Abdülhamid Han Başani, 1880’de Sirajganj’ın Dhangara
köyünde doğdu. 1907-1909 arasında Deoband Medresesi’nde dinî eğitim gördü.
Şeyhu’l Hind olarak bilinen Mahmud Hasan ve diğer ilerici Müslüman düşünürler
eliyle İngiliz emperyalizmine karşı mücadele konusunda bilinçlendi. Eğitim
konusunda sahip olduğu geçmişinden ötürü Mevlânâ unvanını aldı. 1917’de politik
faaliyetlere katıldı. 1919’da Hindistan Ulusal Kongresi’ne girdi. Tutuklanıp
hapse atıldı. Çıktıktan sonra Hilafet Hareketi’ne dâhil oldu. 1921’de İngiliz
emperyalizmine karşı çıkan işbirliği karşıtı harekete katıldı. 1930’da Müslüman
Birliği için çalışmaya başladı. 1947’de Pakistan’ın ayrılması sonrası Doğu
Pakistan Avami Müslüman Birliği’ni kurdu. 1971’de Bangladeş kuruldu. Burada
Başani, sosyalizm safında duran dindar bir Müslüman olarak faaliyetlerine devam
etti. O, politik İslam’a ait devrimci fikirleri dile getiren bir isimdi.
Nasreddin Bağdadi’den aldığı tasavvuf eğitimi üzerinden “Rububiyet” kavramını
geliştirdi:
“Pakistan
bir İslam devletiyim dese de o bir Müslüman devlet değildir. O, İslam karşıtı
emperyalist ve kapitalist nüfuz altında olmak istemektedir. İslam açısından
Allah, sadece Müslümanların değil tüm insanların Tanrı’sıdır. Burada millet,
din ve deri renginin bir önemi yoktur. Rabb, Allah’ın en yüce kimliğidir.
Dolayısıyla, Rububiyet’e hizmet etmek bizim en önemli görevimizdir.”
Kendisindeki sosyalizm etkisine bağlı olarak Başani,
sınıf mücadelesini burjuvazinin adaletsizliklerine ve zulmüne karşı cihad
olarak değerlendiriyordu.
“Kızıl Mevlânâ” olarak anılan Abdülhamid Han Başani 17
Kasım 1976 tarihinde Dakka’da, 96 yaşında vefat etti.
Başani’nin hayatı, İngiliz hâkimiyeti boyunca doğmuş
ve eğitim görmüş insanların yolculuklarını yansıtan bir ayna gibidir. Bağımsız
Bangladeş’te hürmet gören bir isimdi. Politik açıdan faaliyetlerine Cemaatu’l
Ulemaye Hind’de başladı. Ulusal Avami Partisi’ne girdi ama oradan da ayrıldı.
Aşağıdaki belge, bu esrarengiz ismin özünü anlamamıza
yardım edecektir. Bu belge, müritlerine ettirdiği yemin metnidir (bayah).
“Allah
(cc) adına imanımı eksiksiz icra edeceğime söz veriyorum. Resulallah’ın Allah
tarafından gönderilen elçi olduğuna kesin olarak inanıyorum. Resul’ün
naklettiği, izin verilenler ve verilmeyenlerle ilgili tüm talimatlara uyacağım.
Allah’tan
başka kimsenin önünde eğilmeyeceğim.
Her
türlü zorbalıktan ve suiistimalden kurtulmanın yegâne yolu olan sosyalizmi
kurmak için yorulmak nedir bilmeksizin çalışacağım.
Emperyalizmin,
kapitalizmin, feodalizmin, tefeciliğin ve yolsuzluğun her biçimini toplumdan
söküp atmak için gönüllü köylü birliklerine katılacağım.
Kadiriye, Nakşibendiye, Çistiye tarikatına göre, tüm ayinleri, tefekkür, şefaat, namaz ve oruçları icra edeceğim.
Her yılın 19/20 Ocak’ında Tangail, Santos’ta düzenlenen büyük seminere katılacağım ve İslam Üniversitesi’nin ilerlemesine ve gelişmesine katkı sunacağım.”
Şakirt yemini, İslamî pedagojinin iki özelliğini bize
verir: imanla kaynaşmış amel ve sözel geleneğe bağlanma. Amel ya da doğru eylem
bağlıların ana yükümlülüğüdür. Burada amaç namaz ve oruçtan yıllık toplantılara
katılmaya dek tüm fizikî faaliyetleri yerine getirmektir. Bu, edeb kelimesi ile
karşılanabilecek, alışkanlıklar ve pratikle koşullandırılmış varlık hâli
anlamında Aristocu hexis kavramına benzer.
Sözel gelenek Çistiye, Kadiriye ve Nakşibendi Sufi
tarikatlarına ve onların pratiklerine atıfta bulunmak olarak değerlendirilir.
İslamî gelenek yazılı olmazdan önce sözeldir, Kur’an kelimesi de ezberden okuma
anlamına gelmektedir. Yazılı hâline Mushaf denilir. Sözün önce gelmesi İslamî
pedagojide bir şekilde muhafaza edilir. İlkin Kur’an hatmedilir, Sünnet’in
anlatıldığı bir tür anlayış bilimi geliştirilir, oradan da sufilerin
niyazlarında muhafaza edilen silsile öğretilir. Bu tür canlı sözel gelenekler
Bangladeş’te devletten bağımsız kavmîlerde (cemaatlerde), medreselerde ve sufi
tarikatlarında nefes alıp vermeye devam etmektedir.
Müslüman geçmişi olan insanlar Kur’an’daki kısa
ayetlerin öğrenilmesi ve ezberlenmesi, beş vakit namazın kılınması yoluyla bu
sözel gelenekle bağ kurabilmektedirler. Bu eğitim ve uygulama ilk örneğini
Mekke’deki ilk cemaatte bulur. Hz. Muhammed’e Kur’an ayetlerini ezberleten ve
namaz kılmayı gösteren Cebrail’dir.
Bu epistemolojinin ilkeleri ilk fıkıh kitabının yazarı
ve Maliki fıkıh okulunun kurucusu İmam Malik ibn Enes’in Muvatta’sında
aktarılan Peygamber geleneğinde ortaya konmuştur.
İmam Malik bilgi arayışını tavsiye eden birçok
geleneğe vakıftır ama sadece Peygamber’e dek uzanan yolda öğretmenin öğrenciye,
sineden sineye, kalpten kalbe bilgi arayışının özünü ifade etmek için şu hadisi
aktarmayı kendisi yeterli görmüştür.
“Pir
Lokman vasiyetini hazırlar ve oğluna şu öğüdü verir: ‘Oğlum! Bilgili insanların
yanına otur ve hep onlara yakın ol. Zira Allah gökten bol yağmur dökerek ölü
toprağa hayat verdiği gibi, irfanın ışığı ile kalplere de can verir.”
Brethren of Black Lotus
21 Nisan 2014
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder