Mustafa Suphi’nin resmini ilk önce Batum’da gördüm.
Moskova’da iki, üç kere, kara kalem büyüttüm. Gözlüklü, pense gözlük, pos
bıyıklı. Yeryüzünde en çok saydığım, daha önemlisi, sevdiğim adamlardan biri.
Batum’da, parkta dolaşıyorum. Karnım aç. Bir iki
milyon rublem var. Bavulu da sattım geçen hafta. Deri sanıyordum, muşambaymış.
Sinemanın yanındaki çaycıda, sakarinle değil, kıtlama şekerli bir çay içsem.
Denizin şamatasını duyuyorum. Çırılçıplak yatan kadınlara gidip bakmağa
üşeniyorum.
Dün gece plajdaydım. Gökyüzü de kapalı. Ilık
karanlıkta deniz yakamozlu, durgun. Aklımda fikrimde Suphilerin öldürülmesi.
Beni Batum’a getiren vapur, Sürmene açıklarından geçerken karşı kıyılara
baktım. Yeşil tepeler, kumsal, ağaran evcikler. Bizim Karadeniz kıyılarından
bir kıyı. Suphilerin motoru geceleyin geldi bu kıyıların önüne ve pır pır eden
ışık parçacıklarını gördüler yalnız. Belki de görmediler. Belki de buram buram
kar yağıyordu. Deniz durgun muydu, dalgalı mı? Motorun tayfası, teknelerindeki
yolcuların öldürüleceklerini biliyordu. Bunu bile bile, sanki hiçbir şey
olmayacakmış gibi konuştular mı onlarla? Belki onlara tütün ikram ettiler,
belki sigaralarından yaktılar sigaralarını. Suphiler neler konuştu kendi
aralarında? Öldürüleceklerini getirmediler mi akıllarına? Yoksa sezdiler mi? Ne
zaman? Erzurum’da, hükümet konağında tabancaları alınınca mı? Belki de Erzurum
kapılarında yaylıları taşa tutulunca kuşkulandılar? Kazım Karabekir Paşa,
ölümlerini bir savaş planı gibi hazırladığı insanlarla konuşurken, kıs kıs
gülüyor muydu içinden? Artık biliyorum: Paşa, Ermeni taşnaklarını, Suphi’nin
Rusya’daki Türk esirlerinden kurduğu Alayın yardımıyla yendi. Ömrünün sonuna
kadar övüneceği bu zaferi Suphi’yle arkadaşlarına borçluydu, öldürülsünler diye
Trabzon’a yolladığı adamlara. Suphiler Trabzon’a gelince hapis mi edildiler?
Bilmiyorum. Hapis edildilerse sezmişlerdir. Ama, edilmedilerse? Sürmene
açıklarında arkalarından hızla yaklaşan motoru görünce ne düşündüler? Cephane
almak için Batum’a gittiğini mi? Yoksa arkadaki motor, kar karanlığından
fırlayıp ansızın mı belirdi bordalarında? Ama gürültüsünü işitmişlerdir. Belki
de işitmediler, dalgaların ve kendi motorlarının şamatasından. Ama işittilerse.
“Ankara’dan emir geldi, özür dileyip bizi çağırıyorlar” diye geçti mi
akıllarından? Yoksa gelenin ölüm olduğunu anladılar mı? Halkımın yetiştirdiği
en akıllı adamlardandılar. Yalnız en akıllı değil, en yiğit, en Türk.
Topraklarımızı, bu topraklarda yaşayan yarı aç, yarı tok ve sıtmadan kırılan ve
trahomdan kör olan ve çaputlar içinde dolaşan ve ufacık öküzleriyle taşlı
tarlaları süren ve dört yıl, dört cephede, bit içinde kanını döktükten sonra
yeni yeni cephelerde dövüşen halkımı kim sevdi onlar kadar? İnsandaki güzele,
iyiye, umuda kim inandı bizde onlar kadar? Suphilerin yüzünü görebiliyorum, bir
onun yüzünü, ötekilerinki dumandan. Öldürülecek olanların göğüslerini,
boyunlarını, sırtlarını görüyorum, ama yüzleri dumandan. Öldürecek olanların
ellerini, tüfeklerini, tabancalarını, bıçaklarını, urganlarını görüyorum, hatta
bıyıklarının altında çarpılan ağızlarını. Gözümün önüne Trabzon itlerinden
Faik’in tabancası geliyor. Faik’in yüzünü de görüyorum. Gaga burunlu, esmer ve
elini görüyorum. Suphi’nin ensesine sıkıyor tabancayı. Suphi’nin elinden düşen
tüfeği gördüm. Suphi bordadan denize devrildi. Amma belki denize devrilmedi de
güverteye düştü ve ayağına demir bağlıyorlar işte. İşte denize atıyorlar.
Ötekilerden önce. Ötekiler. Birinin adını biliyorum: Nejat. İstanbullu.
Öğretmen. Motor teknesinde makina durdu mu, durmadı mı? Bir motor teknesinde,
yalın ellerle, öldürmeyi bilmeyen ellerle, bıçaklı, tüfekli, tabancalı, urganlı
ve öldürmeyi bilen ellerin iki saat boğuşmasını, bütünüyle gözünün önüne
getiremiyor insan. İstanbullu Nejat’ın yüzünü değil, boynunu görüyorum. Boynuna
halatla bağlanmış taşı. Denize attılar Nejat’ı. Belki sağdı daha, ağır
yaralıydı, karşı, kıyıda pır pır eden ışıkları görüyor. Açılıp kapanan karanlık
suların şıkırtısını işittim, işitiyorum. On beş kere açılıp kapandılar.
Nâzım Hikmet
[Kaynak: Yaşamak Ne Güzel Şey Be Kardeşim,
Gün Yayınları, 1967, s. 95-97.]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder