On üçüncü yüzyılda İtalya’daki Lucera kenti,
Hristiyanlık denizinin ortasında bulunan küçük bir Müslüman adasıydı. Burada
Kutsal Roma İmparatorluğu’nun başındaki isim olan II. Frederick, İtalya’nın
doğu sahiline yakın bu duvarlarla çevrili kente davet ettiği Araplar arasından
seçilmiş âlimler ve danışmanlardan oluşan bir gölge kabine kurmuştu.
Bu, Hristiyan-Müslüman ilişkilerinde riskli bir döneme tanık olunduğu koşullarda oldukça cüretkâr ve geleneğe aykırı bir hamle idi. Beşinci Haçlı Ordusu, Kudüs’ü geri almayı başaramamıştı.
Ancak İberya’da
Hristiyanlar, yüzyılında ortasında Endülüs’ün neredeyse tamamını Müslümanlardan
geri almışlardı. Sicilya’da ise Hristiyanlar, bir vakitler 1071’te paralı
askerlik yapan Normanlar yok edilmezden önce kuvvetli bir emirlikten arta kalan
Müslümanlara zulmediyorlardı.
Dolayısıyla Lucera, hem mülteci kampı hem de
Müslümanlara tahsis edilmiş bir tür koruma alanıydı. Din üzerine çalışmalar
kaleme alan Karen Armstrong, Holy War: the Crusades and Their Impact on
Today’s World [“Kutsal Savaş: Haçlı Seferleri ve Bugünün Dünyası Üzerindeki
Etkileri”] isimli kitabında şunları söylüyor:
“Frederick
Lucera ve Arap dostlarından istifade etse de bu, aslında bir hoşgörü değil
sömürü siyasetiydi. Lucera, İslam’ın hoşgörüldüğü ve korunduğu bir kentti:
Frederick, papalık misyonerlerinin Müslümanlara tacizde bulunmasına izin
vermiyordu. Ama Lucera, bir tür mülteci kampı ve doğal koruma alanıydı.
Müslümanlar, orada yaşamaya mecburlardı ve kendilerinin tek koruyucusu olması
sebebiyle Frederick’e sadık kalmaktan başka bir seçeneğe de sahip değillerdi.”
Başka bir ifadeyle Lucera, gri bölge kavramının tam
karşılığı idi. Burası Avrupa’da yabancılarca kuşatılmış, dışa kapalı bir
Müslüman yerleşim bölgesiydi. Müslümanların burada refah içerisinde olduğu
söylenebilirdi. II. Frederick şahsında devlet yetkililerinden resmî destek
alıyorlardı. Birçok Hristiyan’sa bu kenti düşmana ait bir kale olarak
görüyordu.
IŞİD’e göre gri bölge, Müslümanların “onlara karşı
biz” anlayışını reddettikleri, haçlı koalisyonunu yanlış, hilafeti ise doğru
tarafa koymayı öngören kâfir-mümin ayrımına karşı çıktıkları yer. IŞİD’in bakış
açısından Hristiyanların çoğunlukta bulunduğu yerlerde yaşayan Müslümanlar, bir
tercih yapmak zorundadırlar: Onlar, her şeyi geride bırakıp, Rakka’ya gelebilir
ve IŞİD adına silâhlanabilir ya da düşman kampta kalabilirler. IŞİD’in
patlattığı bombaların amacı, Müslümanları ikinci seçeneği tercih etmelerini
daha da güçleştirmektir. Zira bu sayede “haçlı ülkeleri” daha da yaşanmaz bir
hâl alacaktır.
Bir yıl önce, Paris’teki koordineli saldırıların
öncesinde, IŞİD’in İngilizce yayınlanan haber bülteninde “Gri Bölgenin İmhası”
başlıklı bir yazı çıktı. Yazı, Avrupa’daki Müslümanların önüne iki seçenek
sunuyordu:
“Haçlı
ülkelerindeki Müslümanlar, Hristiyanlık ve demokrasiye icbar edilmezden önce
İslam adına bir tür hoşgörülebilir mürtet tarikatı olmaya zorlanacağından ve
haçlılar, onlara karşı zulümlerini artıracağından, hilafet içerisinde yaşamak
için evlerini terk edeceklerdir.”
Başka bir ifadeyle IŞİD, kendisine has selefi yoruma
denk düşmeyen tüm İslam biçimlerini mürtet kabul etmekle kalmıyor, aynı zamanda
bu biçimleri dinin nihayetinde terk edilmesine uzanan yolda bir tür istasyon
olarak değerlendiriyor.
Almanya’da Pegida, Fransa’da Ulusal Cephe ve
İngiltere’de Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi’nce temsil olunan,
Avrupa’daki Müslümanlara yönelik milliyetçi saldırıyı gerçekleştirenlerde de
İslam’a yönelik benzer bir şüpheci yaklaşım mevcut. Bu İslamofobik görüş,
Avrupalı Müslümanların Hristiyanlaşmamasını ve demokratlaşmamasını eleştiriyor,
aynı zamanda bunları IŞİD’in uyuyan hücrelerine giden yolun yolcuları olarak
görüyor.
Hem IŞİD hem de İslamofobik yaklaşımları savunanlar
için gri bölge, hoşgörülemez bir muğlaklık, meşguliyet ve politik tartışma
hâlini temsil ediyor. Bu bölgede insanlar, serbestçe çoklu kimlikler
benimseyebiliyorlar. Bu insanlar, aynı anda Müslüman, Fransız, Avrupalı,
doktor, kadın, ebeveyn ve seçmen olabiliyorlar. Bu ise bir aşırıcı için
lanetlenmesi gereken bir durum. Onlar, sadece tek kimliği önemsiyorlar:
yalnızca hangi tarafta olunduğuna bakıyorlar.
On üçüncü yüzyılda da II. Frederick, herkes tarafından
bir gri bölge insanı olarak görülüyordu. Oysa o, “haçlı koalisyonu”nun lideri
idi. Ama Arapça konuşuyor, Luceralı âlimlere danışıyordu. Hatta ordusuna
Müslümanları alıyordu. Belki de daha önemli bir husus ise, onun Kudüs’ü silâh
gücü değil, birçok toprağı Hristiyan kontrolüne veren Sultan Kâmil ile barış
içerisinde yaşamayı öngören başarılı bir müzakere yürüterek almasıydı. Kudüs
ile ilgili bu anlaşma sayesinde Hristiyanların ve Müslümanların dinî mekânlara
girmeleri güvence altına alınmıştı.
Diğer yıkıcı faaliyetleri yanında, Müslümanlarla
birlikte çalışmaya dönük çabalarından ötürü II. Frederick, Papa IX. Gregory
tarafından dört kez aforoz edildi. Dolayısıyla bugün de Müslümanlarla
işbirliğine gitmek, hileli bir iştir. Lucera’da ise yaşanan şudur: Kral
Anjou’lu Charles komutasındaki Fransız orduları 1301’de Müslüman yerleşimini
ele geçirir, Müslümanları katleder, oradaki camiyi kiliseye çevirir. Hristiyan
Avrupa, yüzlerce yıl bu tarz bir gri bölgeye bir daha tanıklık etmez.
Gazze
İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun ve birçok
ABD’li siyasetçinin açısından Gazze, bir gri bölge değil. Orası yeşil bölge,
yani Hamas tarafından kontrol edilen bir alan, bu nedenle radikal İslam’ın bir
yuvası.
Hamas, 2006 yılında seçimle iktidara gelip 2007’de
rakibi Fetih’i defederek kontrolünü sağlamlaştırsa da örgüt, uluslararası
toplumun himayesinde politik tecride ve İsrail (ve Mısır) eliyle ekonomik
ablukaya maruz bırakıldı. Hamas’ın yeşil bayrakları, bu Filistinli partinin hiç
olmamasını tercih edecek ülkelerin gözünde şiddetin, hoşgörüsüzlüğün ve
uzlaşmazlığın bir sembolü hâline geldi.
O vakit IŞİD’in Hamas’ı oldukça farklı ele aldığına
tanıklık etmek, birçoklarını şaşırtmış olabilir. IŞİD, Hamas’ı pasifist,
hoşgörülü, uzlaşmaya açık bir yapı olarak görüp kötülüyor. Filistinlilere onu
yıkması çağrısında bulunuyor, çünkü bu parti, seküler hedefleri (milli
kurtuluşu) dinî hedeflerin (hilafet sahasının genişletilmesinin) önüne koyuyor.
30 Haziran 2015’te yayınlanan bir videoda Gazze’de yetkililere vaaz veren üç
IŞİD savaşçısı, şunu söylüyor: “Cihad meselesi, ülkeyi kurtarma meselesi değil,
Allah’ın şeriatını tatbik etmek ve o şeriat için savaşmaktır.”
Başka bir ifadeyle mesele, Hamas’ın IŞİD’in siyah
bayrağı altında toplanmaması. Hamas’ın yeşil bayrağı, uzlaşmaz aşırıcılığın bir
sembolü değil. Aksine Hamas, gri bölgenin tam göbeğinde duruyor.
Sarah Helm’in de tespitiyle Hamas, bu videoya hemen
tepki geliştirdi, ona yönelik eylemler içerisine girdi, destekçilerini
gözaltına aldı, sakallı insanları kontrol noktalarında topladı ve şüphelendiği
sosyal medya sitelerini kapattı. IŞİD ise buna İsrail’e karşı saldırılar
içerisine girerek ve Hamas’a bomba atarak cevap verdi.
Beklenmedik gelişme ise şuydu. Netanyahu ve sağcı
dalkavukları sayesinde iki devletli çözüm ihtimali zayıfladıkça hilafet daha
cazip hâle geldi. Bu mantık, Suriye’de savaştıktan sonra Gazze’ye dönen
Filistinlilerde apaçık görülüyor. “Geri dönenlerin bir kısmı, IŞİD’in
hilafetine açıktan biat etti. Gazze savaşı sonrası oluşan enkazı gören bu
insanlar için hilafetin kurulması, Filistin devletinin kurulmasına nazaran daha
gerçekçi bir ihtimal.”
İki devletli çözümü istemeyen İsrailliler için Hamas,
geçmişte Tanrı’nın lütfuydu. Böylesine acımasız ve uzlaşmaz bir yapıyla
çalışmak imkânsızdı. Anlaşmayı bozan, Hamas’tı. İsrailli aşırıcılar için bu
anlaşma her daim kusurlu idi.
IŞİD’in Hamas’ı Gazze’den defetmesi ihtimalini gören
bir gerçekçi insan, IŞİD’in iktidarı almasına mani olmak için Hamas ile derhal
müzakerelere başlardı. Ama Netanyahu ve şürekâsı, kesinlikle gerçekçi insanlar
değiller.
Eğer IŞİD Gazze’de iktidarı alırsa, Filistinlilerin
arzuları bir kuşak daha ötelenecek, Netanyahu bu istekleri hoş bir nağme gibi
dinleyip işine bakacak. Sonra Gazze’de IŞİD’e karşı askerî operasyon
başlatacak, o kadirşinas uluslararası toplum da avuçları şişene dek onu
alkışlayacak. Bu tarz Makyavellici hesaplar dâhilinde İsrail, onlarca yıl önce
Arafat’ın ve seküler Fetih hareketinin gücünü dengelemek için Hamas’ı yaratan,
Gazze’de İslamcıları gizlice destekleme gayretlerinin bir parçası.
Ortaçağ’da olduğu gibi bugün de her iki tarafın
aşırıcıları gri bölgeyi imha etmek için işbirliğine gidiyorlar.
Şiddete Dayalı Aşırıcılıkla Mücadele
Artık terörizmle mücadele demode, şiddete dayalı
aşırıcılıkla mücadele moda.
Şiddete dayalı aşırıcılıkla mücadele, Amerikan müesses
nizamı dâhilinde stratejik bir tercih hâlini aldı. Beyaz Saray, geçen yılın
Şubat ayında bu konu üzerine üç günlük zirve düzenledi. İç Güvenlik Bakanlığı,
bu konuda yeni bir yaklaşımı benimsedi. Bunun için Kongre, yeni bir kanun
çıkarttı. Eylül ayında şiddete dayalı aşırıcılıkla mücadele konusunda bir dünya
gençlik zirvesi tertiplendi. Bu zirve, ne tesadüf ki Birleşmiş Milletler Genel
Konseyi toplantısı ile aynı zamanda gerçekleştirildi.
Bu mücadelenin arkasındaki fikir, radikalleşme denilen
yılanın başını küçükken ezerek, insanları terörist hâline gelmesine mani olmayı
öngörüyor. Ama her kıtada IŞİD ile bağlantılı saldırılarla birlikte son yıl
içerisinde şiddete dayalı aşırıcılıktaki somut patlama karşısında görülüyor ki
bu mücadelenin terörizmle mücadeleye kıyasla daha etkili olduğu söylenemez.
Belki de mesele, ilgili mücadele için geliştirilmiş tekniklerin geçerli olup
olmaması değil.
Rami Huri’ye göre, yaklaşımdaki ölümcül hata şu:
“Bu
çabalar, politik şiddeti sadece Arap-İslam toplumlarıyla yakından ilişkili
aşırıcı değerlerin veya davranışların bir yansıması olarak gören ABD veya diğer
Batılı politik kurumlara ait. Bu kesim, küresel şiddetin tüm gaddarlığıyla
somutlaşan çevriminde Batı politikalarının etkisini görmeyi kesinlikle
reddediyor. Esasında şiddete dayalı aşırıcılık, Batı ve Ortadoğu devletlerinin
uyguladıkları politikaların bir sonucu. Dolayısıyla sorunun kökünden
çözülebilmesi için bu devletlerin radikal bir değişime maruz kalmaları şart.”
Dolayısıyla gri bölgenin yok edilmesinden sadece her
iki tarafın aşırıcıları sorumlu değil. IŞİD hedeflerini vurması yanısıra ABD
şehirleri, politik kurumları ve sivilleri bombalıyor. Tüm bu yıkımın ortasında
insana tek bir şey kalıyor: bizimle birlikte veya bize karşı ele silâh alıp
savaşmak.
Şiddete dayalı aşırıcılıkla mücadele, tam da Obama’nın 2009’da Kahire’de yaptığı
konuşmada dile getirdiği, İslam ile Batı arasındaki ilişkiler bağlamında
yeniden başlatma düğmesine basılmasının ABD’nin Müslüman dünyadaki itibarını
nihayetinde kurtaramaması sebebiyle başarısızlığa uğruyor. Ne yazık ki bombalar
kelimelerden daha fazla gürültü çıkartıyorlar.
Ve bu bombalar, ister aşağıda patlatılsın, isterse
yukarıdan atılsın, gri bölgenin düşmanı.
John Feffer
3 Şubat 2016
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder