Giriş
İran Şahı’nın Devrilmesi
“Tarihin
karşısında bir yıl, devede kulak. Tek tek bir dizi yıla baktığımızda, karşımıza
küresel veya yerel ilişkilere pek etki etmeyen önemsiz isimler ve olaylar
çıkıyor. Gelgelelim, bazı örneklerde tek bir yıl, geçmişten bugüne doğru
yaşanan, muazzam bir dönüşüme tanıklık ediyor. İran’da 1979’da yaşanan İslam
Devrimi de böylesi bir örnek.”[1]
İran Devrimi, uzun zamandır istenen değişimi tek bir
yıla sığdıran, o değişimin fitilini ateşleyen, süreci hızlandıran ve nihai
noktayı koyan bir olaydı. Bu devrim, modern çağda tanık olduğumuz en önemli
dönüşüm momentlerinden birisiydi.
“Eşi
benzeri olmayan bir devrimdi, zira o, sömürgecilik sonrası dönemde ilk kez halk
kitlelerinin kültürel ve ekonomik açıdan ortak olan ve ‘emperyalizm’ denilen
düşmana ama aynı zamanda içteki gelişmelere birlikte karşı koyması sonucu
oluşan bir olaydı. Bunun sonucunda kitleler, Şah’ın dış mihraklar kaynaklı o
güçlü desteğine karşın, sadece kendi gücüne ve mali imkânlarına yaslandılar. Bu
da ister istemez halkın kültürel değerlere, özellikle dine geri dönmesi
anlamına geliyordu.”[2]
İran Devrimi, çoğunlukla “modern çağın son büyük
devrimi” olarak nitelendirilmektedir.
Marksist Teorinin Temel Noktaları
İran Devrimi’yle ilişki kurabilecek en yetkin teori,
Marksist teoridir.
Marx’ın geliştirdiği bu teori, alt bir dizi farklı
bakış açısını içeren bir görüşü ifade eder. Teori olarak Marksizm, bir yığın
eleştiri ve revizyonla yüklü yüz elli yılı aşkın bir süre dâhilinde
gelişmiştir. Buna karşın, teorinin gene de birkaç merkezî görüş etrafında
döndüğünü belirtmek gerekmektedir:
Marksizm, toplumsal yapının ana dokusunun çıkar
çatışmalarına dayandığını söyler. Karşıtların birliği ve mücadelesi olarak
isimlendirdiği kanunun temel kaynağı, toplumun doğasında var olan sınıf
mücadelesidir. Marksizm, belirli toplumsal değişimlerin neden ve nasıl
yaşandığını izah ederken, toplumsal sınıflar meselesine başvurur.
Muhtemelen Marksizmin en önemli bileşeni, “maddi
diyalektik” görüşüdür. Hegel’in diyalektik görüşünden etkilenen maddi
diyalektik, Hegel’in diyalektiğini (tanrıların yeryüzünde ilerlediği görüşünü)
redde tabi tutar ve her şeyin dinamik bir değişim süreci içerisinde olduğu
görüşünü geliştirir. Mevcut durum (tez), her zaman süreç içerisinde başka bir
duruma (anti-teze) doğru değişir. Ortaya çıkan sentez, tez ve anti-tezin iyi
yanlarının birleşiminden ortaya çıkar. Marx, ayrıca hiçbir şeyin kalıcı
olmadığını söyler ve sentez sürecinin sınıfsız toplum ortaya çıkana dek
süreceğini iddia eder. Buna “inkârın inkârı yasası” denilir.
Nicelikten niteliğe dönüşüm yasası ise değişim ne
kadar nicelikselse ona karşılık gelen dönüşümün de o ölçüde niteliksel olacağı
üzerinde durur.
Bu temel önermeler üzerinden Marx, yeni bir sınıfın
oluşumuna dair fikre ulaşır. Ona göre, kusursuz toplum, sınıfsız olandır. Ona
ulaşmanın yegâne yolu ise sınıfın kendinde sınıf olmaktan çıkıp kendisi için
sınıf hâline gelmesidir. Bu sonuca da ancak bir sınıf bilinci geliştiği vakit
ulaşılabilir.
Bu önermeler ışığında, Marksist teori son önermeye
ulaşır: Devrim. Sınıf bilinci ve toplumun dinamik niteliği üzerinde duran
Marksist teori, esas olarak “aşamalı geçiş sürecindeki kopuş” veya “atılım”
fikri üzerinde durur. Bu da esasında toplumun tanık olduğu dönüşümlerin sonucu
gerçekleşecek olan devrime işaret eder. Devrim, kabaca “sahip olanlar” ve
“sahip olmayanlar” olarak ayrışmış olan mevcut toplumsal sınıflar arasındaki
uzlaşmazlığın ulaştığı zirvedir.
İran Devrimi
1979 İran Devrimi’nin fitilini ateşleyen ve sonuçta
Şah’ın devrilmesine neden olan asli unsur, esas olarak Şah’ın uyguladığı
baskılar ve devreye soktuğu politikalardır. Ona karşı yürütülen ajitasyonun
önemli bir kısmı, Şah’ın benimsediği idari tedbirlerle ve servetin eşitsiz
dağılımı ile alakalıdır. İran’da devrim ihtiyacını anlamak için bizim,
öncelikle bu ülkede “aşamalı geçiş sürecindeki kopuşa” halkın ihtiyaç duymasını
sağlayan olayları analiz etmemiz gerekmektedir.
Muhammed Rıza Şah idaresi öncesi İran toplumu, yapı
itibarıyla kabile düzenine dayalıdır. İran’da ekonomi, kabilelerin
kontrolündedir ve kabileler, bu imkândan sonuna dek istifade etmektedirler. Söz
konusu aşiretler, göçebe olmasa da hareketlidirler ve savaş sanatı konusunda
mahirdirler. Kabilelerin idaresindeki zayıflıklar, kabilelerarası
koalisyonların yeniden düzenlenmesi suretiyle yönetilmektedir. Bu koalisyonlar,
iktidara sahip olan ve çoğunluğu elinde bulunduran kabileleri devirip gücü ve
yetkiyi ele geçirebilmektedirler. Bu türden düzenlemeler, Kaçar Hanedanlığı’na
dek sorunsuz gerçekleştirilmiş, Kaçarlar, İran’daki son kabile yönetimi
olmuşlardır.
Muhammed Rıza Şah, İran’ın kabile dünyasının dışından
gelen ilk şahtır. Onun neden “Amerika’nın kuklası” olarak nitelendirildiğini
anlamak için Şah’ın tahta çıkma sürecini idrak etmek gerekmektedir.
ABD, İran’da hâkim bir konum elde etmeye çalışmış,
bunu da Muhammed Rıza Şah ile kurduğu ilişkiler üzerinden gerçekleştirmek
istemiştir. Söz konusu süreç ise 1953 darbesi ile başlamıştır. 1951’de
İngiltere-İran Petrol Şirketi’ni millileştiren başbakan Muhammed Musaddık,
İngiliz kasalarına yönelik sermaye akışını keser. Britanya, bu gelişmeye epey
öfkelenir. O dönemde zirvede olan Soğuk Savaş kaynaklı gerilimler sayesinde
ABD, İran’ın Sovyetler’in kontrolüne gireceği düşüncesindedir. Bu sebeple bir
darbe tezgâhlanarak Musaddık iktidardan uzaklaştırılır ve Rıza Şah başa
geçirilir. Böylelikle ABD, şahla sıkı dost olmakla kalmaz, aynı zamanda İran
devletinin dizginlerini de ellerine alır.
İran Milli İstihbarat ve Güvenlik Teşkilâtı [SAVAK],
ayrıca ABD’nin askeri desteği sayesinde Rıza Şah, İran’da baskıcı bir rejim
tesis eder. Şah’a karşı en ufak başkaldırı ihtimali ezilir. SAVAK, süreç
içerisinde Şah’a karşı gelecek her türlü muhalefeti susturmakla
görevlendirilir. Bu diktatörlük rejimi, halkın gözünde kötü bir şöhrete sahip
olmaya başlar. ABD’nin Şah’a sunduğu destekse yanan ateşe benzin dökmekten
başka bir işe yaramaz. Ayrıca ABD, İsrail’in de müttefikidir.
Altmışlarda ekonomi, yüksek enflasyona bağlı olarak
durağanlaşır. Bu, temelde ekmeği adaletsiz bir biçimde dağıtan Şah’ın yürüttüğü
politikaların doğrudan bir sonucudur. Sahip olanlarla olmayanlar arasındaki
mesafe iyice açılır. Servetin büyük bölümü, ciddi bir canlanma içerisinde olan
petrol endüstrisinin kaymağını yiyen ailelerin elindedir. Halk ise kötü
ekonominin çilesini çekmektedir.
Belki de ülkede isyan ateşini fitilleyen ana sebepse
dinle alakalı bir gelişmedir. ABD’nin etkisi altında olan politik gündemiyle
Şah, İslam’ın hâkim olduğu ülkeyi sekülerleştirme çağrısında bulunur. İran’a
İslam’ın hâkim olacağından korkan ABD, sekülerleşme üzerinden ülkenin hızla
modernize edilmesini talep eden politikalara büyük ölçüde yön verir. Bu gündeme
dair propaganda ise toprak reformlarının yapılmasını, devlete ait fabrikaların
toprak reformlarını finanse etmek için satılmasını, yeni seçim kanunlarının
çıkartılmasını, ormanların millileştirilmesini ve ülke genelinde bir
okuma-yazma kampanyasının yürütülmesini talep eden, başarısız olmuş “Beyaz
Devrim” aracılığıyla yürütülür.
Şah diktatörlüğüne karşı birçok muhalif örgüt ortaya
çıksa da bunların büyük bir kısmı başarısız olur ve hızla ezilir. Bu süreç,
Şah’ın İran’daki Amerikalılara İran mahkemeleri karşısında koruma imkânı sunan
kanunun yürürlüğe girmesine dek devam eder. Bu kanunun yürürlüğe girişi, Şii
toplumunda kitlesel hareketliliğe sebep olur. Söz konusu hareketin başında ise,
karizmatik bir isim olan Ayetullah Ruhullah Musevi Humeyni vardır. Burada asıl
itiraz edilen husus, Amerika’nın İran’daki nüfuzu ve onun ülkeyi sekülerleştirme
girişimleridir.
“Eğer
onlardan biri İran’da bir suç işlerse, o kişi her türlü cezadan muaf tutuluyor.
Diyelim bir Amerikalı uşak veya aşçı, pazarın orta yerinde bir ayetullaha
saldırdı, İran polisinin onu derdest etme yetkisi yok. İran mahkemeleri, onu ne
soruşturabiliyorlar ne de dava edebiliyorlar. Böylesi durumda adam,
efendilerinin ne yapılacağına karar verecekleri Amerika’ya gitmek zorunda. […]
Biz, buna sebep olan hükümetin hükümet olduğunu düşünmüyoruz. Bunlar haindir.
Bunlar ülkeye ihanet etmektedir.”
Sonrasında Humeyni, 1964’te “Amerika’nın kuklası”
deyip Şah’a sözlü saldırıda bulunduğu gerekçesiyle sürgün edilir. Zalim,
yozlaşmış, kuklalaşmış olan Şah’ı devirecek devrimin fitili de böylelikle
ateşlenmiş olur.
İran, yetmişli yıllarda muazzam bir ekonomik yıkıma,
kent nüfusunun aşırı oranda artmasına, enflasyona ve yolsuzluklara tanıklık
eder. Mevcut fiilî düzensizlik, kadınları, öğrencileri ve Müslüman reformcuları
kucaklayan üç ana devrimci örgütün oluşması için gereken zemini teşkil eder.
Protestolar ve gerilla taktikleri üzerinden kadınlar,
Şah’ı devirmek için mücadele ederler.
Devrimin muhtemelen en etkili yüzü olan öğrenciler,
harekete büyük bir şevkle iştirak ederler. Ülke içinde ve dışında öğrencileri
asıl harekete geçiren, aldıkları eğitimin kalitesi, yönetim kademesindeki
yolsuzluklar, üniversiteye giriş oranının düşük oluşu, altyapı ve kötü politik
koşullardır.
Süreç içerisinde devrimin üç hizbi, Humeyni liderliği
altında birleşir. Hareketin amacı, Şah’tan kurtulup İran halkının hayrına
çalışacak bir hükümet tesis etmektir. Politik propagandasını yoğun bir çaba ile
yürüten Humeyni, İran halkını ülke olarak tüm İran’ın istifade edeceği dolaylı
yönetim vaadiyle birleştirir.
Devrimin yol açtığı büyük basınç, Rıza Şah’ın ülkenin
büyük bir kısmında sıkıyönetim ilân etmesine neden olur. Ülkede işyerleri,
medya, bankalar, dükkânlar durur. Nihayetinde 29 Aralık 1978’de Muhammed Rıza,
ülkeyi geçici olarak terk etmeye razı gelir, ardından da 16 Ocak 1979 Şah’ın
tahtı devrilir.
Devrimin Yapısökümü
Marksist teori ve onun İran Devrimi ile ilişkililiği,
ülkede meydana gelen bir dizi dönüşüm üzerinden özetlenebilir.
Yaşanan ayaklanmayı layıkıyla anlamak için İran’ın
sınıfsal yapısındaki evrime daha derinden bakmamız gerekmektedir.
Rıza Şah’ın hegemonyasından önce İran, temelde bir
kabile veya feodal toplumdur. Rıza Şah’ın iktidara gelmesinden önce ülkenin
başında bulunan son kabile, Kaçar Hanedanlığı’dır. Ülkedeki kabileye dayalı
idarî yapı, kudretli kabilelerin oluşturduğu koalisyona dayanmaktadır. Bu
koalisyon zayıflayınca ya da yönetemeyince, koalisyon yeniden düzenlenmiş,
birçok önemli kabile, merkezî hükümetin otoritesini yıkarak yeni bir hanedanlık
oluşturmuştur. Söz konusu sistem, kentlerde kabile çerçevesi aracılığıyla yerleşmiş
saltanatın çürümesine dek sorunsuz işlemiştir. Bu kabilevî/feodal kurgu, yedi
nesil devam etmiştir. Kabile sistemi, ABD desteği ile 1967’de Rıza Şah’ın tesis
ettiği hegemonya ile sona ermiştir.
İran’da dinî hiyerarşi, kırılgan ama gene de güçlü bir
kaidedir. Birçok İranlı, Şiidir. Yozlaşmış halifelerin idaresince içe sızan ana
akım İslam’ın iç çürümesinden ari kabul edilen Şiilik, Hz. Muhammed’in
öğretilerine ve adalet, eşitlikçilik gibi başlıklarda sürdürülen direniş yoluna
dayanmaktadır. Bu anlamda Şiilik, yabancı hâkimiyetine, toplumsal sömürüye
karşı bir ideolojidir. Sömürge zamanlarında yozlaşma ve çürüme, Safevî
Hanedanlığı döneminde içe nüfuz etmiştir. Tütün Hareketi, bu türden bir ayaklanmadır.
Tütün tekeline karşı gerçekleştirilmiştir. Dinî hiyerarşinin yaptığı
çalışmalara bakılacak olursa, onda yabancı hâkimiyetine ve sekülerleşmeye karşı
bir duruşun olduğu görülür. Rıza Şah’ın hegemonyasını tesis etmesiyle birlikte
uyguladığı politikalar, onun ABD’nin eliyle oynatılan, emperyalizme ait bir
kukla olduğunun birer kanıtıdır. İran’ın sekülerleştirilmesi sayesinde araziler
rejimin kontrolüne geçmiştir. SAVAK, her türden dinî faaliyete baskı
uygulamıştır. Şiileri en fazla kızdıran gelişme ise Amerikalıların İran
mahkemelerine çıkartılmamasını öngören kanunun meclisten geçirilmesidir. Bu,
kapsamlı bir ayaklanmaya sebep olmuştur. Sonuçta İran halkı, dine direniş ve
kurtuluş kaynağı olarak başvurmuştur.
Rıza Şah’ın beyaz devrimi gerçekleştirmesinin sebebi,
feodal sistemin kalıntılarından kurtulmak ve feodal yapıya bağlı emek ve
toprağı özgürleştirmek istemesidir. ABD, İran’daki politik istikrarsızlığın
ülkeyi komünizme doğru iteceğinden endişelenmektedir. Beyaz devrim, feodal
toprak ağalarının bağımlı birer kapitaliste dönüşmesine, emekçilerinse katı
feodal ilişkilerden kurtulup proletaryayı oluşturmasını sağlamasına neden
olmuştur. Ülkede köylü halk, kentlere göç etmiş, tüm tarım sistemi çökmüştür.
Böylelikle kentlerde neredeyse çürümeye yüz tutmuş bir köylü emeği birikmiştir.
Rıza Şah iktidara geldikten sonra modern endüstrilerin
sayısı hızla artmıştır. Sermaye yoğunluklu, emekten tasarruf eden endüstrilerin
varlığına rağmen gene de birçok işçi istihdam edilmiştir. Birçok temel endüstri
kolu hükümetçe finanse edilmiş, zararları telafi edilmiştir. Böylelikle
İran’daki emek gücü, çok kötü koşullarda çalışmaya mecbur edilmiş, sendikalaşma
özgürlüğünden mahrum bırakılmıştır. İşçiler, SAVAK’ın kontrol ettiği
sendikalarda esir edilmişlerdir.
Endüstri cephesindeki ilerlemelere bağlı olarak eğitim
alanında da gelişmelere tanık olunur. Kolejlerin ve okulların sayısı, buna
paralel olarak öğretmenlerin sayısı artar. Ulusal Akademi İşçileri Birliği gibi
yapılar öğrenci birliklerine bölünür. Bu örgütlerin ana talebi, üniversitelerin
demokratikleştirilmesi ve devletçe değil seçimle işbaşına gelen görevlilerce
yönetilmesidir. Ancak bu taleplerin hepsi reddedilir.
Doktorların, avukatların, mühendislerin örgütlenmesine
izin verilmez. Bu da rejimin uyguladığı zulme karşı ilgili kesimin
bilinçlenmesini beraberinde getirir.
Haberleşme kanalları ve medya, rejimin sıkı kontrolü
altındadır. SAVAK, medyayı düzenlemekle görevlidir.
Şah döneminde memurların sayısında da ciddi bir artış
yaşanır. İran ekonomisinin mevcut durumu, ayrıca ülkedeki toplumsal ve kültürel
dağılma, ilgili katmanı ayaklanmaya katılmaya iter.
Şah’a karşı yapılan devrimde ayağa kalkan sınıflar bu
tarz bir ayrıştırmaya tabi tutulabilirler. İran toplumunda sınıf temelli bir
yapı hâkimdir. Marksist teoriye göre sınıf mücadelesi, bir sınıf kendinde sınıf
olmaktan çıkıp kendisi için sınıfa dönüşmesini sağlayacak sınıf bilincine sahip
olduğunda başlar. Eğer Şah döneminde İran’da mevcut olan muhtelif sınıfları
analiz edersek, bu sınıfların devrim sonrasındaki dönüşümlerinde ortak bir
eğilim olduğunu görürüz. Şah döneminde her bir sınıf, kendi hakları üzerinden,
kendince bir bilinç geliştirmiştir. Sınıf mücadelesinin kıvılcımı, işte bu
bilinçtir. Bu ateş, sonuçta devrime yol açmıştır.
Marksist teoriye göre, sınıf mücadelesiyle ilgili
potansiyel her toplumda mündemiçtir, zira ilgili toplum, kişiler ve gruplar
arasında çıkar çatışmaları üretir. Bu kişi ve gruplar, üretim araçlarıyla
ilişki dâhilinde, sosyal yapıda farklı bir konum alırlar. Söz konusu sosyal
yapı, yükümlülükleri tecrübe etme biçimlerini belirler, onların kolektif eyleme
zorlar. İran’da her bir sınıfa muhtelif mücadeleler damgasını vurur. Tüm bu
mücadelelerin ana sebepleri, yetersiz kaynak ve yetersiz kudret meselesidir. Bu
anlamda rejim her şeye sahipken, yoksul sınıflar hiçbir şeye sahip değildir.
Marksist teoriye göre, her şey değişir. Marx’ın maddî
diyalektiğinin temelini değişim teşkil eder. İran toplumuna baktığımızda, onun
da sürekli bir değişim içerisinde olduğu görülür. Ülke, feodal/kabile
sisteminin hâkim olduğu bir toplumsal yapıdan Şah'ın hâkim olduğu bir sosyal
yapıya geçmiştir. Her şey değiştiğinden, her bir sosyal sistemde varolan
kötülüklerden kurtulmak için İran toplumunda görülen her yeni form yeni bir
formun oluşumunu tetiklemiştir. Her bir ayaklanma, mevcut olandan daha iyi bir toplumla
sonuçlanmıştır.
İran toplumu Şah’a karşı ayaklanmış, onu yozlaşmış ve
zayıf gördüğü için yıkmıştır.
Diğer bir mesele de dinin kendisidir.
“Din,
aynı zamanda hem gerçek ıstırabın ifadesi hem de gerçek ıstıraba karşı
protestodur. Din, mazlum varlığın iç çekişi, kalpsiz dünyanın kalbi ve ruhsuz
koşulların ruhudur. Din halkın afyonudur.”[3]
Marksist teoriye göre, mazlumlar, süreç içerisinde tüm
sınıfları birleştirecek ve bu sınıfların devrim aşamasında ayaklanmalarına
katkı sunacak bir güç oluşturma yoluna girerler. İran’da bu noktada devreye
giren ana unsur, dindir. İran Devrimi’nin öne çıkan lideri, Ayetullah Ruhullah
Humeyni’dir. “Ayetullah”, Allah’ın ayeti, alameti anlamına gelir. Şah'a karşı
yaşanan son ayaklanmaya dek birçok sınıf sokağa dökülmüş, ama SAVAK bu
gösterileri ezmeyi bilmiştir. Ancak Ayetullah Humeyni, ayaklanmaya farklı bir açıdan
yaklaşmış, o ayaklanma için gerekli birleştirici güç olarak dini devreye
sokmuş, sınıfsal ve kültürel çelişkilere vurgu yapmıştır. Ayaklanma, ancak
mazlum sınıfları ayaklandıracak olan sürece dinin dâhil edilmesi sayesinde
gerçek bir ivme kazanabilmiştir.
“İran
Devrimi, yakın tarihte en az idrak edilebilen devrimdir. Bunun ana sebebi, onun
kabul edilen, geleneksel hiçbir modeli takip etmemiş olmasıdır. Ayrıca biz,
hâlâ bu devrim sürecinin ortasındayız ve hâlâ onun tarihsel önemini sonradan
anlamış olmanın hayrını bile görebilmiş değiliz.”[4]
İran Devrimi’nde rol oynayan halk güçleri,
emperyalizme ve içteki baskıya karşı müşterek bir ifadeye sahiptirler. İran’da
bu müşterek ifade, kendisini kültürel değerlere, yani dine geri dönüşte ortaya
koymuşlardır.
Sonuç
İran Devrimi, İslam’ın hâkim din olduğu birçok ülkede
yaşanan “modernizasyon süreci”ne karşı mücadelelere ve İslamî dirilişçiliğe
tanıklık eden yirminci yüzyılda çığır açmış olaylardan biri olarak tarif
edilmektedir. Devrime dair tartışmalarda İslamî köktenciliğin önemi, Şah
rejiminin (monarşist rejimin) politik baskı aygıtlarını kullanması, bilhassa
gizli polis teşkilâtı olarak SAVAK’ın uyguladığı şiddet, devlet görevlilerinin
ve ekonomi sahasına hâkim oligarşiye mensup seçkinlerin bulaştıkları yolsuzluklar,
kayırmacılık, gelirler arasındaki eşitsizliğin artması ve Batı emperyalizminin
tesiri devrimde rol oynayan ana sebepler olarak değerlendirilmektedir. Fakat bu
makaleye göre devrimi asıl biçimlendiren, sınıfsal süreçler üzerinden yaşanan
mücadelelerdir. Belirli formlar alan bu sınıfsal süreçler dâhilinde artık-emek
üretilip dağıtılmaktadır.
Şubat 1979’da devrimci rejimin ilk başbakanı Mehdi
Bezirgan’dır. Fakat merkezî otoritenin dağılması sonucu işbaşına gelen hükümet,
İran’ı ve bürokratik aygıtı kontrol altına alamaz. Devrimin dinî lideri olarak
Ayetullah Humeyni, hükümete bağlı olmadığını açıktan dile getirir. Başbakana
danışmadan, politikalarını beyan eder, devlete bağlı önemli teşkilâtların
başına gelecek isimleri verir, yeni kurumlar meydana getirir ve kendi
kararlarını açıklar. Başbakan, kendisinin Humeyni’nin Ocak 1979’da kurduğu, ilk
başta Bezirgan gibi seküler siyasetçiler ve silâhlı kuvvetlerden iki temsilci
ile birlikte Humeyni’ye bağlı mollalardan oluşan Devrim Konseyi’nde herhangi
bir yetkiye sahip olmadığını görür.
Meghna De
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Wise, Krysta (2011) “Islamic Revolution of 1979: The Downfall of
American-Iranian Relations,” Legacy: Cilt. 11: Sayı. 1, 2. Makale.
[2] M. Tahgi Farvar (1980) “Aspects of the Iranian
Revolution”, GPID IV toplantısına yapılan sunum, Darkar, 23-28 Nisan 1979.
[3] “A Contribution to the Critique of Hegel’s
Philosophy of Right” (1843)
[4] M. Tahgi Farvar, a.g.e.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder