Pages

22 Şubat 2016

Su Savaşı'nın Ardından


Latin Amerika’da kamu yararı doğrultusunda, su için verilen mücadele, maden çıkartma, sanayi, otoban ve enerji projelerinin tetiklediği çevreyle alakalı tüm çatışma alanlarında sürmekte, aynı zamanda özelleştirme, kıtlık, hıfzıssıhha sorunları vb.ye karşı kentlerde ve işçiler arasında oluşturulan hareketlerin ajandasının belirli bir kısmını teşkil etmektedir.

Kamu yararı ve insanî bir hak olarak suyun üzerinde yaşadığımız dünyanın temel bir parçasını teşkil etmesi, aynı zamanda gezegenle ve birbirimizle nasıl ilişki kurduğumuza dair bir olgu olması sebebiyle, tüm bu mücadelelerin ortaya çıkması asla şaşırtıcı değil. İnsanlar suyu tüketiyor ve yönetiyor; su hayatın yeniden üretilmesinde kullanılıyor; su akan ve evrimleşen canlı bir varlık; kutsal bir olgu veya alan: suya dair tüm bu algı biçimleri suyu bir meta olarak gören, onu finansal bir varlık veya “kaynak” şeklinde değerlendiren görüşlerle radikal bir çatışma içerisinde.

Cochabamba Su Savaşı

Suyun özelleştirilmesi sadece kamu yararının temellük edilmesinin değil, ayrıca halkın kolektif bir biçimde yönettiği su sistemlerinin yıkılmasının bir delilidir. Bu yıkımın sonuçları fizikî mülkiyet kaybının ötesine geçer: bu eylemlerin amacı söz konusu örgütler etrafında inşa edilmiş halk iktidarının çözülmesidir. 2000’de Bolivya’da yaşanan Cochabamba Su Savaşı’nı tetikleyen de işte bu tip motiflerdir.

Gümrük vergilerinde yüzde iki yüzü aşan artışın, özyönetime dayalı su sistemlerinin temellük edilmesinin ve kasten belirli bir kararla buradaki yetkilerin alınmasının ardından muhtelif toplumsal, işçi, köylü ve mahalle örgütü harekete geçti. Mücadeleye dâhil olan farklı örgütlerarası koordinasyonun ve gösterilerle geçen günlerin ardından Su ve Hayatı Savunma Koordinasyon Komitesi [Coordinadora por la defensa del agua y la vida] kuruldu.

Koordinasyon komitesi o dönemde yaratıcı bir örgüttü. Hiyerarşik ve hatta belli ölçüde otoriter olan sendikacılık mantığını terk etmişti. Amacı, doğrudan demokrasi temelli karar alma süreçleri oluşturmaktı. Konseyler ve meclisler aracılığıyla komite her düzeyde, üst ve orta sınıflar arasında bile yaygın bir toplumsal meşruiyet elde etti, zira ne bir lider ne de şef tanıyordu. Komite herkesin kendisini bulabileceği bir alan olarak inşa edildi.

Sonuçta halk direnişi hükümetin kararlılığından daha güçlü olduğunu kanıtladı, böylelikle hükümet çokuluslu su şirketi Bechtel ile imzaladığı sözleşmeleri feshetmek ve suyu halka iade etmek zorunda kaldı. Bu tarihsel olay Güney Amerika’daki ve dünyadaki birçok hareket için önemli bir referans noktası hâline geldi. Özelleştirme karşıtı mücadelelerinde zaferler elde eden hareketler öncelikle bu gelişmeye baktılar. En önemli örneklerine Uruguay, İtalya ve Fransa’da tanık olundu.

Neoliberalizme Karşı Bir Direniş Dalgası

Gelgelelim hikâyenin sonu bu şekilde bitmedi. Zira her halk isyanında bir önce ve bir de sonra vardı. Cochabamba olayından sonra “savaşı kazandık ama suyu kaybettik” dedik. Koordinasyon komitesinin toplumsal, özyönetime dayalı, gerçekten demokratik bir şirketi kurmaya dönük büyük gayretlerine rağmen bürokrasinin labirentleri ve devlet kurumları bunun meydana gelmesine izin vermediler.

Belediye İçme Suyu ve Kanalizasyon Hizmetleri SEMAPA kamu şirketi hâline geldi. Ama her zaman olduğu gibi verimsiz, yolsuzluğa gömülmüş bir kurum olduğunu kanıtladı. Özerk su sistemleri su kaynaklarının kontrolünü bırakmadı, devletten tek kuruş destek almadı, sadece özyönetim üzerinden varlığını sürdürdü. Ancak kanalizasyon arıtma, suyun kalitesi ve planlama sorunları ortadan kaldırılamadı.

Gene de savaş kazanılmış, halkın şerefi ve direnme becerisi yeniden kendisini göstermişti. Su savaşı ardından Bolivya hiçbir zaman aynı olmadı; neoliberalizmin mülksüzleştirme politikalarına karşı süren direniş dalgası tüm ülkeye yayıldı. Protestolar her gün görülen birer olgu hâlini aldı, arka arkaya gelip giden hükümetler halktaki huzursuzlukta yaşanan artışı enselerinde hissettiler.

En önemli yıl 2003’tü. Bu yılda gaz savaşı patlak verdi. Toplumsal hareketler gaz kaynaklarının açgözlü ulusötesi şirketlerin elinden almak için mücadele ettiler. Ülke genelinde yol kapatmalar ve açlık grevleri gibi eylemlerle süren kavganın ardından devlete diz çöktürtüldü. Bu olaylarda seksen gösterici öldürüldü, devletse çökmenin eşiğine geldi. Sonunda Cumhurbaşkanı Gonzalo Sánchez de Lozada ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Bolivya’da yeni bir dönem başladı.

Birkaç yıl sonra yerli halktan olan, koka yetiştiricileri [cocalero] liderlerinden Evo Morales cumhurbaşkanı seçildi. Kısa bir sonra ise kurucu meclis ülkeyi yeniden kurmak için toplandı. Ta kurulduğu günden beri koordinasyon komitesinin hedeflerinden biri buydu.

Latin Amerika’nın İlerici Hareketleri

Son on yıl içerisinde Latin Amerika hegemonya düzleminde bir istikrarsızlık dönemine tanıklık etti. Her bir ülke kendi özel sürecini yaşadı, tek tek her bir ülkede yaşanan isyanlara kendi özellikleri damgasını vurdu.

Bilhassa Ekvador ve Bolivya’da devlet ve devletin toplumla ilişkisine dair söylemde ciddi bir değişiklik yaşandı. Bu değişiklikler neoliberalizmin dayatıldığı yirmi yıllık süreç boyunca halk sınıflarının kesintisiz örgütlenme, direniş ve seferberlik çabalarının bir sonucuydu. Ülkelerinde “ilerici hükümetler”in kurulmasını mümkün kılanlar onlardı. Bu bağlamda su savunması hareketleri toplum üzerinde her ne kadar yetersiz ve sınırlı olsa da önemli hukukî zaferler elde ettiler.

Kıtadaki ilerici hükümetler millileştirme çabaları, ulusötesi şirketlerle imzalanmış sözleşmelerde tadilata görme, hükümet harcamalarının sıkı biçimde kontrol edilmesi ve sanayi ile zirai-sınai sektörler kadar finans sektörleri ile iyi ilişkiler kurmak suretiyle ekonomi alanında belirli bir istikrarı sağladılar.

Diğer yandan ortaya yeni bir politik panorama çıktı. Burada politik merkezin çevresine sürülmüş semboller ve söylemden istifade edildi. Halkın yerli halkların tanınması, doğal kaynakların millileştirilmesi, toprak ananın korunması ve özyönetimi veya iyi yaşamanın [buen vivir] teşvik edilmesi gibi talepleri politik gündeme dâhil edildi.

Aynı zamanda neoliberalizme, sömürgeciliğe Batı’nın kültürel hegemonyasına meydan okuyan, kültürlerarası etkileşimi, çoklu milletçiliği ve sömürgesizleşmeyi öngören yeni tahayyüller ortaya çıktı. Bu yeni söylemsel yapı politika yapma tarzını dönüştürdü.

Bu bağlamda yeni hukukî düzlem oluştu, anayasal reformlar yapıldı, yeni anayasalar yürürlüğe girdi. Bu yeni hukukî çerçeveler hak ve özgürlükleri genişletti, öte yandan ulusal ekonomileri koruyup refah devletine özgü tedbirler alınmasını, yardımlarını artmasını vb. sağladı. Tüm bunlar petrol, maden, elektrik, telekomünikasyon ve su gibi stratejik teşebbüslerin devletin kontrolüne geçirilmesi sayesinde mümkün oldu.

Dünya İktidarı Alarak mı Değiştirilecek?

Ama politik ve ekonomik düzeyde meydana gelen, yıllarca sürmüş toplumsal mücadelelerinin ve halk örgütlenmelerinin ürünü olan bu değişikliklere rağmen kapitalist dünya sistemine alternatif olacak kurumlar yaratılamadı. Esasında Güney Amerika’daki radikal hükümetlerin çoğu hegemonik politik iktidarlar lehine olan, halkın çıkarlarına muhalif politikalar uygulamaya devam ediyor.

Ama politik merkezin kalbinde, başka bir deyişle devlette meydana gelen dönüşümlerin sınırları nelerdir?

Analiz başlıkları şu şekilde sıralanabilir:

İlerici hükümetlerin kurulması sonrası imza edilen yeni toplumsal sözleşmelerin sistematik biçimde ihlal edilmesi: basit bir biçimde ifade etmek gerekirse, hükümetler bir eliyle verdiklerini diğer eliyle geri almakta epey mahirler.

Özel yağmadan devlet yağmasına geçilmesi: Örneğin Bolivya’da anayasa suyu kamu yararı olarak tanıyor, onun korunmasını devlete ait bir yükümlülük olarak kabul ediyor. Sonuçta bağımsız, özyönetime dayalı su sistemlerinin temellük edilmesini sağlayan kanunlar daha da incelikli bir hâl aldı. Başka bir deyişle insanların kendi ihtiyaçlarını özyönetim üzerinden yönetme becerisinin azaltılması bir risk olarak varlığını hâlâ muhafaza ediyor.

Kurumsal çerçeve dönüşüme yol açacak bir değişime imkân vermiyor: Su ile alakalı deneyimleme imkânı bulduğumuz, bilhassa suyun bir “kamu” yararı olarak geri kazanılması alanında yaşanan tüm ilerlemeye karşın toplumsal hareketlerin beklentileri ile gerçeklik arasında hâlâ bir uçurum var.

Aşağıdan yukarıya doğru hareketi esas alan özgürlükçü perspektifin ürettiği pratik değişimler toplumsal dönüşümü engellemek, yoldan çıkartmak ve onu başka bir yola sokmak amacı güden neoliberalizmden miras kalmış kurumsal çerçeveyi parçaladı. Kurumlardaki değişimin izleği mücadele içerisindeki insanların izleğinden çok farklı.

Hareketler İktidarın İçinde mi Olmalı Yoksa Ona Karşı mı Olmalı?

Ekvador ve Bolivya gibi “demokratik devrimler”in yüzleştiği sorunların bir kısmı toplumsal değişimi uygulamaya sokacak “hukukî çerçevenin” yokluğundan, yasaların resmi planda, sistematik biçimde ihlalinden ve toplumun arkasından müzakere edilen ya da tümüyle sönük kanunların kendisini yavaştan açığa vurmasından muzdaripti.

Yoldan çıkmış, giderek hissizleşmiş devlet bürokrasisi hayal kırıklığının genelleşmesine katkı sundu: kimilerine yüksekte tutulmuş olan beklentiler gerçeklikle çatışma içerisine girdi. Pratikte kurumsal süreçler ve (milletvekilleri, senatörler, hükümet görevlileri gibi) failleri bir kez daha karar alma süreçlerinde halkın yerini aldı. Tüm yönetimler er ya da geç bu mantığı halk adına olacak faydaların düzeyine göre benimsedi ve küresel pazarla daha iyi bağ kurma yolları arandı.

Esasında Bolivya’da ilk başta hükümet politikalarını doğrudan etkileyen toplumsal hareketler büyük ölçüde teslim alındı ve resmi söylemi aktaran birer sözcüye, yani kamu politikalarının meşrulaştırılmasına dönük birer araca dönüştürüldü. Bu politikaların ister istemez halka faydalı olması gerekmediğini burada ifade etmek gerek. Buna ek olarak bu patronaj ilişkisinin ve şirket yanlısı yaklaşımın parçası olmak istemeyen toplumsal gruplar ise politik saldırıların ve yıldırma çabalarının sürekli hedefi oldular.

Bu noktada ilerici hükümetlerin sorunları, hataları ve kusurlarının “başka olası dünyalar” inşa etme mücadelemizde önemli birer tarihsel ders olarak işgörebileceğine işaret etmemiz gerek. Bu sorunlar ve çelişkiler sadece kötü kararlar veya devrimci amaçlara ihanet edilmesinden kaynaklanmadı, bunlar ayrıca devlet aygıtının yapısıyla da ilişkiliydi.

Bu anlamda toplumsal hareketlerin “iktidarın içinde” mi yoksa sadece “iktidara karşı” mı olması gerektiği üzerine kafa patlatmak gerekli.

Maalesef tıpkı doğa hayat dışında bir yere izin vermemesi gibi (ki en sert iklimlerde bile mikroorganizmalara rastlıyoruz) politika da politik iktidarda boşluklara izin vermiyor. Örneğin İspanya’daki 15 Mayıs Hareketi ülkede seçimlerde boykot çağrısı yaptı, böylece farkında olmadan Rajoy’un proto-faşist sağının iktidara gelmesine katkıda bulunmuş oldu. Guarani halkının önerisine uysak daha iyi bir hâlde olacağımız kesin: “Kendi düşmanımı kendim seçmeyi tercih ederim.”

Aynı zamanda bizim “kamusal olanın toplumsal planda yeniden ele geçirilmesi”ne işaret eden stratejilerin oluşturulmasının, toplumsal kontrolün, özyönetimin sahip olduğu öneme de vurgu yapmamız gerek.

Maden Çıkartma Konusunda Geliştirilen Yeni Anlayışın Sınırları

Genel manada Güney Amerika’da toprak ananın [pachamama] korunması ile ilgili olarak “solcu” hükümetlerin geliştirdiği söylem krizde, zira bu hükümetler en azından kısa ya da orta vadede mevcut duruma alternatif olacak yolların keşfedilmesine dönük tek bir adım bile atmıyorlar.

Kalkınma ve kalkınma üzerinden geliştirilen, maden çıkartmayla ilgili yeni öğreti takip edilmesi gereken bir yol olarak sunuluyor. Bu senaryo dâhilinde toprak anaya ve yerli halklara yönelik saldırılar “çoğunluk için elde edilecek faydalar” için feda edilmesi gereken şeyler olarak ya da “iyi hayat”a kavuşma temelinde meşrulaştırılıyor.

Diğer yandan bu ülkelerde devlet söyleminin teşvik ettiği yenilenmiş “ulusal bilinç” de maden çıkartma konusunda geliştirilen yeni anlayışın meşrulaştırılması için bir araca dönüştürülüyor. Maden çıkartma konusunda devlet merkezî bir role kavuşuyor ki bu da nihayetinde servetin yeniden dağıtılmasına dair yeni formlar üretiyor. Teşvikler ve sosyal yardımlar gibi programlar maden çıkartma faaliyetlerince destekleniyor, böylelikle bu programlar yoksulluğun azaltılması ve devletin meşrulaştırılmasına dönük bir mekanizma hâlini alıyor.

Hâsılı, bu ekonomik modelin toplumsal-ekolojik sonuçları kabul edilse de bunun sadece daha iyi hayat koşulları baskın olana dek aşılması gereken bir geçiş süreci olduğu söyleniyor. Bu da kaçınılmaz olarak bu kalkınma modelinin daha iyi hayat tarzlarına doğru atılmış bir model olup olmadığına dair soruların sorulmasına neden oluyor. Zira ilgili model devletle toplum arasında kurulacak yeni ilişkiye ek olarak kurumsal ve toplumsal yapılara dair yeni bir temeli teşkil ediyor.

Madencilikle ilgili yeni anlayış bugün herkes için bir bayramı vaat etse de onun ileride kıtlığa ve esarete yol açacağı kesin.

Cochabamba Dersleri

Su savaşı bizlere Latin Amerika’nın bugünkü gerçekliğine dair, nispeten daha fazla önem arz eden, oldukça kıymetli dersler sundu. Hareketlerin bağımsızlığını korumak, bu hareketlerle politikanın geri kazanılması arasında bağlar kurmak bu tip derslerden.

Suyun ve hayatın savunulması için mücadele eden toplumsal hareketler, partiler karşısındaki özerkliğini ve kendi politik bağımsızlıklarını ne pahasına olursa olsun korumalıdırlar. Bunun sebebi, asıl meselenin devlet iktidarının ele geçirilmesi değil, halk hareketlerinin yukarı uzanacağı yeni patikalar açmak olmasıdır.

Oscar Olivera
9 Aralık 2015
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder