan Barack Obama’ydı. Hızla sayfaları çevirdim. Mandela’nın o karınca duası misali el yazısı gerçekleri muazzam bir dille aktarıyordu. Onun gibi insanları tanımak çok değerli bir şey.

Güney Afrika’daki hikâyeyle ilgili olarak başka bir tecrübeye daha değinmem lazım. Güney Afrikalıların nükleer silâhları nasıl elde ettiklerine dair daha fazla şey öğrenmek niyetindeydim. Elimde bu ülkede on ilâ on iki bomba olduğuna dair bir bilgi kırıntısı vardı sadece. Bu konudaki güvenilir kaynağım profesör ve araştırmacı, Çatışan Görevler: 1959-1976 Arası Dönemde Havana, Washington ve Afrika isimli o mükemmel kitabı yazan Piero Gleijeses’ti. Onun olan bitene dair en güvenilir kaynak olduğunu biliyordum, bu nedenle bildiğimi aktardım. O da çok iyi bir dostu olan, Angola’daki Küba elçisi ve iş arkadaşı yoldaş Jorge Risquet’ten gelen sorulara yazılı cevap vermediği gibi, meseleye dair daha fazla şey söylemediğini ifade ederek cevap verdi. Risquet’in nerede olduğunu öğrendim. Birkaç hafta sürecek bir çalışmanın içindeymiş. Bu görev Piero’nun ülkemize çok kısa süre önce yaptığı ziyarete denk düştü. Onu Risquet’in yaşlandığı, sağlığının ise çok iyi olmadığı konusunda uyardım. Birkaç gün sonra korktuğum başıma geldi. Risquet’in sağlığı iyice bozuldu ve nihayetinde vefat etti. Piero oraya gittiğinde vaatlerde bulunmaktan başka bir şey gelmedi elinden, ama ben ırkçı Güney Afrika’nın Reagan ve İsrail’den aldığı silâhlar ve yardımla ilişkili gerekli bilgiyi çoktan almıştım ondan.

Obama bu hikâyeye dair ne der, bilmiyorum. Bu gerçeği bilip bilmediğini bilmiyorum, ama muhtemelen biliyordur. Büyük ihtimal bu meseleye kafa yormuştur. Şimdilerde ise Küba siyasetine dair teorilerde derinleşme konusunda pek gayret gösterdiği söylenemez.

Bir başka önemli mesele daha var:

Obama konuşurken ağzından bal damlıyordu doğrusu: “Artık geçmişi unutup onu geride bırakmanın vaktidir, hep birlikte geleceğe, o umut dolu yarına bakalım. Bu, tabii ki kolay olmayacak, güçlüklerle karşılaşacağız, bunlarla baş etmek için zaman lazım. Ama buraya gelişim birer dost, aile ve komşu olarak birlikte neler yapabileceğimizi görmek için daha fazla umut veriyor bana.”

Sanırım bu kelimeleri ABD başkanının ağzından işitmek hepimizi kalp krizi geçirme riskiyle karşı karşıya bırakmıştır. Yaklaşık altmış yıl sürmüş o acımasız ablukadan sonra, Obama Küba gemilerine ve limanlarına paralı askerlerin yaptığı saldırılardan, havada patlatılarak düşürülen, içi yolcu dolu uçaktan, paralı askerlerin gerçekleştirdiği işgallerden, onca şiddet eyleminden ve baskıdan neden bahsetmiyor acaba?

Bu onurlu ve özgeci ülke halkının izzeti nefsini, haklarını veya eğitim, bilim ve kültürdeki gelişmeler üzerinden elde ettiği ruhani zenginliğini ayakları altına alacağı yanılsamasına kimse kapılmasın.

Ayrıca bir uyarıda bulunmam lazım: biz halkımızın gayretleri ve zekâsı ile ihtiyaç duyduğumuz yiyecekleri ve maddi zenginlikleri üretme becerisine sahibiz. İmparatorluğun bize bir şey vermesine gerek yok. Bizim çabalarımız kanuni ve barışçıldır, zira biz bu gezegende yaşayan tüm insanlar arasında barış ve kardeşliğin tesis edilmesi vaadine hâlâ bağlıyız.

Fidel Castro Ruz
27 Mart 2016 22:25
Kaynak

28 Mart 2016

Çığlığın Zaferi


Bir yerlerde çocuklar ölüyor, bir yerlerde insanlığı katlediyorlar, bir yerlerde insanlık bitiyor. Elimiz kolumuz bağlı izlemekten, ağlamaktan daha kötüsü olmaması için dua etmekten çok yorulduk. “Artık bir şeyler olsun” diyoruz. Artık bizim de sesimizi duysunlar. Artık bir yerlerde sesi duyulmayan insanların da sesi yükselsin istiyoruz. Seslerine çığlık, ağıtlarına zılgıt olmak için buradayız.

Oturduğunuz yerde kafanızı bir çevirin, bu coğrafyanın hangi kesiminde kan kokusu yok? Hangi kesiminde huzur var? Hangi kesiminde insanlar ölümle burun buruna değil?

Çok uzağa gitmeyelim, hemen başucumuzdaki ülkeye Suriye’ye bakalım. Tekfirci çetelere karşı ordu, halk, insanlık omuz omuza vermiş durumda. Ülkelerini tecavüzcü, sapık zihniyete, zalimlere karşı korumaya çalışan bir halk var.

Sesini duyurmaya çalıştığımız iki köy daha var. Bunlar Fua ve Kafraya.

Köyün nüfusu yaklaşık 30 bin. Köy, aylardır mazot, elektrik, su, gıda sıkıntısı çekiyor. Köy, şuanda cihatçılar tarafından kuşatma altında. Gıda yardımı, Suriye helikopterlerinin havadan yardım paketleriyle sağlanıyor. Tabii bunun ne kadarı halka ulaşıyor, orası da meçhul. Eğer cihatçı çeteler köye girerse, bu insanları keseceklerini söylüyorlar. Ölümle burun buruna kalmış her saniye ölüm enselerinde.

Peki biz ne zaman ayağa kalkacağız? “30 bin insanı kesmişler” haberini alınca mı? E o saatten sonra duyar kassan ne işe yarar?

Bakın açık açık diyoruz artık “DUR” demenin vakti geldi. Bunlara artık duyarsız olmak istemiyoruz. Biz çocuğunun et parçalarını eteğinde taşıyan, kasalara dolduran anneleri, babaları görmek istemiyoruz. Biz çocuğunu bu yaşa kadar özenle büyüten annelerin, babaların bir koltuk sevdası uğruna çocuklarını kaybetmelerini istemiyoruz. Biz, artık sahile vuran o minik, masum bedenlerin acımasızca katledilmesini istemiyoruz. Biz, artık masum insanların ölmesini istemiyoruz.

“Masum insanların ölümü” demişken Türkiye’ye bakalım. Türkiye, masum insanlar için ne yapıyor? Biz söyleyelim mi ne yapıyorlar? Türkiye, sınır kapımızdan Suriye'yi kan gölüne çevirmiş tekfircilere silah sevkiyatı yapıyor. Yani Suriye’de ölen o kadar masum insanın bedduası artık Türkiye’nin üzerinde.

9 yaşındaki çocuklara kafa kesmeyi bir eğlence haline getiren bir zihniyet mi demokrasi getirecek? Türkiye, o yüzden mi ilâç sevkiyatı adı altında silah sevkiyatı yapıyor? Hem de tırlarca! Sınırlardan vızır vızır ambulanslar geçiyor. Üstelik içi mühimmat dolu bir sürü ambulans. Hadi bunları geçtik, sınırda yaralanan tekfirciler nerede tedavi görüyor? Tekfirciler taşınarak sınırlardaki hastanelere getiriliyor. Yani biz hem besliyoruz, hem tedavi ediyoruz, bu yetmezmiş gibi bir de eğitip donatıyoruz! İnsanlıktan çıkmış bu yobazları ise orada masum insanların üzerine yolluyoruz. Neden?

“Demokrasi gelecek”. Yahu geçin bu işleri. Kime göre neye göre demokrasi bu? Kendinize gelin, açın artık gözünüzü. Çıkarın at gözlüklerinizi. Bu adam bizi nereye götürüyor? Bizi adım adım çıkmaz yola sürüklüyor. Yanında da kurban olarak Suriyeli masumları seçmiş, baksanıza. Kendi ülkesinin masum insanlarına göz göre göre kefeni giydirdi. Sırada komşu ülke mi var? Buna izin vermeyelim. Gerçekleri öğrenmek için sadece birkaç kaynak, küçük bir araştırma yeterli olacaktır. Öğrenmemek için, gerçeği bilmemek için bu kadar diretmeyin. Bir direniş içerisindeyiz.

Bu direnişi hepimizin desteğiyle, duyarlı davranışlarıyla büyüteceğimize inanıyorum. Dayanışma içinde oldukça büyüyeceğiz, büyüdükçe sesimiz çığlık olacak ve çığlıklarımız bizi zafere götürecek!

Ezgi Karakuş
28 Mart 2016

27 Mart 2016

İlliyet


Nedensellik ilişkisini kendi öznelliğimiz üzerinden kuruyor olabilir miyiz?

Tespit kronolojik bir sıraya göre yapılıyor. Sonraki olayı önceki bir olayla ilişkilendiriyoruz. Öznel varlığımızı devletle aşık atan bir yapı olarak tasavvur ediyoruz. Misal, ajitatif manada, bildirilerimizde her şeyi polise indirgeyip, polisi aşağılayan, küçümseyen bir dil kullanıyoruz. Demek ki öznelliğimiz, devrimci şiddetimiz, polisin muadili, karşıt varlığı. Öznellik polisle kurulunca muktedir olacağımızı zannediyoruz.

Bu, bizi nedenselliği anlama konusunda bir açmaza sürüklüyor. Kendi öznelliğimize yüce anlamlar yüklüyoruz. İleride olacak olaylarda pay sahibi olmak istiyoruz. Konum almaya çalışıyoruz. Başkalarının gözünde anlam ve değere kavuşmak derdindeyiz. O başkasına da soyut manada “halk” diyoruz. O başkaları güç sahip oldukları sürece halkı da onlar kuruyor. Sonra da halka küsüyoruz.

Halk, Mahir’in vurgusuyla, “kurtuluşu sosyalizmde olan kitleler” değil miydi? Demek ki bir ara Mahir’in çıkardığı derginin büro şefliğini alınca Mahirci olunmuyor. Mesele Mahir’in açtığı kapıdan girmekte. Yani mesele halk ise, onun “yap” dediğini yapmaksa, örgütte bir kadın taciz edildiğinde, o halk “örgütü kapatın” demiş olabilir. Ama kimse o örgütü kapatmadı, aksine taciz meselesi yüzünden örgütten ayrılan kadın şef “halk zaten hesap sormuyor” rahatlığı ile bir açıklama yapıyordu o günlerde. Demek ki herkesin dilindeki cümlede özne niyetine kullanılan “halk” “ben denilen zamirin ikamesi.

O bombaları halk koyun demiş olabilir mi mesela?

İlliyeti, nedenselliği yanlış anlıyor olabilir miyiz? Sosyolojik, iktisadi, psikolojik, askeri araçları, dizginleri elinde tutan bir devletle teorik manada eşitlenince belirli şeylere neden olunabileceği düşünülüyor olmalı. Ama ya devlet 2001 krizini önceden görüp bunun tahkimatını yapmak için hapishanelere saldırmışsa? O “ben halkta örgütlenmişim, bu örgütlülüğün çözülmesine, düşman güçlerin kontrolüne girmesine izin vermemem gerek” demiş olabilir mi? O gün tutsaklar dışarıdakilere “bize değil size saldırıyorlar” diyorlardı. O sesi duyan var mı?

Bugün “özgürlük rüzgârı” olanlar, o gün ÖDP binasına sığınmış tutsak analarını kollarından tuttuğu gibi bürolarından atıyorlardı. Çünkü o analar rakip örgütün mensubuydu, kıymetsizdi. Devlet de tahkimat momentinde soldaki bu mülkiyet-rekabet çatlaklarından istifade etmiyor mu zaten? Özgürlük dediğimiz, nedir? Sorumsuzluk mu?

O rekabette çetecilik işe yarar mı peki? Bugünlerde “yerel Che” olarak takdim edilen bir isim, örgüt bürosunun karşısındaki inşaatta çalışan işçiye yoldaşlarını toplayıp saldırabiliyor. Buna “devrimcilik” deniliyor. İslam’a “faşist” deyip şimdi de “halkın dini değerlerine laf etmeyiz” yoluna giriliyor. Rakip örgüt de bilimsel eğitim verildiğini iddia ettikleri üniversiteleri gericilerden temizleme harekâtına girişiyor ama bu, kantinde bir AKP’liyi sözle uyarı düzeyine doğru geriliyor.

2001 krizinde bu tahkimata meyletmiş bir devlet sizce boş mu duruyor? Bugün de yaşananlar böylesi bir tahkimatın parçası olabilir mi? Bugüne dek “AKP devlettir” deyip milleti kandırdıktan sonra, “AKP çapsızdır, o devlet mevlet yönetemez” diyenler özünde “ah şu devleti ben yönetecektim ki!” lafından öte bir şey söylemiyorlar. O “halk” dediğiniz şey de bu türden laflara maalesef kanmıyor.

Yani şu eşme ruhuna ne oldu? HDP’de milletvekilliği yapan isimlerin bugün Sur’un kamulaştırılmasına şaşırmasına şaşırmak gerekmiyor mu? Cizre-Sur hattının centrifikasyon, tokileştirilme planı iki yıldır hazır, masada. Neyi kimden gizliyorsunuz?

Halk dediğiniz devlet içre, onunla kuruluyor. Bugün laik-kemalist ordunun “ihtiyat kuvvet”i olmak bir anlam ifade etmiyor. Mahir’i tersyüz edenler, bir devrimci ocakla düşünüp hareket eden Mahir’in o ocağa ram edeceği ordu içi dinamikleri görerek tespit ettiği “ihtiyat kuvvet” vurgusunu da altüst ediyorlar, kendileri birer ihtiyat kuvvete dönüşüyorlar. Tüm bunlar, o yüce halk için mi yoksa ulvi-kutsal öznelliğiniz için mi? Yerin yedi kat dibinde kömür tozuna boğulan, yirminci kattan aşağı düşen işçiler, bodrum katlarında kurşuna dizilen Kürdler, candamarı kesilen köylüler, emeği çalınan üniversite emekçileri, misal bir vitrin olmaklığı dışında, Gezi’nin kendisi, gerçekten umurunuzda mı? Şu mülkiyet ve rekabet dünyanız dışında herhangi bir şeyin anlamı var mı?

Mahir bir iki fukara gencin özdeşlik kuracağı masal kahramanı değil, devrimin hakikatine açılan kapı. O kapıdan girmeye cüret etmeyenler, işine geldiği yerde o masalı ve kahramanları istismar etmekte, işine geldiği yerde de “gerici” görüp kapı dışarı etmektedir. Örgüt kapılarından içeri girenlerin niceliğinden başka bir şeyi önemli değil. O halk o kapıdan o yüzden girmiyor. Siz kapılara turnike koysanız da, özel davetiye ile çağırsanız da olmayınca olmuyor.

Eren Balkır
27 Mart 2016

Milyonlarca Sıradan Amerikalı Trump’ı Neden Destekliyor?


Amerika’nın hâlihazırdaki en büyük gizemlerinden birine parmak basmak istiyorum müsaadenizle: Cumhuriyetçi Başkan aday adayı Donald Trump’ın destekçilerini güdüleyen ne olabilir?

“Gizem” dedim, zira Trump hayranlarının ana gövdesini oluşturan işçi sınıfından beyazlar, adayın mitinglerinde büyük kalabalıklar hâlinde boy gösteriyorlar, stadyumları ve havaalanı hangarlarını dolduruyorlar; ne var ki onların görüşlerine saygın gazetelerin hiçbirinde rastlamak genel anlamda mümkün değil. Bu gazetelerin köşe yazılarında ya da okur görüşlerinin aktarıldığı sayfalarında neredeyse her türden demografik kategorinin yer alması konusunda hassasiyet gösteriliyor, ancak “mavi yakalılar”, nedense ısrarla görmezden geliniyor.

İşçi sınıfından insanların görüşleri, bu gazetelerin evrenine o kadar uzak ki New York Times’ın köşe yazarlarından Nick Kristof, geçen hafta köşesinde bir Trump destekçisini işin içine katmak istediğinde bir kişi uydurmak zorunda kalmış ve yazısında bu hayalî kişiye cevaplar verdirmişti.

Üst-orta sınıfın mensupları işçi sınıfından Öteki’yi anlamak istediklerinde geleneksel olarak konunun uzmanlarına başvururlar. Bu otoritelerden Trump’ın hareketini izah etmeleri istendiğinde ise özellikle belirli suçlamaya, bağnazlık suçlamasına yoğunlaştıkları görülüyor. Diyorlar ki Trump’ınki gibi bir hareketin muharrik gücü, sadece ırkçılık olabilir.

Trump’ın kendisi, bu türden yargılar için ikna edici kanıtlar sunuyor elbette. Adam, Amerika’daki her bir etnik grubu incitecek hakaretleri sıralamış bir soytarı. Milyonlarca kayıt dışı göçmeni sınır dışı etmek niyetinde. Müslümanların Amerika’ya girmesini önlemek istiyor. Birtakım diktatörlere hayranlık besliyor, hatta geçenlerde Mussolini’nin bir sözünü tvitlediği bile oldu. Bu “altın kaplama” şaklaban, her türden ırkçının desteğini de kazanmış görünüyor; bunlar, elbette Beyaz Saray’da gerçek bir bağnaz görmeyi arzuluyorlar.

Bütün bu sayılanlar o kadar şok edici ki yorumcular, Trump’ın kampanyasının tamamen bunların üzerine kurulu olduğu kanısının üzerine atlamakta cevval davrandılar. Trump ırkçı olduğuna göre, onun destekçi ordusunu güdüleyen şey de ırkçılık olmalıydı.

Böylece Cumartesi günkü yazısında New York Times’dan Timothy Egan, Trump’ın ırkçılığı için “halk”ı suçlayabildi:

“Trump’ın destekçileri, onun neyi temsil ettiğini gayet iyi biliyorlar: göçmen nefreti, ırkçılık ve bir toplumu birarada tutan en temel medeni öğelere kayıtsızlık.”

Trump’ın seçmenlerinin aptallığına şaşıran içerikteki yazılar neredeyse her gün yayımlanmaya başladı. Bu insanları bağnazlıkla suçlayan yüzlerce, hatta belki de binlerce makale basıldı. Kimini muhafazakârlar, kimini liberaller, kimini de tarafsız görünen fikir adamları yazdı. Geçenlerde Huffington Post’ta yayınlanan bir makalenin başlığı şuydu örneğin: “Trump önseçimlerde başarılı oluyor çünkü Amerika ırkçı”.

Bir New York Times muhabiri, Trump’a verilen desteğe ilişkin bir harita ile Google’da yapılan ırkçı aramaların bir haritasını ilişkilendirerek, Trampçıların bağnaz olduğunun kanıtını sundu mesela.

Herkes şundan çok emin: Trump destekçilerinin coşkusu, Beyaz Amerika’nın Beyaz Saray’da bir siyahın bulunması nedeniyle deliye dönmüş altbeninin kendini bütün cahilliğiyle dışavurmasından başka bir şey değil. Trump hareketinin sabitesi, ırkçı nefret. Taraftarları da sadece anlaşılmaz değiller, anlaşılma zahmetine de değmezler.

Bize söylenen bu. Geçen hafta Trump’ın konuşmalarından birkaçını oturup izlemeye karar verdim. Adam, protestocular konuşma yaptığı alandan çıkarılırken abuk sabuk konuşuyor, bağırıp çağırıyor ve tehditler savuruyor. Bunlar tabii midemi bulandırdı, zaten Trump yirmi yıldır midemi bulandırır benim. Ama şaşırtıcı bir şey daha fark ettim. İzlediğim her konuşmasında zamanının büyük bölümünü tamamen meşru bir konuya, hatta solcu bir gündem olduğu bile söylenebilecek bir konuya hasrediyordu.

Ticaretten söz ediyordu Trump. Aslına bakılırsa bu konuya ayırdığı zamanın uzunluğundan hareketle beyazların üstünlüğünün ya da onu siyasi alanda üne kavuşturan Meksika sınırına duvar inşa etme isteğinin değil, asıl, ticaretin ana gündemini teşkil ettiği söylenebilir.

Trump, liderlerimizin imzaladığı yıkıcı serbest ticaret anlaşmaları, üretim tesislerini başka ülkelere taşıyan şirketler gibi konularda neredeyse takıntı derecesinde hassas görünüyor. Bu şirketlerin CEO’larına telefon açıp eğer ABD’ye geri dönmezlerse onları kendilerine yönelik aşırı yüksek gümrük tarifeleri uygulamakla tehdit edeceğinden söz ediyor.

Trump’ın repertuarında başka bir solcu fikir daha var: kendi liderliğinde “ilâç sanayiinde ihalelerin şeffaf olacağını” ilân ediyor. Trump, eleştirilerini askerî-sınaî komplekse de yöneltiyor; sanayi lobisinin gücünün bir sonucu olarak berbat nitelikte olmasına karşın pahalı olan uçakları hükümetin nasıl satın aldığından dem vuruyor.

Bütün bunlar beni şaşırttı, zira okuduğum makalelerin hiçbirisinde ticaret konusundan pek söz edildiğini hatırlamıyorum. Trump’ın tek meselesi, beyazlar adına düzenlenecek bir haçlı seferiydi hesapta. Acaba bu ticaret mevzuu Trump olgusunu anlamakta yardımcı olabilir mi bize?

Ticaret, Amerikalıların sosyoekonomik konumlarına göre ayrıştıkları bir konu. Üst-orta sınıfa göre ki medya figürlerimiz, iktisatçılarımız, devlet görevlilerimiz ve nüfuzlu Demokratlarımız ağırlıklı olarak bu sınıfa mensuplar, serbest ticaretin iyi ve soylu bir ideal olduğu onlar için o kadar açık bir gerçek ki bunu ayrıca tartışmaya, hatta üzerinde düşünmeye bile gerek yok. Cumhuriyetçi ve Demokrat liderler bu konuda tamamen uyuşma içindeler.

Amerika’nın geri kalan yüzde sekseni-doksanı içinse ticaret, tamamen farklı bir anlama sahip. İnternette yakınlarda dolaşıma girmiş olan bir videoda Carrier firmasının Indiana’daki bir klima üretim tesisinde bir yöneticinin bir oda dolusu işçiye fabrikanın Meksika’ya taşınacağını ve dolayısıyla, herkesin işten çıkarılacağını anlattığı görülüyor.

İzlerken aklıma, bu ülkede doksanlardan beri iktisatçılarımızın kulaklarımıza fısıldayıp durdukları “serbest ticaretin bilimsel olarak ispatlanmış faydaları”yla ilgili sözleri ve gazetelerin Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA) gibi anlaşmaların şirketlerin işlerini Meksika’ya kaydırmasına imkân vereceğini söyleyenlere yönelik alaycı ifadeleri geldi.

İşte o videoda, bir şirketin işlerini NAFTA’nın verdiği izinle Meksika’ya taşıyacağından bahsediliyor. Videoda şunları görüyoruz: Carrier firmasının yöneticisi, o bildik ve yüksek derecede profesyonel İK (insan kaynakları) dilini kullanarak, “rekabeti sürdürebilmek”ten ve “piyasanın fiyatlar konusundaki aşırı hassasiyeti”nden söz ediyor. İşçilerden biri yöneticiye “Hassiktir ordan!” diye bağırıyor. O da cevaben sessiz olmalarını, böylece elindeki “enformasyon”u onlarla “paylaşmaya” devam edebileceğini söylüyor. Enformasyon dediği, işçilerin topunun birden kapının önüne konacağı.

Tabii ki Donald Trump’ın ırkçı olmadığına inanmak için hiçbir özel nedenim yok. Ya öyle ya da (komedyen John Oliver’ın dediği gibi) öyleymiş gibi yapıyor; ki ikisi, aslında aynı kapıya çıkıyor.

Ama gene de Trump olgusunu izah etmenin başka bir yolu var. Ona sunulan desteğin haritası ırkçı Google aramaları ile velev ki ilişkilendirilebiliyor olsun; bu desteğin sanayisizleşme ve gelecek kaygısı ile, Washington’ın 30 yıllık serbest ticaret konsensüsünün Amerika’da yarattığı ekonomik sefalet alanları ile çok daha fazla ilişkili olduğunu görmek gerekiyor.

Trump’ın konuşmalarında videodaki şirkete çatarken haksız olmadığı söylenmeli. Irkçılık gibi iktisadî öfke de onun için bir istismar konusu olabilir. Taraftarlarının çoğunun bağnaz insanlar olduğuna da şüphe yok, ancak çok daha fazla insan, büyük ihtimalle, ticaret anlaşmalarını lanetliyor ve sizi işten çıkarıp şehrinizi yaşanmaz hâle getiren CEO’ya diklenirken, samimi görünen bir adamın başkan olması olasılığından heyecan duyuyor. Bu sayılanlar, Obama’dan ya da Clinton’dan beklenebilecek şeyler değil.

İşte size çarpıcı bir gerçek daha: insanlar, ne diyeceklerini varsaymak yerine, işçi sınıfından beyazlarla gerçekten oturup konuştuklarında bu insanları en çok ilgilendiren konunun ekonomi ve ekonomi içindeki kendi yerleri olduğunu görüyorlar. Bunun söylerken Working America’da yeni yayımlanmış olan bir araştırmaya dayanıyorum. Araştırma, Cleveland’ın ve Pittsburgh’un kenar mahallelerinde, Aralık ve Ocak aylarında gerçekleştirilmiş ve 1.600 beyaz emekçi seçmeni kapsıyor.

Sözü edilen araştırmanın bulgularına göre Trump’a verilen destek, bu insanlar, hatta kendilerini Demokrat olarak tanımlayanlar arasında bile oldukça güçlü, ama bunun nedeni, aynı insanların Beyaz Saray’da bir ırkçıyı görmek istemeleri değil. Trump’ın bu insanlara göre en iyi yönü, “tavrı”, yani pervasızca ve dobra dobra konuşması. Göçmenler konusu, ana gündemi teşkil eden belli başlı konular arasında üçüncü sırada geliyor; esas sorun ise iyi bir iş.

Working America’nın icra direktörü Karen Nussbaum bu bulguları bana, “insanlar geri kafalı olmaktan ziyade korkmuş hâldeler” diye açıkladı. Araştırma, “her zaman duyduğumuz şeyleri onaylar nitelikte: insanların artık sabrı taşmış, canları yanıyor, çocuklarının bir geleceğinin olmayacağı, durgunluktan hâlâ çıkılamadığı ve bu nedenle, her ailenin öyle ya da böyle bunun ceremesini çektiği gerçeği karşısında kahroluyorlar.”

Fort Wayne’deki Kuzeydoğu Indiana İş Konseyi başkanı Tom Lewandowski, işçi sınıfından Trump taraftarları ile ilgili sorumu daha da açık ifadelerle cevaplıyor:

“Bu insanlar, başkalarından daha ırkçı değiller. Trump, ticaret konusu hakkında konuştuğunda aklımıza Clinton yönetiminin icraatları olarak evvela NAFTA ve bilahare Çin’le yaptığı ticaret anlaşması geliyor; bu icraatlar burada çok fazla insanı işinden etti.”

Şimdi bir anlığına durup buradaki tersliğe bir bakalım: Solcu partiler, dünyanın her yerinde işçi sınıfının çıkarlarını gözetmek için kurulurlar. Ama bizim tekelleşmiş iki partiden biri olan solcu partimiz, bu insanların kaygılarına çoktan sırtını dönmüş ve kendini aydınlanmış bir üst-orta sınıfın kürsüsüne, türev finansal araçlar ve akıllı telefon uygulamaları gibi yenilikleri mümkün kılan “yaratıcı sınıf”ın kürsüsüne çevirmiş.

Trump’ın sözleri, liberalizme karşı on yıllardır biriken halk tepkisini yankılıyor aslında. Biz liberallerse, işçi sınıfından milyonların uçurumdan aşağı kayıp giden hayatlarından dolayı yükselen öfkesinin sorumluluğunu biraz olsun üstlenmekten imtina ediyoruz. Elbette onları kendi çarpık ırkçı ruhlarından ötürü suçlayıp Trampizmin şu gerçeğin çirkin bir dışavurumu olduğunu görmezden gelmek daha kolay: neoliberalizm, artık tamamen çökmüştür.

Thomas Frank
8 Mart 2016
Kaynak

Siyonizmin Sistematik Terörü



Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Halil kenti Tel Rumeyda mahallesinde genç bir Filistinlinin İsrail askerince katledilmesini gösteren videonun, faşist ve mücrim Siyonist yapının ve onun Filistin halkına karşı uyguladığı sistematik terörün başka bir kanıtı olduğunu söyledi.

İşgal devletinin suç işleme yöntemleri farklı arz ediyor ve bu suçlar giderek artıyor. Bu devlet Batı Şeria ve Kudüs’teki köyleri, genel olarak kentleri kuşatıyor, daha fazla duvar ve bariyer dikiyor, ev yıkımlarını hızlandırıyor, Nablus’un doğusundaki Kirbet Tana’da 18 evi yıkması bu sürecin bir parçası. Aynı devlet toplu tutuklamalara başvuruyor, halka saldırıyor, şiddet uygulamaya devam ediyor, Aksa’ya yönelik tehditlerini sürdürüyor, tüm bunlar Filistin gençliğinin körüklediği intifada ateşini durdurmaya dönük nafile çabalar. Bu intifada, işgalcinin kırıp yok edemediği yeni bir gerçeklik.

Bu işlenen cürüm ve işgalcinin işlemeye devam ettiği diğer cürümler çifte standartçı siyasetiyle sessiz ve pasif kalan uluslararası toplumun vicdanında birer kara lekedir. Aynı uluslararası toplum dünyada teröre kurban verilen başka insanların yasını tutarken, bilhassa Filistin’de halkımıza son altmış sekiz yıldır işgalci devletin terörüne, cürümlerine ve katliamlarına ses çıkarmadığı gibi, onu meşrulaştırıyor ya da o terörün kurbanlarını görmezden geliyor.

Cephe, intifadanın hedeflerine hizmet etmek ve onun altını oymaya çalışan tüm girişimlere karşı koymak için tüm enerjisiyle çalışılması gerektiğine dair çağrısını yineliyor.

FHKC
27 Mart 2016
Kaynak

26 Mart 2016

Serbest Ticaret Efsanesi


Medya uzmanları, Bernie Sanders’ın “serbest ticaret”e saldırdığı için Michigan’daki Demokrat Parti önseçimini kazandığını iddia ediyorlar.

İnsanlar, kendi aralarında binlerce yıldır ticaret yapıyorlar. Ağızlara bunca sakız edilen bu “serbest ticaret” ne peki? Şu: kapitalist tekelci ticaret.

Küreselleşme, beş yüz yılı aşkın bir hikâye. Kapitalist dünya pazarı, tarihte iki büyük cürüm üzerinden hızlı bir başlangıç gerçekleştirdi: Afrika’daki soykırım süreci ve Amerika kıtasında yerli halkların imha edilmesi.

Karl Marx Kapital’de şunu söylüyor: “Avrupalı işçilerin sömürülmesi, yeni dünyada köleliğe dayalı o saf ve basit temele ihtiyaç duydu.” Yüzlerce yıl köle emeği çalıştıran Bolivya’daki Potosí gümüş madenleri yeni kapitalist ticaret sisteminin çarklarına gerekli yağı temin etti.

Sanayi Devrimi’ni başlatan köle ticaretiydi. Bağımsız Trinidad-Tobago cumhuriyetinin ilk başbakanı Eric Williams Kapitalizm ve Kölelik isimli kitabında şunu yazıyor: “James Watt’ı ve buhar makinesini finanse eden, Batı Hint Adaları’ndan yapılan, kölelerin ürettiği şeker ticareti üzerinden birikmiş sermayedir.”

Kapitalist tüccarlar için birer kâr kaynağı olmak için insanlar açlıktan öldüler. Hindistan ile ilgili olarak Marx Kapital’de şunu yazıyor: “1769-1770 arası dönemde İngilizler tüm pirinci satın alıp geri satmayı reddederek ya da çok yüksek fiyatlara satarak kıtlığa yol açtı.”

Büyük Açlık kitabında Cecil Woodham-Smith’in ifade ettiğine göre, “1840’larda çok yüksek miktarlarda yiyecek İrlanda’dan İngiltere’ye ihraç edildiği için bir milyon İrlandalı açlıktan öldü.”

1943’te, bir yüzyıl sonra, tüm yiyecek İngiliz askerlerine tahsis edildiği için üç milyon Bengalli açlıktan öldü. Başbakan Winston Churchill ABD ve Kanada’nın yaptığı yiyecek yardımı tekliflerini geri çevirdi ve bir yandan da ölenler arasında Mahatma Gandhi’nin olmadığına üzüldüğünü söyledi. [International Business Times, 22 Şubat 2013]

Peki Bernie Sanders, 11 Şubat’taki Demokrat Parti içi tartışmada Churchill’i neden övdü? Hillary Clinton’ın HIV/AIDS konusunda “oldukça etkili, gösterişten uzak bir destek verdiğini” söylediği Nancy Reagan’la ilgili yalanları da aynı ölçüde berbattı. Oysa hem Ronald Reagan hem de karısı salgınla mücadele ile ilgili her türden seferberliğe mani olmuştu.

“Serbest Ticaret” Adı Altında Yapılan Uyuşturucu Satışı

Kapitalistler, her daim kâr elde etmek amacıyla mallarını satmak için yeni pazarlar bulmaya çalışırlar. İngiltere’nin sahibi olduğu Doğu Hindistan Şirketi Çin’e kaçak yollardan afyon sokmak suretiyle muazzam kârlar elde etmişti.

Çin imparatoru, bu uyuşturucu satışını durdurmaya çalıştığında kapitalist İngiliz hükümeti 1839’da “serbest ticaret” adına arka arkaya yaşanan bir dizi “afyon savaşı”nın altına imza attı.

ABD’li uyuşturucu satıcıları arasında büyük bir servet biriktiren isimlerden biri de Başkan Franklin Delano Roosevelt’in torunu Warren Delano. (Hudson Nehri Vadisi Mirası) Bu uyuşturucu bağımlılığına ancak Çin’de gerçekleşen sosyalist devrim son verebildi.

Serbest ticaretin elde ettiği büyük bir zafer de 1846’da Britanya’ya yapılan buğday ithalatı ile ilgili gümrük tarifelerinin kaldırılmasıdır. Kapitalistlerin iddiasına göre bu sayede işçiler “ucuz yiyecek” temin edebileceklerdi.

Oysa aynı kapitalistler, günlük on saatlik çalışma süresinin kabul edilmesi için mücadele ediyorlardı. O günlerde Britanya’daki pamuk tekstil fabrikalarında on iki saatlik işgünü standart bir hâl almıştı. Pamuksa gece gündüz aralıksız çalışan ABD’li kölelerce toplanıyordu.

Britanya’daki fabrika sahipleri ucuz ithal yiyecekler talep ediyordu, bunun sebebi büyük ölçüde örgütsüz olan işçilerin ücretlerini azaltmak istemeleriydi. ABD’li kapitalistler ise ucuza ithal edilmiş kıyafetleri ücretleri düşük tutmak için kullanıyorlardı.

Bu onlara ayrıca kiraları artırma imkânı da sunuyordu. Deutsche Bank’ın tahminlerine göre, bugün New Yorklu ailelerin yüzde otuzu gelirlerinin en az yarısını ev sahiplerine ödemek zorunda kalıyor.

Sömürgeciliğin Yeni Biçimi

1993 tarihli Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması büyük işletmelere Meksika’daki serbest ticaret bölgelerinde [Maquiladora] bulunan düşük ücretlerin ödendiği fabrikalar açma izni verdi.

New York Queens’deki Swingline tel zımba fabrikasında çalışan Kamyon Şoförleri Derneği üyeleri de bu süreçte işlerini kaybettiler. Fabrika doksanların sonunda kapandı. Irkçı belediye başkanı Rudolph Giuliani o günlerde fabrikanın kapatılması sürecinden övgüyle bahsetmişti. [New York Daily News, 8 Temmuz 1997]

Ama Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması’nın [NAFTA] en önemli mağdurları Meksikalı işçiler ve köylüler oldular. Bu anlaşma Meksika Cumhurbaşkanı Lázaro Cárdenas’ın otuzlarda gerçekleştirdiği büyük toprak reformunu pratikte altüst etti. Sierra Kulübü’ne göre, yiyecek genelde ABD’den ithal edildiği için, o günden beri iki milyon Meksikalı köylü mecburen topraklarını terk etmek durumunda kaldı.

Ayrıca NAFTA Meksika’daki çevre kanunlarını da hükümsüz kıldı. Michigan’ın Flint kasabasında çocuklar içme suyundaki kurşun üzerinden zehirlenirken, eski bataryalar Meksika’daki Monterrey kasabası yakınında bulunan Eléctrica Automotriz Omega fabrikasına götürüldü. Buradaki işçiler de zehirlendiler. [Washington Post, 26 Şubat]

Kapitalist “serbest ticaret” 24 Nisan 2013’te 1.130 konfeksiyon işçisinin Bangladeş’in başkenti Dakka’da bulunan, çalışma koşullarının berbat olduğu Rana Plaza fabrika binasının çökmesi sonucu enkaz altında kalmasıdır. Bu rakam, New York’ta 1911 yılında Üçgen Bluz Yangını’nda patronlarca katledilen, büyük çoğunluğu Yahudi ve İtalyan genç kadın göçmenlerin oluşturduğu 146 işçinin yaklaşık sekiz katıdır.

Tepeden tırnağa bağnaz bir adam olan Donald Trump ise öfkemizi bizleri işsiz bırakan, iş imkânlarını azaltan şirketlere değil, diğer ülkelerin işçilerine yöneltmemizi istiyor. Kapitalist adaylar Pentagon’un bir numaralı hedefi Çin Halk Cumhuriyeti’ne saldırıp duruyorlar.

Flint’teki on otomobil fabrikasının dokuzunu kapatan Çin değil, General Motors.

Bizim muhtaç olduğumuz şey işçilerarası dayanışmadır. Şikago işçilerinin 4 Mayıs 1886’da sekiz saatlik işgünü için harekete geçmeleri ardından bu işçilerin dört lideri, George Engel, Adolf Fischer, Albert Parsons ve August Spies asıldı. Ama 1 Mayıs gününe ilham veren bu olay üzerinden uluslararası işçi hareketi Rus Devrimi’nin yardımı ile milyonlarca işçi için sekiz saatlik işgününün bir hak olarak kazanılmasını sağladı.

Stephen Millies
19 Mart 2016
Kaynak

Emanullah Han’dan Lenin’e Mektup


Medeniyetin büyük müdafisi, Doğu halklarının samimi koruyucusu ve özgür Afgan devleti ve milletinin dostu, büyük Rus Cumhuriyeti’nin âlicenap başkanına, Allah’ın onu koruması dileğimle.

Sizin asil başkanlığınız idaresindeki Rus Sovyet Cumhuriyetleri hükümeti ile başında bulunduğum devleti hümayun arasında kurulan komşuluk ve dostluk ilişkileri ile ilgili kısa süre önce başlayan müzakerelerin tatmin edici biçimde son bulması ve nihayetinde bir dostluk anlaşmasının tesis edilmesi vesilesiyle, asil dostum başkan Lenin’i tebrik eder, bu meseleyle alakalı olarak sevinçli olduğumu bildiririm, umarım bahsini ettiğim anlaşma teyit edilir ve içerdiği hükümler en hızlı şekilde yürürlüğe girer.

Rus Sovyet Cumhuriyeti Hükümeti’nin dünya genelinde emperyalizm siyasetinin yıkılmasına, bilhassa her halkın bir devlet olarak kendi kaderine karar vereceği koşulların oluşumuna, dünya emperyalistlerinin despotizminden doğu halklarının kurtuluşuna dönük olarak iyi niyetle çalıştığı, bu yöndeki çalışmaları beğeniyle ele aldığı koşullarda, anlaşmada belirlenmiş olan meseleler, başında bulunduğum devleti hümayun ile Rus Sovyet Cumhuriyeti hükümeti arasındaki ilişkilerin düzenlenmesine dönük yoğun isteğin asli sebepleridir.

Buhara ve Hive hükümetlerinin tam bağımsızlığının korunması ve güvence altına alınmasının da gösterdiği üzere, sonuçlandırılan anlaşmada belirlenmiş karşılıklı yükümlülüklerde biz bu hürriyete âşık fikirlerin maddî ispatını buluyoruz.

Başkentimizde bulunan Cemal Paşa hazretlerinden Rus Sovyet Cumhuriyeti hükümetinin tüm doğu dünyasına vatandaşlık haklarının verilmesi ile ilgili asil kimi fikir ve niyetler taşıdığını, ayrıca bahsi geçen hükümetin kanunsuz bir biçimde ağır bir saldırı altında olan, savaş yürüten Türkiye Hükümeti ile bir ittifak kurduğunu işittik. Bu kurulan ittifakın teyit edilmesi maddî açıdan ve moral düzeyde ciddi bir katkı sunacaktır. Söz konusu izahatlar ve bilgiler hükümetinizin faaliyetlerine yönelik umudumuzu ve inancımızı daha da fazla perçinlemiştir.

Afgan Hükümeti büyük önem atfettiği bu müşterek hedefle ilgili olarak derin umutlar beslemekte, bu amacı siyasetinin temeline yerleştirmekte, tüm insanlığa insanca yaklaşmakta, karşılıklı dostluğumuzun sürdürülmesi konusunda elindeki tüm imkânlarla ve her fırsatta hazır olduğunu beyan etmektedir. Bu sebeple Afgan Hükümeti, Sovyet hükümetinin taşıdığı fikir ve umutlardaki samimiyeti hak ettiği en yüksek düzeyde, saygı ve itimat ile karşılayacaktır. Ben tüm kalbimle umut ediyorum ki bu fikirlerimiz ve umutlarımız gerçekleşir, sizler kısa süre içerisinde ulaşılması gereken belirli imkânlara ulaşma konusunda yükünüz hafifler, o hedeflere kolayca varırsınız.

Yaptığımız anlaşmada kurduğumuz samimi ilişkilerin temeli teşkil edilmiştir. Gelecekte bu temelin daha da güçlendirileceğinden ve kökleşeceğinden şüphemiz yoktur. Bu ortak belirlediğimiz yüce amaçlar her iki tarafın arzularının yerine gelmesini sağlayacaktır.

Başında bulunduğum devleti hümayun iki devletin arasındaki mevcut ilişkilerde yetkililerin bugüne dek sebep olduğu kimi yanlış anlamaların hızla ortadan kalkmasını diler. İlgili kişiye bu konuda gerekli talimatlar verilmiştir. Dostluk ilişkimizin tesisini sağlama amacı doğrultusunda, sizin de kendi adınıza ilgili kişilere benzer talimatları vermeniz hayırlı olacaktır.

İki devlet arasındaki ilişkilerin teyit edilmesi ve düzenlenmesi amacıyla konsolosluk temsilcileri ile ilgili olarak belirli ek anlaşmaların yapılması gerekmektedir. Bu amaçla, dışişleri bakanımız ile sizin dışişleri komiserinizin sunduğu öneriler konusunda talimat vermenizi hassaten rica ederim. Bu önerilerin en hızlı şekilde kabul edilmesi zorunludur.

Umarım ortaya koyduğumuz çabalar, tüm doğu dünyasının kurtuluşu olarak belirlediğimiz hedefimizi başarıyla taçlandırır. Size yönelik olarak sunduğum, saygı yüklü, müstesna ifadelerimi lütfen kabul ediniz.

Dostunuz,

Emir Emanullah
Aralık 1920
Kaynak

Lenin ve Muhammed Vali Han

Bakkal Defteri

Her yalan, kendi özel tarihini yazar. Yazmak zorundadır. Genel manada tarihin burjuva ile başladığı, koca bir yalandır. Burjuva, bu yalanı herkesin zihnine elindeki tüm imkânları kullanarak nakşeder. O, mevcut ve muhayyel, tüm özneleri kendisine göre kurar. Kendisine her fırsatta dalkavuklar bulur.

Burjuva devrimleri tarihi, alttaki mazlumların-sömürülenlerin müşterek devriminin gaspedilmesinin tarihidir. Dolayısıyla, bugün tarihi burjuvaziye, toplumu kendi bireyliğine ve iradesine indirgeyenler, hakikate karşı yalan söylemektedirler.

TKP’nin tarihinde 12 Eylül darbesini alkışlamak yazılıdır. Orhan Gökdemir’in “Aydınlanma borcu”nu öderken kastettiği “dik durmak”, o darbenin ayağa kalkarak alkışlanması ile alakalıdır.[1] Eskiden güya “doğucu” olan Gökdemir’in bu seyri, Ortadoğu’ya Avrupa ve ABD’nin gelmesinin bir tezahürüdür. Gökdemir de onlarla birlikte Ortadoğu’ya gelmiş, coğrafyanın dinamiklerini batı adına incelemiş, sonrasında hazırladığı istihbarat raporları ile yuvasına geri dönmüştür. Şimdi borç ödüyor, dünyalık biriktiriyor.

Demek ki geçmişe vurgunun, nostaljinin tehlikeli bir yanı vardır. “Marketle bakkal bir mi?” ya da “eskiden bekçiler vardı” türünden laflar, devletin kendisine özel bir halk örgütlemesidir. İlk lafı edenler, efendilerine olan borçlarını ödüyorlar; ikinciler ise vakıflar, merdiven altı, kayıt dışı kuruluşların kapatılması, üniversitelerde gerici-yobaz avına çıkılması noktasında, eskinin bekçiliğine benzer bir göreve soyunuyorlar.

Gökdemir de “bakkal” sandığı burjuva devletinin huzurunda diz çöküp, “borcumu ödemeye geldim efendim” diyor. Bu borç, Digitürk’le, Fenerbahçe’yle ilgili şike soruşturmasıyla ve başka pratiklerle ilgilidir. “Canımı, hayatımı size borçluyum” haykırışı, Aydınlanma denilen bir kılıfa büründürülmüştür. Eskiden Cumhuriyet mitinglerine koşa koşa giden bu zat, tedrisatını ve iktisadını muhtaç olduğu yere övgüler düzmeyi siyaset zannediyor.

Gökdemir bunu yaparken, yoksulları, işçileri de bu suça ortak etmek derdindedir. Herkese “benim gibi olun, borcunuzu ödeyin, başınızı akşam yastığa rahat koyun” Gökdemir, milleti devletin bakkal olduğuna ikna etmek zorundadır. Marketleşen, AVM’leşen devletin Gökdemir gibi ajanlara muhtaç olduğu açıktır.

Ortaçağ vebası, zenginler, burjuvalar, aristokratlar için eşitleyiciliğin imgesidir. Gökdemir’in efendilerinin korkularını avama yaymak istemesinin sebebi buradadır. O, Mısır’da darbeyi yapan Suud-ABD iradesine ortaktır. “Ankara’nın düşürüldüğünden” dem vurur. Ankara’nın kimlerin kanı ve teri üzerine kurulu olduğunu unutturmaya mecburdur. Gökdemir, bunun için vardır, bu yüzden taltif edilmektedir.

Gökdemir, 1908’de dağa çıkan subayların safındadır, 1968’de dağa çıkanları ise sadece “gericilik karşıtı” oldukları iddiası üzerinden sahiplenir ve esasen onlara düşmandır. Yalan, kendi tarihini örer. 1968 devrimcilerinin Gökdemir’in küçük burjuva çıkarlarına peşkeş çekilecek bir niteliği haiz olmadıkları açıktır.

Gökdemir de bilir, Antalya-İzmir hattında batıyla komprador ilişkisi kurmuş tefecilerin, kaçakçıların, toprak ağalarının, burjuvazinin kendi yolunu nasıl açtığını. Bilir, çünkü o, borcu tespit etmek ve onu ödeyip bireysel olarak rahata ermek ister. Burjuvazinin sırtına yüklediği yük, ağır gelmektedir.

Ama Gökdemir şu hakikati bilmez: Antalya-İzmir hattına bu toprakların mazlumların-sömürülenlerin tek kuruş borcu yoktur. Onların o hattı kuranları önceleyen, zengin, derin, köklü bir mücadele geleneği zaten vardır. Mesele, ona iştirak etmektir.

Bir küçük burjuva olarak tüketime, algıya-vergiye, borca odaklanan Gökdemir’in herhangi bir şeye iştirak edebilmesi mümkün değildir. O, öznelliğini burjuva ile kurar, onun devletine sarılır, kendi "sınıfsızlığını ve sınırsızlığını" o devlette bulduğunu zanneder, herkesi bu yalana örgütlemek ister.

Evet, verili koşullarda devlette tecessüm eden sınıfsızlık ve sınırsızlık, şeklen ayrışmıştır. İlki CHP, ikincisi AKP şahsında karşılık bulmaktadır. Bu açıdan artık “iki devlet” vardır. Dolayısıyla solda makes bulan bu iki devletten biri, halka dışarıdan, tepeden bakarak “boyun eğme!”; diğeri de “diz çökme!” diyecektir. Oysa boyun eğen de diz çöken de yoktur. Eğilen boynu, çöken dizi başka yerlerde aramak gerekir. O boyun da diz de küçük burjuvaziye aittir.

Orhan Gökdemir’in yolculuğunda bir durak Yalçın Küçük’se diğeri Doğu Perinçek’tir. Bir ara marksizmi kurtarmaya bile soyunmuş olan bu zatı anlamak için Küçük ile Perinçek arasında yaşanan son tartışmaya bakılabilir. Perinçek, AKP’nin kendi çizgisine geldiğini söylemekte; Küçük ise “AKP’yi ABD ya da başkası, kim yıkarsa yıksın!” demektedir. Ama tartışma sonunda ikisi de “Türkiye, Irak ve Suriye’yi topraklarına katmalı” hususunda anlaşmaya varmaktadır. İşte Gökdemir bu hocaların tilmizidir, borcu onlar içindir ve onlara ödemektedir. Dolayısıyla, onun “Müslüman işçiler birleşin!” diyen Mustafa Suphilere değil, Perinçek-Küçük gibilere minnettar olması gerekir. Birinciler, Ortadoğu halklarının müşterek iradesine dâhil iken, ikinciler o iradeye düşmandır, devletin muradını kitleler nezdinde örtbas etmekse Gökdemir gibilerine düşmektedir. Hoca-öğrenci arasında işbirliği ve işbölümü, bu yöndedir.

Orhan Gökdemir gibilerin bize takmak istedikleri pranga, burjuvazinin aklının üstün olduğu yalanıdır. Onun gibiler, tarihi bu sebeple bir yalana örmekte, örgütlemektedirler. Kurtuluşumuz, efendilerinden kırıntı bekleyen küçük burjuvaların mızırdanmalarına değil, bu dünyaya ve ötesine talip olan mazlumların devrimci kükreyişine dairdir.

Eren Balkır
25 Mart 2016

Dipnot:
[1] Orhan Gökdemir, “Aydınlanma Borcu”, 26 Mart 2016, Sol.