Devlet aygıtındaki genişleme, İslam’ın üstyapıda
kurumsallaştırılması, politik ve ekonomik yeniden yapılanmadaki değişiklikler
hep birlikte geçmişten niteliksel bir kopuşu temsil eder. Peki bu ilerici mi
yoksa gerici bir kopuştur? Devrim ve rejim arasında belirli bir ayrım koymak
gerekmektedir. Devrim halka dayalı, halkçı, politik bir kopuş iken rejim
anti-emperyalist, bağlantısız küçük burjuvazinin sosyalist proje ile
alabildiğine anlaşmazlık içerisinde hareket eden gerici bir yapı olduğunun
kanıtıdır. Devrim sonrasında sınıfsal ve politik mücadelelere odaklandığımızda
aradaki fark daha net görülmektedir. Şaha karşı yapılan devrimin sonuçlarını
önceden belirlemek mümkün değildir, oysa mollalar politika sahnesine sol ve
seküler güçler karşısında muazzam avantajlara sahip olarak çıkmışlardır.[1]
İran devrimi vaktinden evvel mi gerçekleşmiştir?
İlerici dönüşümün somut örneği olarak Fransız veya Rus devrimini almamak
gerekir. Peki sonraki tüm devrimler hangi tarihsel norma ve standarda göre
değerlendirilecek?[2] Doğu’nun politik yörüngesi Batı’nın yörüngesinden hep
farklı olagelmiştir. Bu nedenle bizim devrimlerin özel bir olgu olarak
gerçekleştiğini, iç ve dış güçlerce aynı zamanda yapısal ve sosyo-psikolojik
güçlerce motive edildiğini, dolayısıyla her bir tarihsel dönemin farklı ele
alınması ve somut toplumsal formasyonlar dâhilinde incelenmesi gerektiğini
anlamamız gerekir. Bunun da ötesinde biz ayrıca Batı’daki toplumsal devrimin
başarılamaması Üçüncü Dünya’daki ilerici güçlerin sırtına devasa bir yük
yüklemiş olduğunu görmeliyiz. Üçüncü Dünya burjuvazisi gerçek bir toplumsal
modernite tesis edemediğini kanıtlamıştır (Pehlevi İran’ı bunun güzel bir
örneğidir), öte yandan sosyal demokratik değişimi tetiklemeye yönelik birkaç
girişim de ABD eliyle kösteklenmiştir. Politik baskı ve ekonomik zorbalık ayrıca
milliyetçi dürtüler Üçüncü Dünya genelinde bir dizi politik ayaklanmaya sebep
olmuştur. Ama Batı’da sosyalizmin mevcut olmaması, Doğu Avrupa’da sosyalizmin
kendine has niteliği ve Sovyetler Birliği’nin kendi çıkarlarının peşine düşmesi
Üçüncü Dünya’da toplumsal dönüşüme vesile olacak bir iklimi temin etmemiştir.
Sonuçta politik devrim toplumsal devrime kıyasla ulaşılması “daha kolay” bir
hedef olagelmiştir. Bu anlamda tüm Üçüncü Dünya devrimleri gerçekte her daim
vaktinden evvel yaşanmıştır.
Teoride ve gerçek hayatta belirlenmişlik veya
“yasalılık” ile insanî faillik, boyun eğmek nedir bilmeyen yapısal belirleyici
faktörlerle bilinçli sınıfsal eylem, kaçınılmazlık fikri ile kastî müdahale
ihtiyacı arasında her daim bir gerilim mevcuttur. Devrimler halk baskıcı
politik veya ekonomik koşulların değişmesi gerektiğine karar verdiği noktada
gerçekleşir. Ancak bu “halk” sınıfsal ve ideolojik ayrımlara tabidir. Sınıfsal
yapı içerisinde ve politik örgütler arasında belirli bir hiyerarşi mevcuttur, burada
ağırlıklar da farklılık arz etmektedir. Ortaya çıkacak sonuç hem tarihsel ve
uluslararası güçlerce hem de bilinçli politik mücadele ile belirlenir.
Diyalektik formülasyon dâhilinde bir İnsan’dan söz etsek bile bizler tarihi
belirli sınırlar dâhilinde yapmaktayız. Bu sınırlar (uzun süredir varolan
demokrasi geleneği gibi) tarihsel mirasları, uluslararası veya dünya-sistemsel
kısıtlılıkları ve çatışan sınıfların elindeki farklı kaynakları, toplumsal
grupları ve politik partileri içermektedir. Bu anlamda İran Devrimi ileriye
dönük gerekli ve olumlu bir adımı teşkil eden ilerici ve baskıcı kimi
özellikleri içeren çelişkili bir olgudur.[3] Devrimin çıktısı önceden
belirlenmemişse de İslamcıların kazandığı uzun soluklu bir sınıfsal ve politik
çatışmanın bir sonucudur.
İslamî rejimin uyguladığı baskı ve dinî dogmatizm
sebebiyle Marksistler, İran Devrimi’ni çelişik duygularla, çift anlamlı bir
olgu olarak görmeye devam edeceklerdir. Esasında bu devrim, yolunu şaşırmış bir
projedir.
Val Mukaddem
[Kaynak: “One Revolution or Two? The Iranian
Revolution and the Islamic Republic”, Socialist Register, 18 Mart 1989,
Cilt 25, s. 95-97.]
Dipnotlar:
[1] Bu bağlantıda Batılıların (ABD ve İngiltere’nin) hilelerine vurgu yapmak
gerekir. Milliyetçi, sosyalist, demokratik hareketlerin ve hükümetlerin
ekonomik çıkar veya anti-komünizm üzerinden altını oymak suretiyle Batı
emperyalizmi seküler söylemin ve hareketlerin zayıflamasına ve politik İslam’ın
yükselmesine katkı sunmuştur: 1953’te Muhammed Musaddık’a karşı İngiltere ve
ABD’nin gerçekleştirdiği darbe; ABD’nin Lübnan’daki Marunî hegemonyasına
verdiği destek ve 1958’de Amerikan askerlerinin ülkeye girişi; Nasır’ın Süveyş
Kanalı’nı millileştirmesi sonrası yaşanan histeri; demokratik-seküler
Filistinli milliyetçi hareketine karşı husumet; Afganistan’daki Marksist
hükümetin ezilmesi ve köktenci Mücahidlere verilen askerî destek. Ortadoğu’da
anti-demokratik dinî hareketlerin yükselişinde ana suç ortağı Batılı güçlerdir.
[2] Bkz.: Perry Anderson, Passages from Antiquity
to Feudalism and Lineages of the Absolutist State (Londra: New Left Books,
1974). Bu kitaplar yoğun olarak hatmedilip olumlu bir etki bıraksa da
Anderson'ın Fransız Devrimi’ni saf burjuva devrimi modeli olarak takdim eden
görüşü ile E. P. Thompson ve kısa süre önce Michael Barratt Brown tarafından New
Left Review’de eleştirilen) İngiliz siyaset tarihine ait “paradokslar”,
“kirli yanlar”, “hamlıklar” ve “tekillikler”le ilgili tartışması, şu çalışmada
sorun olarak belirlenip eleştirilmiştir: Mary Fulbrook ve Theda Skocpol, “Destined
Pathways: The Historical Sociology of Perry Anderson”, Vision and Method in
Historical Sociology içinde, Yayına Hz.: Th. Skocpol (Cambridge Univ.
Press, 1984).
[3] Paul Valery’nin ifadesiyle “tüm teori bir tür
otobiyografidir.” Alvin Gouldner ise şunu söyler: “Teori çalışmasının önemli
bir kısmı kişinin deneyimine anlam kazandırma gayreti ile başlar. Bu gayret
büyük ölçüde çözüme kavuşturulamamış deneyimi çözüme kavuşturmak için ortaya
konulur. Burada sorun yeni gözlemler yapmak ya da gözlenmiş olanı doğrulamak
değil, kişinin yaşadıklarına ait anlamı belirlemek ve yorumlamaktır.” (The
Coming Crisis of Sociology, NY: Avon Books, 1970).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder