1978 sonrası Çin’deki, 1989 sonrası Sovyetler’deki
gelişmeler bir tür Marksizmi de temellendirdi. Esas olarak ellilerden, hatta Sol
Komünizm tartışmalarından beri sotede bekleyen bir yaklaşım su yüzüne
çıktı. Artık köpeksiz köyde değneksiz dolaşmak mümkündü.
Çin’deki kapitalist atılımın Marksizm açısından da bir
atılımı koşullaması kaçınılmazdı. Artık Marksist olmayan, olamayacak, olmamış
olanları Marksizm boyasına çalıp satmak mümkündü. O tüccarlar ve esnaflar artık
“farksizm” diyordu, farktan, farklılıktan bahsediyordu, furkanı siliyor, onca
farktan dem vuranlar, “burjuva siyasetçilerinden farksızım” deme imkânına
kavuşuyorlardı. Üstelik bunu Marksizm adına yapabiliyorlardı.
Çin’de imal edilen ürünlerin pazara ucuz ucuz akması,
sahte markaların, çakma mamullerin bolluğu kimi esnafın avuçlarını kaşındırdı.
“Biz buradan yürürüz” dediler. Puma’nın Fuma, Nike’ın Nayk olması gibi, bu
solculardaki Marksizm de çeşitli formlara bürünerek reyonlardaki yerini aldı.
Sol Komünizm, “burada
devrim oldu, kolaycılığa kaçmayın, iğneyi elinize alın, kuyunuzu kazın,
sebatla, sabırla kendi yolunuzu yürüyün” demekti. Ekim Devrim’ciliğine,
çakma-sahte Marksizme set çekmekti. Öyle olmadı. Küçük burjuva şefler,
Moskova’da saraylarda ağırlanınca kendilerini bir şey zannettiler. Moskova’nın
kendi ülkeleriyle kurdukları ilişkilerin seyrine saçlarını kaptırdılar.
* * *
Bugün bir paralellik kurmak mümkün mü? Teorik bir
zorlama değil, pratikte kimi özneler, bunu açıktan veya örtük olarak
dillendirdikleri için vurgulamakta bir beis yok: özellikle 1989-92 momenti
sonrası zihinlerde Çin ve bilhassa Sovyetler’in yerini “Kürdistan” aldı. Orası
kendi devrimci diyalektiğini maddileştirdikçe, kendi maddîliğini mücadelenin
diyalektiğine tercüme ettikçe, batıdaki solcular hemen saraylara yerleştiler,
köşebaşlarını tuttular. Başka bir yol bilmiyorlardı.
Şimdi ise asıl merak konusu şu: gene bir Mustafa Suphi
gelirse, onu kara denizde kim boğacak? Kürdistan’da eğitim alan Kadrocular, ne
vakit Kemalist burjuvazinin yanına dizilecekler? Menderes’e, Demirel’e el
uzatılınca buradakilerin başına neler gelecek?
Sovyetler ne vakit Türkiye’yle sorun yaşasa Kemalizm
birden “diktatör” oluveriyordu. Anlaşma sağlandığında ise o “milli burjuvazinin
devrimci öncüsü” olarak takdim ediliyordu. Son üç yıldır yaşananları anımsatan
bir şeyler yok mu bu tarihsel anlatıda?
Oysa bugün cümlemiz “ihtiyat kuvvetleri” oluverdik.
Bu, “burada, Batı’da devrim olmasın”cılıktı. “Asıl savaş Kürdistan dağlarında
ve sokaklarında” idi, burada yapılacak her şey nafileydi. “O devrim bu tarafa
taşmadığı için hepimiz bir bir kahroluyorduk.” Taşmasın diye zihinsel-teorik
bentler örenler, bugün “kahrolmak devrimciliktir!” diyor.
* * *
Aslında konuşan, çakma Marksizmdi, farksizmdi. Bu
farksistler, on beş sene önce Kürdistan lideri “devrimler çağı bitmiştir”
dediğinde, bu sözü amentü gibi tekrarlıyor, buna uygun teori üretiyor, bugün
tekrar başkaldırının şimşekleri çaktığında, yeniden devrim edebiyatına
sığınıyorlardı. Bu çark edişler, kulvar değiştirmeler, farklılık yaratmalar,
farklı olduğunu gösterme amaçlı atılan türlü taklalar için de elbette bir teori
mevcuttu çıkında.
Farksistler, önce herkese “işçici” dediler. “İşçi”
demeyenlere Marksist olma imkânını satarak ilerlediler. İşçi olmaktan
kaçanların ağzına bal sürdüler. Sonra ezilenci oldular. Ama ezilencilikleri de
işçicilik gibiydi. İşçici de işçiye her hâlükarda, her fırsatta “köylüsün,
kabasın, biraz kentli ve medeni ol” diyordu. Bunlar da aynı dili ezilencilik
üzerinden edindiler. “Sen eziksin!” yazıyordu renkli pankartlarında. Teori
ve Politika dergisi, farksistlerin mekânıydı.
TP ve ait olduğu solculuk, o dönemlerde Filistinlilere
bile akıl veriyor, “Oslo masasına oturun, iyidir!” diyordu. Fanon’un aksine
bunlar, “beyaz deri-siyah maske” diyorlardı ve o beyaz deri, kat kat ruhu da
ele geçiriyordu. Ezilenlere “ezenlerden farkımız yok” türküsünü öğretiyorlardı.
Kendi dünyalarını pazarlıyorlardı. O kadar farkçılık furkanı siliyor,
çatallanmış kılıcı kırıyordu. Bugün Filistinlilerse Oslo eleştirisi ile yol
alıyor, bu görülmüyordu. Sonuçta farksistler, aslen Oslolu ve Oslocuydu.
Sol Komünizm furkandı.
Avrupa soluna verilen ayardı. Ama sol yıktı Sovyetler’i, kendi hürriyeti adına.
Onlarca yıldır o sol, “Sovyetler zaten sol değildi, devrim hiç değildi, sol da
devrim de bizden sorulur, bizim malımız” demekte idi.
* * *
Kürd’e göre Türk solu çok konuşuyor. Silâhların
eleştirisi, eleştiri silâhını hor görüyor. Silâhların eleştirisiyle kendi
kirinden pasından kurtulduğunu zannedenlerse hepimizi mayın eşeği zannediyor.
İhtiyati kuvvet olarak cepheye, demokrasi cephesine sürmeye çalışıyor.
Kürd’ün sömürgecinin solunu bile sömürgeci sayması
doğal. Bu yaklaşımı ilmihal bellemek ise o sömürge sahibi ülkede ayaklara
pranga vuruyor. Fanon’u Sartre kitabına önsöz yazdı diye değil, Fanon olduğu
için önemsemek gerekiyor. “Bookchin’in öğrencisi Apo” diye yazılar yazanların
son İmralı Notları’na bakıp “Yalçın Küçük’ün öğrencisi Apo” diye yazılar
döşenmesi gerekiyor. Laiklik gününü kutlayıp burjuvaziye -ama gene fark
koyarak- selam çakacaklarına, Mele Abdullah Timoqi’yi anımsamaları gerekiyor.
Üstelik bunların öyle bir-iki yıllık devrimcilik
geçmişleri dahi yok. Sivil toplum kuruluşları ve düşünce kuruluşlarının
sınırlarını aşmayan farksizmleri ile kendilerine müşteri toplamayı politika ve
teori zannediyorlar.
* * *
Farksizm, çakma marksizmi ifade ediyor. Yolu gösteren
Kürdistan devrimi midir, bu devrim bildiğimiz devrimlerden bir devrim midir,
eğer öyle ise onun önderinin “Sakineleri öldürenler onlar” dediği kesimle
ittifak yapmak kurtuluş mudur, Sovyetler’in varlığında tanımlı ulusal kurtuluş
mücadeleleriyle kurulan rabıta ile bugünkü rabıta arasında bir bağ var mıdır
yok mudur, Kürdistan devriminin Kadrocuları bizi nereye götürür, Kürd’ü yenilgi
konusunda teşvik etmek, “o bitsin de hazır kitlesi bana kalsın” demek devrimcilik
midir, liberalizmi Kürd’ün kanında aklamaya çalışmak çare midir… tüm bu ve
benzeri sorular, “o çok konuşan” solun çenesini yoracak soru ve sorunlar gibi
görünmektedir.
* * *
Evet Abidin, sen devrim yapabilir misin, öyle
“silâh-Kürdistan” diyerek kolaycılığa kaçmadan ama!
Eren Balkır
10 Şubat 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder