Küçük bir çocukken Gazze’deki mülteci kampında
yaşadığımız güçlüklerin dışında, askerlerin, askerî işgalin, toplama
kamplarının, annemin baki kalan sevdası ile hayatının tanık olduğu aşağılanmayı
dengelemeye çalıştığı, babamınsa hayatta kalmak için mücadele ettiği gündelik
tek bir angaryanın bulunmadığı başka bir yer ve zamanda yeniden doğmayı hayal
ederdim.
Büyüdüğümde, o çocukluk hayallerime geri dönüp
baktığımda, farklı bir sonuca ulaştım: aynı şeyleri yaşamak zorunda kalsaydım,
gene yaşardım, geçmişimi değiştirmezdim, sadece bir şekilde gene denerdim. Her
anı kavrar, her gözyaşını, her kaybı yeniden yaşar, ne kadar küçük olursa olsun
her zaferde gene sevinirdim.
Gençken acıdan ve ağır güçlüklerden korkmamamız
gerektiğini söyleyerek kandırırlar bizleri. Adaletsizliğe karşı mücadele yerine
ruhun kurtulmasına, kimliğin gelişmesine, hayatta bir amaca sahip olmaya işaret
ederler, bunların faydalı olduğunu söylerler. Doğrudur, köleliği
içselleştirmemek, mağduriyeti bir nişan gibi takmamak gerek. Yoksulluğa, savaşa
ve adalete direnmek anlamlı bir varoluş, daha iyi bir hayat için hazırlanma
konusunda en öncelikli kriter zira.
Bunları anlatıyorum, çünkü hepiniz böylesi koşullardan
geçiyorsunuz, biliyorum. Mülteci kamplarında yaşayan benim kuşağım hayal bile
edemeyeceğiniz en şiddetli biçimlerini yaşadı bunların. Birçok insan için
bilhassa gençler için zor ve ağır yıllardı onlar. Amerikalı ve Avrupalı
politikacıların ve partilerin ırkçılığı Müslüman karşıtı duyguları tetikliyor
dünyanın her yanında. Hepsinde kötü niyetli ajandalar, bencil bireyciliğin
dilinden bu tip sözler dökülüyor artık. İnsanların korkularına ve cehaletine
oynuyorlar. Kendilerini Müslüman olarak tanımlayan örgütlere şiddet uygulanıyor.
Kendinizi tuzağa düşmüş gibi hissediyorsunuz, klişelerin açtığı hapishanelerde
tutsaksınız, her gün medyadaki nefret diline ve şiddete maruz kalıyorsunuz, hiç
hak etmediğiniz halde hedefe konuluyor, etiketleniyor ve korkutuluyorsunuz.
Birçoğunuz toplumsal ve politik bir kuşatma içine
doğdunuz veya böylesi koşullarda büyüdünüz. Hayatın nispeten normal olduğu bir
zaman dilimi bile kalmamış hafızanızda. Dünyada yanlış giden ne varsa hepsinde
sizler günah keçisi ilân ediliyorsunuz. Esasında bilerek ya da bilmeyerek
karakterleriniz önyargılarla yüklü olan bu gerçeklik üzerinden biçimleniyor.
Size yönelik kötü davranışlara öfkeleniyorsunuz, kendinizi ümitsizce savunmaya
çalışıyorsunuz, bir yandan ailenize bakıp bir yandan da cemaatinizi, kültürünüzü
ve dininizi korumaya çalışıyorsunuz.
Daha da önemlisi kendinizi reddedilmiş ve dışlanmış
varlıklar olarak bulduğunuz toplumlarda bir aidiyet anlayışı, yurttaşlık
bilinci geliştirmek için her gün mücadele ediyorsunuz. Onlar sizin asimile
olmanızı istiyor ama bir yandan da yakınlaştığınızda da sizi itiyorlar.
Biliyorum, bu tamamlanması imkânsız bir görev.
Yaptıklarınızdan bağımsız olarak kim olduğunuza dair
adaletsiz ve yanlış sunumların etkisini azaltmaya ve dininizin asil değerlere
sahip olduğunu göstermeye çalışıyorsunuz. Onlardaki ırkçılık daha da artıyor,
nefret okları sürekli İslam’ı hedef alıyor, ama siz gene de İslam’ın onların
anladıkları gibi bir din olmadığı konusunda tutkulu bir dizi çaba ortaya
koyuyorsunuz.
Esasında İslam’ın bu tartışmaya neden dâhil edildiğini
anlamakta güçlük çekiyorsunuz. Ortadoğu’da savaşa girmesi, medeniyetlerinizi
bozması ve dünyanın diğer kısımlarında Müslümanlara işkence etmesi konusunda
ABD’ye davetiye çıkartan İslam değil.
Guantanamo, insan hakları ve uluslararası hukuk
normlarına aykırı bir biçimde bir tür çalışma kampı olarak kurulduğunda kimse
İslam’a danışmadı.
İslam, Suriye, Irak, Yemen, Libya, Afganistan veya
başka ülkelerin geleceği için dövüşen, kendi çıkarlarına dair farklı ajandalara
sahip savaşan taraflar için bir tartışma konusu değil.
İslam, önce İngilizlerin ardından Amerikalıların
yardımıyla son yüzyılın önemli bir kısmında kutsal toprakları savaş alanına
çeviren Siyonist milisler Filistin’i ele geçirdiğinde de bir sorun değildi. Bu
çabalar bölgenin kaderini değiştirdi, nispi barış ortamı yerini bitmek bilmeyen
bir savaş ve çatışma ortamına bıraktı.
Aynı mantık ters giden her şey için geçerli. Bu tip
koşullarda “ters giden ben miyim?” diye merak ediyorsunuz. Sömürgeciliği ve
emperyalizmi İslam icat etmedi, aksine Araplara, Asyalılara ve Afrikalılara bu
kötülüğü ezmek için mücadele etme konusunda gerekli ilhamı verdi. Milyonlarca
Amerikalı ve Avrupalı köle Müslüman olmasına karşın köleliğin öncüsü İslam
değildi.
Tüm bunları o insanlara anlatmaya çalışıyorsunuz.
Israrla IŞİD gibi örgütlerin şiddetin, açgözlülüğün ve dış müdahalelerin bir yan
ürünü olduğunu söylüyorsunuz. Ama sizi asla dinlemiyorlar, özel tarihsel
bağlamlar ve koşullar dâhilinde belirli anlamları haiz ayetleri seçip size
karşı kullanıyorlar. Sosyal medyada “Bir insanı öldüren, tüm insanlığı öldürmüş
demektir. Bir insanın hayatını kurtaransa tüm insanlığı kurtarmış demektir.”
[Maide:32] türünden ayetleri paylaşmak durumunda kalıyorsunuz. Dininize göre insan
hayatının kutsal olduğuna dair belirli bir anlayış oluşturmayı umuyorsunuz ama
yaklaşımlarda köklü bir değişimin gerçekleşmesi için hâlâ zamana ihtiyaç var.
Bu sebeple en azından bazılarınız ümitsizliğe
kapılıyor. Batılı ülkelerde yaşayanlarınızın bir kısmı başkalarına Müslüman
olduğunu söylemekten imtina ediyor, hoşgörüsüz toplumlardan dışlanmakla
sonuçlanabilecek her türden tartışmadan uzak duruyor. Müslüman ülkelerde
yaşayanların bir kısmı ise maalesef nefretle karşılaşıyor. Nefret-kendinden
nefret, korku-kendine acıma, dayatılmış duygusuzluk, öfke-kendinden tiksinme
arasında salınıp duruyor. Zamanla aidiyet duygusu imkânsızlaşıyor, benim
gençken yaşadığım gibi, “keşke başka bir yerde ve zamanda yaşasaydım”
diyorsunuz.
Ama tüm bu koşullar altında asıl can alıcı olan,
hayata ait yüklerin kişisel ve kolektif manada tecrübe edilen büyüme süreci
dâhilinde önemli dersler içeriyor olması.
Tarihin mahkemesinde çile çeken insanların olduğunu
görmeniz lazım. Zulüm, ırkçılık, savaş, etnik temizlik Müslümanların Suriye’den
Filistin’e oradan Donald Trump Amerika’sına dek maruz kaldıkları belalar. Bu
“iyi o zaman sorun yok” demeyi gerektirmiyor elbette, tüm bu gerçekler
çektiğiniz zorlukların biricik ve size has olmadığını hatırlatıyor. Belki de
şimdi hayatın en kıymetli derslerini almanın vaktidir.
Bu zorlukları aşmak için sizin önce kim olduğunuza
karar vermeniz gerek. Değerlerinizle gurur duymayı öğrenmeniz lazım. Nefretin
karşısına sevgiyle çıkmaktan vazgeçmemelisiniz. Başkalarıyla temas kurmaya,
öğrenmeye, ait olmaya devam etmelisiniz. Eğer bunları yapmazsanız ırkçılık
kazanacak ve siz kişisel-kolektif büyüme sürecinizde bu eşsiz fırsatı elinizden
kaçıracaksınız.
Bazen belirli imtiyazlara sahip biri olarak doğanlara
acıyorum: bunlar paraya ve maddi imkânlara erişme imkânına sahip olsalar da
sadece yokluğun ve çilenin sunabileceği tecrübelerin değerini hiç bilmiyorlar.
Acıdan doğan irfandan daha hayırlı bir şey yok insan için.
Güçten, kudretten düştüğünüzde de aklınıza şu ayet
gelsin: “Allah bir cana taşıyamayacağından fazla yük yüklemez.”
[Bakara:286]
Remzi Barud
30 Aralık 2015
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder