Jacques Rancière Söyleşisi
Éric Aeschimann
2 Şubat 2016
Charlie Hebdo saldırılarından bir yıl, Bataclan
saldırısından iki ay sonra Fransız toplumunun durumunu nasıl görüyorsunuz?
Savaşta mıyız?
Resmî söylem, savaşta olduğumuzu, çünkü düşman bir
gücün bize karşı savaş açtığını söylüyor. Paris’te yapılan saldırılar,
ülkemizde düşman adına savaş yürüten birlik tarafından gerçekleştirilen
operasyonlar. Mesele, bu düşmanın kim olduğunu bilmekte. Hükümet, Bush’un
mantığına meyletti ve bunun hem düşmanın yok edilmesini amaçlayan bütünsel bir
savaş hem de özel bir hedef olarak IŞİD’e yönelen bir savaş olduğunu
söyledi.
Ama belirli aydınların gösterdiği farklı tepkiye göre,
bize savaş açan, İslam’ın ta kendisi. İslam bunlara göre gezegen genelinde
kendi hukukunu dayatmak için küresel bir planı yürürlüğe sokmuş durumda. Bu iki
mantık, hükümet kitleleri IŞİD’le mücadele bağlamında Müslüman ve göçmen
karşıtı hisler etrafında mobilize etmek istediği noktada, birbirine
yakınlaşıyor. “Savaş” kelimesi bu bağı veriyor.
IŞİD nedir? Devlet mi? Terörist bir örgüt mü?
İkisinden biri olsa da onunla mücadele etmek meşru değil mi?
IŞİD, belirli bir toprak parçasında kendi otoritesini
tatbik ediyor, kimi askerî ve ekonomik kaynakları elinde bulunduruyor,
böylelikle bir devlete has vasıflara sahip. Gene de silâhlı çete mantığı ile
hareket ediyor. Askerî gücü Saddam’ın ordusu üzerinde yükseliyor ki bu da
Amerikan işgalinin yol açtığı bir sonuç. Ama örgütün kendisini kendi toprağında
vereceği savaşla tanımlayan kadroları devşirme becerisi bizi doğrudan
ilgilendirmiyor. Bu, günümüz dünyasının küresel mantığının bir parçası. Burada
ana eğilim, devlet ve çete olma yönünde.
Öncesinde işçi hareketinde görülen “kolektif özneleşme
süreçleri”ne tanık olunurdu. Bu, dışlanmışların mücadele ettikleri dünyaya
dâhil olmalarını sağlardı. Neoliberal saldırı bu güçleri ezdi, sınıf
mücadelesini kriminalize etti. Örneğin Goodyear’daki anlaşmazlıkta “patronları
gafil avladıkları” için sendikacılar hakkında dava açıldı.
Dışlanmışlar redde tabi tutuluyorlar, dinsel tipte,
kimlikçi özneleşme süreçlerine, ayrıca suça meyyal, savaş tipi eylemlere
itiliyorlar. Burada mücadele etmemiz gereken husus, kimlikçiliğe dönük nefreti
temel alan yönelim. Eğer polis suç işliyorsa, nefrete dönük tepki politik
dâhilinde verilir.
İslam’la savaş hâlinde olduğumuzu söylemek, suçla
nefreti, polis baskısı ile politik eylemi birbirine karıştırmak, bunları tek
bir mantık içinde ele almak, böylelikle nefreti beslemektir. Bunun en güzel
örneğini insanların Fransız vatandaşlığının iptal edilmesine dönük saçma
girişimde görüyoruz. Bu tedbir suça mani olamaz, sadece suça yol açan nefreti
besler.
Bu kafa karışıklığına meyletmemek için ne yapmak
gerek?
Halkın belirli bir kısmının muhalif olduğunu, onları
birer savaşçıya dönüştüren süreçlerin sorumluluğunu taşıdığını görmek gerek. Bu
da nefrete yol açan uygulama ve söylemlere karşı koymayı, işsizlik ve
eşitsizlikle, her türden ayrımcılıkla mücadele etmeyi ve insanların birlikte
yaşayacağı, bugün kimsenin tecrübe edemediği yaşam tarzlarını yeniden düşünmeyi
gerekli kılıyor. Bu, herkes için zor bir iş. İdeal düzlemde içinde olduğumuz
duruma ancak güçlü “kolektif özneleşme süreçleri”nin “kültürel” farklılıkların
ötesinde yeniden inşa edilmesi deva olabilir. Ama kısa vadede asgari düzeyde
din savaşı söyleminden kopmamız gerek.
“Cumhuriyet” üzerinde duran söylemden bahsediyorsunuz
sanırım?
Nefret iklimine esas katkı sunan, bu söylem. Bu
söylemin yol açtığı sonuçları ele almak zorundayız. Ama bu noktada herkesin
üzerine düşen bir görev var. Kendilerini Müslüman olarak tanımlayan toplumların
başkalarıyla birlikte nasıl yaşamak istediklerini, dünyada nasıl yer almayı
arzuladıklarını ve politik katılım formlarını nasıl icat edeceklerini
söyleyebilmeleri gerek.
Geçmişte kaleme aldığım çalışmalarda ben, on dokuzuncu
yüzyılın proleterleriyle ilgilenmiştim. Bu insanlar, hâkim temsil formu
üzerinden aşağı bir seviyeye düşürülmüşlerdi. Hoşnut olmadıkları koşullarda
çalışmak, bazen bağırıp isyan etmek durumundalardı. Ama bu insanlar, müşterek
dünyanın birer üyesi gibi düşünmüyor ve konuşmuyorlardı. Sonra bir gün
bazıları, düşünüp konuşmaya karar verdiler. Bildiriler, grev çağrıları, yazılar
ve şiirler kaleme aldılar. Sözlerinde ve mücadelelerinde başkaları gibi aynı
dünyaya ait olduklarını söylediler, başkalarının “kendileriyle ortak bir şeye
sahip olmamasına” karşın kendilerini temsil ettiklerinden bahsettiler.
Uzaklaşma ve nefretin mantığından kopmamız lazım. Zira
bugün toplumun kıyısında olanlar, müşterek dünyaya katılım formları icat
ediyorlar. Bu, entegrasyon fikrinin ötesine uzanan bir şey. Ayrıca bu fikir,
hâlâ ayrımcılık mantığına ait.
Kimi analistler, cihadizmin kimi gençleri, İslam’la
bağlantılı olanları cezbetmesini bir mutlağa dair her türden imkânı yok etmiş
bulunan Batı’ya ait bir semptom olarak yorumluyorlar. O hâlde artık kimi
idealleri yeniden icat etmenin vakti gelmedi mi?
İdeallerin tahrip olması, Komünist Manifesto’da
bile kendisine yer bulan eski bir mevzuu. Marx, orada “burjuvazi, dinî iştiyaka
ait en ötedünyaya has zevkleri, şövalyelere has coşkunun verdiği hazları,
cahillere özgü duyguculuğun esrikliğini ego merkezli hesaplamaların o buz
tutmuş suyunda boğdu” diyor. Bu, gericilikle ve lekeleme gayretleriyle alakalı
bir tema aslında.
Varoşlardaki gençleri hem meta tüketimine ait
nihilizmin kurbanları hem de ruhani değerler adına İslamcılarca manipüle edilen
unsurlar olarak damgalıyoruz. Fanatikçe işlenmiş suçlara varmak amacıyla
ideallerin kapitalizm eliyle tahrip edildiğinden yola çıkan bu tip analizler o
izahat çerçevesi dâhilinde, uygulama noktalarından mahrumdurlar. Bu boşluk,
nefret ve lekeleme çabaları ile doldurulmaktadır.
Ben ideallerden mahrum olduğumuz kanaatinde değilim.
Etrafımızda gezegeni kurtarmak isteyen, yeryüzünün tüm köşelerine yaralıları
tedavi etmek için koşan, mültecilere yemek veren ve yoksul mahallelere yeniden
hayat katmak için dövüşen insanlar var. Kendi çağımızda gördüğümüzden daha çok
davasına bağlı insana tanık oluyoruz bugün. Mahrum kaldığımız şey idealler
değil, kolektif özneleşme süreçleri. Bir ideal, insanları başkaları ile
ilgilenme konusunda teşvik eder. Kolektif özneleşme süreci ise tüm insanları bir
araya getirir ve bir halk meydana getirir.
Bir halk meydana getirmek için ne yapmak gerek? Bu,
ille de “ulus” ölçeğinde mi gerçekleşmeli?
Politik manada bir halk, kendisini her daim devlete
ait halk formundan ayrı bir şey olarak kurar. Bu amaç doğrultusunda “ortak bir
yanı bulunmayanlar”ın da dâhil olmasına imkân veren, mülteciler, ekoloji veya
varoşlar gibi belirli temaların ötesinde, herkese açık, eşitlikçi
sembolleştirme çabalarına ihtiyaç duyar. Ama bir halk, aynı zamanda kendisini
yerelde, genel manada ulusal alanda icra edilen verili bir egemenlikle ilişkide
kurar.
Madrid’deki 15 Mayıs hareketi [öfkeliler hareketi]
kendisini kamusal gücü tekeline alan partilerin mantığından koparak inşa
etmişti. İstanbul’daki Taksim Meydanı hareketi, kendisini devletin bir ticaret
alanına dönüştürmek istediği, herkese açık bir uzamın etrafında kurdu. Sermaye
küresel olsa bile biz, önce ortaya çıkma noktasında eyleme geçeriz.
Ulus, kolektif bir sembolleştirmedir ve tıpkı her
türden sembolleştirme gibi, başka her yerde görüldüğü üzere, Fransa’da da
sürekli bir mücadele için gerekli kazıktır. Bu açıdan bizim 2000’lerin başından
beri Fransız kimliğine karşı saldırı gerçekleştirmemiz gerekmiştir. Düşünsel
karşı-devrimin doruk noktasında devrimci, sosyalist, işçi sınıfına ait,
sömürgecilik karşıtı ve Direniş sürecinin mirasını içeren Fransız ulusu, zaman
içerisinde tasfiye edilmiş, o beyaz, Hristiyan bir ulusa doğru kapanmıştır.
Güvensizlik meselesindeki gücün bu “karşı-devrim”e ait
bir şey olduğunu söylemek mümkün mü?
O da geriye doğru giden kolektif bir kimlik inşa etme
eğilimindedir. Mevcut hükümet, Bush’un çıkardığı derse uymaktadır: bizleri
yönetenler, en fazla desteği birer savaş lideri oldukları takdirde
toplayabilmektedirler. İşsiz olunca çözümler icat etmek ve kâr mantığı ile
yüzleşmek zorunda kalırız. Üzerimize savaş lideri üniformasını geçirince
dünyadaki en iyi eğitimli ordulardan birine sahip bir ülkede her şey birden
daha da kolaylaşır.
Bizi yönetenler, güvenlik değil, güvensizlik hissi
sayesinde yönetme imkânı bulurlar. Bu, çok farklı ve sıklıkla tersten işleyen
bir süreçtir. Kasım 2005’te belki de ciddi çatışmalarla geçen haftalara tanık
olmamak mümkündü. Varoşlarda yoğunlaşmış isyanlarda içişleri bakanı Sarkozy,
başkanlık için belirli bir programı yürürlüğe soktu. Bu program da güvensizlik
hissi ile ilgiliydi. Sahada güvenliği sağlamak için karşı tarafı sakinleştirme
ve uygun bir diyalog geliştirme yoluna gitmedi.
Şimdiki Fransız başbakanı Manuel Valls, terörist
saldırılar için “sosyolojik açıklamalar” getirilmesini eleştirdi. Ona göre bu
açıklamalar, söz konusu saldırıları gerçekleştirenlere bahaneler sunuyordu. Bu
yaklaşımı nasıl analiz ediyorsunuz, zira siz de Valls’ınkinden farklı bir
biçimde, Bourdieu’nün sosyolojisi için benzer bir eleştiri getirmiştiniz.
“Bahaneler üretme kültürü”, esasında sadece baskıcı
tedbirlerin işe yaradığını ispatlamak için başvurulan basit bostan korkuluğu
yöntemidir. Ama buradaki şüpheli bir tümevarım yöntemidir. Şurası kesin:
toplumun en avantajsız kesimini ele alan bir sosyolojinin, bu kesimden on-yirmi
kişinin neden mücahid olduğunu izah etme noktasında her zaman eli kolu bağlı
olacaktır. Oysa böyle bir sosyoloji, ne kimseyi cesaretlendirir ne de bahane
üretir. Aynı şeyi güvenlikçi ağız kalabalığı için de söyleyemeyiz. Onun yol açtığı
tehditler, sadece daha sert baskı uygulamalarından haberdar olanları korkutur.
Esasında bu tehditler cezasını verme kültürünü besler. Cihadizm, bunun en uç
biçimidir. Asıl bizim bu kültürle mücadele etmemiz gerekir. Biz, İsrail
devletinin işlediği suçlar için gidip Yahudi öğretmeninden intikam almaması
gerektiği konusunda o üniversiteli Arap öğrencileri ikna edebilmeliyiz. Ama
bunun mümkün olabilmesi için bizim aynı zamanda İsrail’in işlediği suçlara
yönelik protesto gösterilerini antisemitizmi yasaklayan kanun üzerinden
illegalize etmememiz gerekir.
Bir düşünür olarak size hep "radikal solcu",
dolayısıyla "anti-kapitalist" deniliyor. Ama analizlerinizde siz,
ekonomik güçlerden çok politik ve düşünsel yetkeyi sorgulamaya daha hevesli
görünüyorsunuz.
Bazı insanlar, solcu olmayı her şeyi kapitalist
hâkimiyete indirgemek olduğunu sanıyorlar. Bu “solcu” konum, sistematik bir
hukuk karşısında asık suratlı bir tevekküle meyletmeye neden oluyor. Toplum
formları, kapitalist hâkimiyeti politik bir uzamda icra ederler ya da ona karşı
örgütlenirler. Bir halkı kendisine uygun zamanda yaratan, kamuoyu formlarını
meydana getiren, bankalar veya finans değildir. Bu işi yapan, politikacılar,
aydınlar ve medya sınıfıdır. Bu anlamda politik sembollerin kamuoyu alanında ve
saf tezahürleri olarak kurumlar alanında üretildiğini düşünen kimi
Marksistlerden ayrılıyorum. Mücadelenin gerçek alanı burasıdır. Eğer kapitalist
hâkimiyet sürdükçe hiçbir şeyin değişmeyeceğini söylersek, o vakit dünyanın
sonuna dek her şeyin olduğu gibi kalacağını söyler dururuz.
Ama aynı zamanda bugün tüm dünyada hüküm süren, insanî
değiş tokuşun pazar ilişkilerine dönüşmesi süreci iç karartıcı bir şey değil
mi?
İdeolojinin doğrudan ekonomiye indirgenmesi, politika
denilen meseleden uzak durmayı gerekli kılar. Bu konu sürekli tekrar gündeme
gelmektedir. Yirmilerde insanlar, halk sınıflarının gidip zihinlerini büyük
ekran üzerinden körelttikleri sinemaya saldırmışlardır; altmışlarda insanlar,
bulaşık makinesini ve iddia bayilerini proleterleri devrimden uzak tutmakla
suçlamışlardır. Bugünse tüketim mamullerini her şeye kadir bir şeymiş gibi
fetişleştiriyoruz. Sanki mağaza vitrininde duran en son model iPhone’un insanların
bilincinin canavar eliyle yok edilmesi için yeterli olduğunu varsayıyoruz.
Bugünkü politik kudretsizliğin ana nedeni, en son marka cihazların hipnoz etme
gücü değil. O, esasında mevcut dünyadan daha iyisini yaratma becerisini haiz
bir kolektif gücü tasarlayamamamızın bir ürünü. Bu güçsüzlük hâli,
altmışlardaki ve yetmişlerdeki devrimci hareketlerin başarısızlıkları,
Sovyetler’in çöküşü, bu çöküş ardından gündeme gelen demokrasi umutlarının suya
düşmesi, küreselleşme ve onun Fransa’daki sanayi toplumuna özgü dokusu
üzerindeki etkilerince perçinlendi. Fransa’da ilerici güçleri demoralize eden
metalar değil, iktidardaki sosyalistler.
Belki de Fransa’da durum böyle, peki ya dünyada? Aynı
bizim gibi tüketen orta sınıfa mensup bir Çinli ya da Hintli de bizim maruz
kaldığımız hayal kırıklığının mı mağduru?
Dünya ölçeğinde farklı teşhisler konuyor. Lüks
jakuzisinde büyük ekranda TV izleyen yeni Çinli yönetici tipi, ülkesinin çok
küçük bir kısmını temsil ediyor. Dünya nüfusunun büyük bir kısmı için sorun,
geç kapitalizmin yol açtığı söylenen nihilizm değil, ilkel kapitalizme uygun
endüstriyel yoğunlaştırma sistemlerinin ve vahşi sömürü formlarının doğuşu ya
da restorasyonu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder