Pages

10 Şubat 2016

1979 İran Devrimi


Giriş

İran Şahı’nın Devrilmesi

“Tarihin karşısında bir yıl, devede kulak. Tek tek bir dizi yıla baktığımızda, karşımıza küresel veya yerel ilişkilere pek etki etmeyen önemsiz isimler ve olaylar çıkıyor. Gelgelelim, bazı örneklerde tek bir yıl, geçmişten bugüne doğru yaşanan, muazzam bir dönüşüme tanıklık ediyor. İran’da 1979’da yaşanan İslam Devrimi de böylesi bir örnek.”[1]

İran Devrimi, uzun zamandır istenen değişimi tek bir yıla sığdıran, o değişimin fitilini ateşleyen, süreci hızlandıran ve nihai noktayı koyan bir olaydı. Bu devrim, modern çağda tanık olduğumuz en önemli dönüşüm momentlerinden birisiydi.

“Eşi benzeri olmayan bir devrimdi, zira o, sömürgecilik sonrası dönemde ilk kez halk kitlelerinin kültürel ve ekonomik açıdan ortak olan ve ‘emperyalizm’ denilen düşmana ama aynı zamanda içteki gelişmelere birlikte karşı koyması sonucu oluşan bir olaydı. Bunun sonucunda kitleler, Şah’ın dış mihraklar kaynaklı o güçlü desteğine karşın, sadece kendi gücüne ve mali imkânlarına yaslandılar. Bu da ister istemez halkın kültürel değerlere, özellikle dine geri dönmesi anlamına geliyordu.”[2]

İran Devrimi, çoğunlukla “modern çağın son büyük devrimi” olarak nitelendirilmektedir.

Marksist Teorinin Temel Noktaları

İran Devrimi’yle ilişki kurabilecek en yetkin teori, Marksist teoridir.

Marx’ın geliştirdiği bu teori, alt bir dizi farklı bakış açısını içeren bir görüşü ifade eder. Teori olarak Marksizm, bir yığın eleştiri ve revizyonla yüklü yüz elli yılı aşkın bir süre dâhilinde gelişmiştir. Buna karşın, teorinin gene de birkaç merkezî görüş etrafında döndüğünü belirtmek gerekmektedir:

Marksizm, toplumsal yapının ana dokusunun çıkar çatışmalarına dayandığını söyler. Karşıtların birliği ve mücadelesi olarak isimlendirdiği kanunun temel kaynağı, toplumun doğasında var olan sınıf mücadelesidir. Marksizm, belirli toplumsal değişimlerin neden ve nasıl yaşandığını izah ederken, toplumsal sınıflar meselesine başvurur.

Muhtemelen Marksizmin en önemli bileşeni, “maddi diyalektik” görüşüdür. Hegel’in diyalektik görüşünden etkilenen maddi diyalektik, Hegel’in diyalektiğini (tanrıların yeryüzünde ilerlediği görüşünü) redde tabi tutar ve her şeyin dinamik bir değişim süreci içerisinde olduğu görüşünü geliştirir. Mevcut durum (tez), her zaman süreç içerisinde başka bir duruma (anti-teze) doğru değişir. Ortaya çıkan sentez, tez ve anti-tezin iyi yanlarının birleşiminden ortaya çıkar. Marx, ayrıca hiçbir şeyin kalıcı olmadığını söyler ve sentez sürecinin sınıfsız toplum ortaya çıkana dek süreceğini iddia eder. Buna “inkârın inkârı yasası” denilir.

Nicelikten niteliğe dönüşüm yasası ise değişim ne kadar nicelikselse ona karşılık gelen dönüşümün de o ölçüde niteliksel olacağı üzerinde durur.

Bu temel önermeler üzerinden Marx, yeni bir sınıfın oluşumuna dair fikre ulaşır. Ona göre, kusursuz toplum, sınıfsız olandır. Ona ulaşmanın yegâne yolu ise sınıfın kendinde sınıf olmaktan çıkıp kendisi için sınıf hâline gelmesidir. Bu sonuca da ancak bir sınıf bilinci geliştiği vakit ulaşılabilir.

Bu önermeler ışığında, Marksist teori son önermeye ulaşır: Devrim. Sınıf bilinci ve toplumun dinamik niteliği üzerinde duran Marksist teori, esas olarak “aşamalı geçiş sürecindeki kopuş” veya “atılım” fikri üzerinde durur. Bu da esasında toplumun tanık olduğu dönüşümlerin sonucu gerçekleşecek olan devrime işaret eder. Devrim, kabaca “sahip olanlar” ve “sahip olmayanlar” olarak ayrışmış olan mevcut toplumsal sınıflar arasındaki uzlaşmazlığın ulaştığı zirvedir.

İran Devrimi

1979 İran Devrimi’nin fitilini ateşleyen ve sonuçta Şah’ın devrilmesine neden olan asli unsur, esas olarak Şah’ın uyguladığı baskılar ve devreye soktuğu politikalardır. Ona karşı yürütülen ajitasyonun önemli bir kısmı, Şah’ın benimsediği idari tedbirlerle ve servetin eşitsiz dağılımı ile alakalıdır. İran’da devrim ihtiyacını anlamak için bizim, öncelikle bu ülkede “aşamalı geçiş sürecindeki kopuşa” halkın ihtiyaç duymasını sağlayan olayları analiz etmemiz gerekmektedir.

Muhammed Rıza Şah idaresi öncesi İran toplumu, yapı itibarıyla kabile düzenine dayalıdır. İran’da ekonomi, kabilelerin kontrolündedir ve kabileler, bu imkândan sonuna dek istifade etmektedirler. Söz konusu aşiretler, göçebe olmasa da hareketlidirler ve savaş sanatı konusunda mahirdirler. Kabilelerin idaresindeki zayıflıklar, kabilelerarası koalisyonların yeniden düzenlenmesi suretiyle yönetilmektedir. Bu koalisyonlar, iktidara sahip olan ve çoğunluğu elinde bulunduran kabileleri devirip gücü ve yetkiyi ele geçirebilmektedirler. Bu türden düzenlemeler, Kaçar Hanedanlığı’na dek sorunsuz gerçekleştirilmiş, Kaçarlar, İran’daki son kabile yönetimi olmuşlardır.

Muhammed Rıza Şah, İran’ın kabile dünyasının dışından gelen ilk şahtır. Onun neden “Amerika’nın kuklası” olarak nitelendirildiğini anlamak için Şah’ın tahta çıkma sürecini idrak etmek gerekmektedir.

ABD, İran’da hâkim bir konum elde etmeye çalışmış, bunu da Muhammed Rıza Şah ile kurduğu ilişkiler üzerinden gerçekleştirmek istemiştir. Söz konusu süreç ise 1953 darbesi ile başlamıştır. 1951’de İngiltere-İran Petrol Şirketi’ni millileştiren başbakan Muhammed Musaddık, İngiliz kasalarına yönelik sermaye akışını keser. Britanya, bu gelişmeye epey öfkelenir. O dönemde zirvede olan Soğuk Savaş kaynaklı gerilimler sayesinde ABD, İran’ın Sovyetler’in kontrolüne gireceği düşüncesindedir. Bu sebeple bir darbe tezgâhlanarak Musaddık iktidardan uzaklaştırılır ve Rıza Şah başa geçirilir. Böylelikle ABD, şahla sıkı dost olmakla kalmaz, aynı zamanda İran devletinin dizginlerini de ellerine alır.

İran Milli İstihbarat ve Güvenlik Teşkilâtı [SAVAK], ayrıca ABD’nin askeri desteği sayesinde Rıza Şah, İran’da baskıcı bir rejim tesis eder. Şah’a karşı en ufak başkaldırı ihtimali ezilir. SAVAK, süreç içerisinde Şah’a karşı gelecek her türlü muhalefeti susturmakla görevlendirilir. Bu diktatörlük rejimi, halkın gözünde kötü bir şöhrete sahip olmaya başlar. ABD’nin Şah’a sunduğu destekse yanan ateşe benzin dökmekten başka bir işe yaramaz. Ayrıca ABD, İsrail’in de müttefikidir.

Altmışlarda ekonomi, yüksek enflasyona bağlı olarak durağanlaşır. Bu, temelde ekmeği adaletsiz bir biçimde dağıtan Şah’ın yürüttüğü politikaların doğrudan bir sonucudur. Sahip olanlarla olmayanlar arasındaki mesafe iyice açılır. Servetin büyük bölümü, ciddi bir canlanma içerisinde olan petrol endüstrisinin kaymağını yiyen ailelerin elindedir. Halk ise kötü ekonominin çilesini çekmektedir.

Belki de ülkede isyan ateşini fitilleyen ana sebepse dinle alakalı bir gelişmedir. ABD’nin etkisi altında olan politik gündemiyle Şah, İslam’ın hâkim olduğu ülkeyi sekülerleştirme çağrısında bulunur. İran’a İslam’ın hâkim olacağından korkan ABD, sekülerleşme üzerinden ülkenin hızla modernize edilmesini talep eden politikalara büyük ölçüde yön verir. Bu gündeme dair propaganda ise toprak reformlarının yapılmasını, devlete ait fabrikaların toprak reformlarını finanse etmek için satılmasını, yeni seçim kanunlarının çıkartılmasını, ormanların millileştirilmesini ve ülke genelinde bir okuma-yazma kampanyasının yürütülmesini talep eden, başarısız olmuş “Beyaz Devrim” aracılığıyla yürütülür.

Şah diktatörlüğüne karşı birçok muhalif örgüt ortaya çıksa da bunların büyük bir kısmı başarısız olur ve hızla ezilir. Bu süreç, Şah’ın İran’daki Amerikalılara İran mahkemeleri karşısında koruma imkânı sunan kanunun yürürlüğe girmesine dek devam eder. Bu kanunun yürürlüğe girişi, Şii toplumunda kitlesel hareketliliğe sebep olur. Söz konusu hareketin başında ise, karizmatik bir isim olan Ayetullah Ruhullah Musevi Humeyni vardır. Burada asıl itiraz edilen husus, Amerika’nın İran’daki nüfuzu ve onun ülkeyi sekülerleştirme girişimleridir.

“Eğer onlardan biri İran’da bir suç işlerse, o kişi her türlü cezadan muaf tutuluyor. Diyelim bir Amerikalı uşak veya aşçı, pazarın orta yerinde bir ayetullaha saldırdı, İran polisinin onu derdest etme yetkisi yok. İran mahkemeleri, onu ne soruşturabiliyorlar ne de dava edebiliyorlar. Böylesi durumda adam, efendilerinin ne yapılacağına karar verecekleri Amerika’ya gitmek zorunda. […] Biz, buna sebep olan hükümetin hükümet olduğunu düşünmüyoruz. Bunlar haindir. Bunlar ülkeye ihanet etmektedir.”

Sonrasında Humeyni, 1964’te “Amerika’nın kuklası” deyip Şah’a sözlü saldırıda bulunduğu gerekçesiyle sürgün edilir. Zalim, yozlaşmış, kuklalaşmış olan Şah’ı devirecek devrimin fitili de böylelikle ateşlenmiş olur.

İran, yetmişli yıllarda muazzam bir ekonomik yıkıma, kent nüfusunun aşırı oranda artmasına, enflasyona ve yolsuzluklara tanıklık eder. Mevcut fiilî düzensizlik, kadınları, öğrencileri ve Müslüman reformcuları kucaklayan üç ana devrimci örgütün oluşması için gereken zemini teşkil eder.

Protestolar ve gerilla taktikleri üzerinden kadınlar, Şah’ı devirmek için mücadele ederler.

Devrimin muhtemelen en etkili yüzü olan öğrenciler, harekete büyük bir şevkle iştirak ederler. Ülke içinde ve dışında öğrencileri asıl harekete geçiren, aldıkları eğitimin kalitesi, yönetim kademesindeki yolsuzluklar, üniversiteye giriş oranının düşük oluşu, altyapı ve kötü politik koşullardır.

Süreç içerisinde devrimin üç hizbi, Humeyni liderliği altında birleşir. Hareketin amacı, Şah’tan kurtulup İran halkının hayrına çalışacak bir hükümet tesis etmektir. Politik propagandasını yoğun bir çaba ile yürüten Humeyni, İran halkını ülke olarak tüm İran’ın istifade edeceği dolaylı yönetim vaadiyle birleştirir.

Devrimin yol açtığı büyük basınç, Rıza Şah’ın ülkenin büyük bir kısmında sıkıyönetim ilân etmesine neden olur. Ülkede işyerleri, medya, bankalar, dükkânlar durur. Nihayetinde 29 Aralık 1978’de Muhammed Rıza, ülkeyi geçici olarak terk etmeye razı gelir, ardından da 16 Ocak 1979 Şah’ın tahtı devrilir.

Devrimin Yapısökümü

Marksist teori ve onun İran Devrimi ile ilişkililiği, ülkede meydana gelen bir dizi dönüşüm üzerinden özetlenebilir.

Yaşanan ayaklanmayı layıkıyla anlamak için İran’ın sınıfsal yapısındaki evrime daha derinden bakmamız gerekmektedir.

Rıza Şah’ın hegemonyasından önce İran, temelde bir kabile veya feodal toplumdur. Rıza Şah’ın iktidara gelmesinden önce ülkenin başında bulunan son kabile, Kaçar Hanedanlığı’dır. Ülkedeki kabileye dayalı idarî yapı, kudretli kabilelerin oluşturduğu koalisyona dayanmaktadır. Bu koalisyon zayıflayınca ya da yönetemeyince, koalisyon yeniden düzenlenmiş, birçok önemli kabile, merkezî hükümetin otoritesini yıkarak yeni bir hanedanlık oluşturmuştur. Söz konusu sistem, kentlerde kabile çerçevesi aracılığıyla yerleşmiş saltanatın çürümesine dek sorunsuz işlemiştir. Bu kabilevî/feodal kurgu, yedi nesil devam etmiştir. Kabile sistemi, ABD desteği ile 1967’de Rıza Şah’ın tesis ettiği hegemonya ile sona ermiştir.

İran’da dinî hiyerarşi, kırılgan ama gene de güçlü bir kaidedir. Birçok İranlı, Şiidir. Yozlaşmış halifelerin idaresince içe sızan ana akım İslam’ın iç çürümesinden ari kabul edilen Şiilik, Hz. Muhammed’in öğretilerine ve adalet, eşitlikçilik gibi başlıklarda sürdürülen direniş yoluna dayanmaktadır. Bu anlamda Şiilik, yabancı hâkimiyetine, toplumsal sömürüye karşı bir ideolojidir. Sömürge zamanlarında yozlaşma ve çürüme, Safevî Hanedanlığı döneminde içe nüfuz etmiştir. Tütün Hareketi, bu türden bir ayaklanmadır. Tütün tekeline karşı gerçekleştirilmiştir. Dinî hiyerarşinin yaptığı çalışmalara bakılacak olursa, onda yabancı hâkimiyetine ve sekülerleşmeye karşı bir duruşun olduğu görülür. Rıza Şah’ın hegemonyasını tesis etmesiyle birlikte uyguladığı politikalar, onun ABD’nin eliyle oynatılan, emperyalizme ait bir kukla olduğunun birer kanıtıdır. İran’ın sekülerleştirilmesi sayesinde araziler rejimin kontrolüne geçmiştir. SAVAK, her türden dinî faaliyete baskı uygulamıştır. Şiileri en fazla kızdıran gelişme ise Amerikalıların İran mahkemelerine çıkartılmamasını öngören kanunun meclisten geçirilmesidir. Bu, kapsamlı bir ayaklanmaya sebep olmuştur. Sonuçta İran halkı, dine direniş ve kurtuluş kaynağı olarak başvurmuştur.

Rıza Şah’ın beyaz devrimi gerçekleştirmesinin sebebi, feodal sistemin kalıntılarından kurtulmak ve feodal yapıya bağlı emek ve toprağı özgürleştirmek istemesidir. ABD, İran’daki politik istikrarsızlığın ülkeyi komünizme doğru iteceğinden endişelenmektedir. Beyaz devrim, feodal toprak ağalarının bağımlı birer kapitaliste dönüşmesine, emekçilerinse katı feodal ilişkilerden kurtulup proletaryayı oluşturmasını sağlamasına neden olmuştur. Ülkede köylü halk, kentlere göç etmiş, tüm tarım sistemi çökmüştür. Böylelikle kentlerde neredeyse çürümeye yüz tutmuş bir köylü emeği birikmiştir.

Rıza Şah iktidara geldikten sonra modern endüstrilerin sayısı hızla artmıştır. Sermaye yoğunluklu, emekten tasarruf eden endüstrilerin varlığına rağmen gene de birçok işçi istihdam edilmiştir. Birçok temel endüstri kolu hükümetçe finanse edilmiş, zararları telafi edilmiştir. Böylelikle İran’daki emek gücü, çok kötü koşullarda çalışmaya mecbur edilmiş, sendikalaşma özgürlüğünden mahrum bırakılmıştır. İşçiler, SAVAK’ın kontrol ettiği sendikalarda esir edilmişlerdir.

Endüstri cephesindeki ilerlemelere bağlı olarak eğitim alanında da gelişmelere tanık olunur. Kolejlerin ve okulların sayısı, buna paralel olarak öğretmenlerin sayısı artar. Ulusal Akademi İşçileri Birliği gibi yapılar öğrenci birliklerine bölünür. Bu örgütlerin ana talebi, üniversitelerin demokratikleştirilmesi ve devletçe değil seçimle işbaşına gelen görevlilerce yönetilmesidir. Ancak bu taleplerin hepsi reddedilir.

Doktorların, avukatların, mühendislerin örgütlenmesine izin verilmez. Bu da rejimin uyguladığı zulme karşı ilgili kesimin bilinçlenmesini beraberinde getirir.

Haberleşme kanalları ve medya, rejimin sıkı kontrolü altındadır. SAVAK, medyayı düzenlemekle görevlidir.

Şah döneminde memurların sayısında da ciddi bir artış yaşanır. İran ekonomisinin mevcut durumu, ayrıca ülkedeki toplumsal ve kültürel dağılma, ilgili katmanı ayaklanmaya katılmaya iter.

Şah’a karşı yapılan devrimde ayağa kalkan sınıflar bu tarz bir ayrıştırmaya tabi tutulabilirler. İran toplumunda sınıf temelli bir yapı hâkimdir. Marksist teoriye göre sınıf mücadelesi, bir sınıf kendinde sınıf olmaktan çıkıp kendisi için sınıfa dönüşmesini sağlayacak sınıf bilincine sahip olduğunda başlar. Eğer Şah döneminde İran’da mevcut olan muhtelif sınıfları analiz edersek, bu sınıfların devrim sonrasındaki dönüşümlerinde ortak bir eğilim olduğunu görürüz. Şah döneminde her bir sınıf, kendi hakları üzerinden, kendince bir bilinç geliştirmiştir. Sınıf mücadelesinin kıvılcımı, işte bu bilinçtir. Bu ateş, sonuçta devrime yol açmıştır.

Marksist teoriye göre, sınıf mücadelesiyle ilgili potansiyel her toplumda mündemiçtir, zira ilgili toplum, kişiler ve gruplar arasında çıkar çatışmaları üretir. Bu kişi ve gruplar, üretim araçlarıyla ilişki dâhilinde, sosyal yapıda farklı bir konum alırlar. Söz konusu sosyal yapı, yükümlülükleri tecrübe etme biçimlerini belirler, onların kolektif eyleme zorlar. İran’da her bir sınıfa muhtelif mücadeleler damgasını vurur. Tüm bu mücadelelerin ana sebepleri, yetersiz kaynak ve yetersiz kudret meselesidir. Bu anlamda rejim her şeye sahipken, yoksul sınıflar hiçbir şeye sahip değildir.

Marksist teoriye göre, her şey değişir. Marx’ın maddî diyalektiğinin temelini değişim teşkil eder. İran toplumuna baktığımızda, onun da sürekli bir değişim içerisinde olduğu görülür. Ülke, feodal/kabile sisteminin hâkim olduğu bir toplumsal yapıdan Şah'ın hâkim olduğu bir sosyal yapıya geçmiştir. Her şey değiştiğinden, her bir sosyal sistemde varolan kötülüklerden kurtulmak için İran toplumunda görülen her yeni form yeni bir formun oluşumunu tetiklemiştir. Her bir ayaklanma, mevcut olandan daha iyi bir toplumla sonuçlanmıştır.

İran toplumu Şah’a karşı ayaklanmış, onu yozlaşmış ve zayıf gördüğü için yıkmıştır.

Diğer bir mesele de dinin kendisidir.

“Din, aynı zamanda hem gerçek ıstırabın ifadesi hem de gerçek ıstıraba karşı protestodur. Din, mazlum varlığın iç çekişi, kalpsiz dünyanın kalbi ve ruhsuz koşulların ruhudur. Din halkın afyonudur.”[3]

Marksist teoriye göre, mazlumlar, süreç içerisinde tüm sınıfları birleştirecek ve bu sınıfların devrim aşamasında ayaklanmalarına katkı sunacak bir güç oluşturma yoluna girerler. İran’da bu noktada devreye giren ana unsur, dindir. İran Devrimi’nin öne çıkan lideri, Ayetullah Ruhullah Humeyni’dir. “Ayetullah”, Allah’ın ayeti, alameti anlamına gelir. Şah'a karşı yaşanan son ayaklanmaya dek birçok sınıf sokağa dökülmüş, ama SAVAK bu gösterileri ezmeyi bilmiştir. Ancak Ayetullah Humeyni, ayaklanmaya farklı bir açıdan yaklaşmış, o ayaklanma için gerekli birleştirici güç olarak dini devreye sokmuş, sınıfsal ve kültürel çelişkilere vurgu yapmıştır. Ayaklanma, ancak mazlum sınıfları ayaklandıracak olan sürece dinin dâhil edilmesi sayesinde gerçek bir ivme kazanabilmiştir.

“İran Devrimi, yakın tarihte en az idrak edilebilen devrimdir. Bunun ana sebebi, onun kabul edilen, geleneksel hiçbir modeli takip etmemiş olmasıdır. Ayrıca biz, hâlâ bu devrim sürecinin ortasındayız ve hâlâ onun tarihsel önemini sonradan anlamış olmanın hayrını bile görebilmiş değiliz.”[4]

İran Devrimi’nde rol oynayan halk güçleri, emperyalizme ve içteki baskıya karşı müşterek bir ifadeye sahiptirler. İran’da bu müşterek ifade, kendisini kültürel değerlere, yani dine geri dönüşte ortaya koymuşlardır.

Sonuç

İran Devrimi, İslam’ın hâkim din olduğu birçok ülkede yaşanan “modernizasyon süreci”ne karşı mücadelelere ve İslamî dirilişçiliğe tanıklık eden yirminci yüzyılda çığır açmış olaylardan biri olarak tarif edilmektedir. Devrime dair tartışmalarda İslamî köktenciliğin önemi, Şah rejiminin (monarşist rejimin) politik baskı aygıtlarını kullanması, bilhassa gizli polis teşkilâtı olarak SAVAK’ın uyguladığı şiddet, devlet görevlilerinin ve ekonomi sahasına hâkim oligarşiye mensup seçkinlerin bulaştıkları yolsuzluklar, kayırmacılık, gelirler arasındaki eşitsizliğin artması ve Batı emperyalizminin tesiri devrimde rol oynayan ana sebepler olarak değerlendirilmektedir. Fakat bu makaleye göre devrimi asıl biçimlendiren, sınıfsal süreçler üzerinden yaşanan mücadelelerdir. Belirli formlar alan bu sınıfsal süreçler dâhilinde artık-emek üretilip dağıtılmaktadır.

Şubat 1979’da devrimci rejimin ilk başbakanı Mehdi Bezirgan’dır. Fakat merkezî otoritenin dağılması sonucu işbaşına gelen hükümet, İran’ı ve bürokratik aygıtı kontrol altına alamaz. Devrimin dinî lideri olarak Ayetullah Humeyni, hükümete bağlı olmadığını açıktan dile getirir. Başbakana danışmadan, politikalarını beyan eder, devlete bağlı önemli teşkilâtların başına gelecek isimleri verir, yeni kurumlar meydana getirir ve kendi kararlarını açıklar. Başbakan, kendisinin Humeyni’nin Ocak 1979’da kurduğu, ilk başta Bezirgan gibi seküler siyasetçiler ve silâhlı kuvvetlerden iki temsilci ile birlikte Humeyni’ye bağlı mollalardan oluşan Devrim Konseyi’nde herhangi bir yetkiye sahip olmadığını görür.

Meghna De
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Wise, Krysta (2011) “Islamic Revolution of 1979: The Downfall of American-Iranian Relations,” Legacy: Cilt. 11: Sayı. 1, 2. Makale.

[2] M. Tahgi Farvar (1980) “Aspects of the Iranian Revolution”, GPID IV toplantısına yapılan sunum, Darkar, 23-28 Nisan 1979.

[3] “A Contribution to the Critique of Hegel’s Philosophy of Right” (1843)

[4] M. Tahgi Farvar, a.g.e.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder