Pages

26 Ocak 2016

Avakian’ın Away With All Gods!’ı: Dini Anlamadan Eleştirmek


Yüksek Beklentiler

Away With All Gods! Unchaining the Mind and Radically Changing the World [Şikago, Insight Press, 2008: Türkçesi: Bob Avakian, Aklı Özgürleştirmek ve Dünyayı Kökten Değiştirmek İçin Tüm Tanrılardan Kurtulun, El Yayınları, İstanbul 2014.] isimli kitabın sadece bir kitap olduğunu varsaymak hatalı olur. O, esasında aşırı motive olmuş birilerinin, Amerikan hayatında ateizmi teşvik etmeyi ve (“Hristiyan Faşizmi”ni de içerecek biçimde) belirli bir din eleştirisi yapmayı amaç edindiği bir kampanya.

Devrimci Komünist Partisi başkanının kaleme aldığı kitabın büyük bir tantanayla yürütülen reklâmı aylarca sürdü. Bu kitabın toplumsal bir mesele hâline gelmesi için çağrıda bulunan parti, şunları söylüyordu:

“Bu kitaba ihtiyaç duyan çok sayıda insan, onun nüfuz etmesi gereken birçok toplum kesimi var. Bu kitap, insanlara dinin zorla dayatıldığı, gerçek manada cehennemî hapishanelere, ezilenlerin teşkil ettiği cemaatlere, agnostik ve ateist kulüplerinin kurulmaya başlandığı lise ve üniversitelere, ilericilere ve eğitimli insanlara, aydınlanmaya aç kişilere ulaşmalı. Nisan [2008] bu kitabın büyük bir tesirle sahneye çıktığı tarih olmalı.”

Dinî çalışmalara yapılmış birçok önemli ve özgün katkının reklâmı bile (cüretimi maruz görün ama) böylesi bir dinî heyecanla nadiren yapılmıştır. Göründüğü kadarıyla parti, bu kitaptan çok şey bekliyor.

Farklı sahalardan en az dört profesörün övgülerini içeren kitap tanıtım yazılarında Devrimci Komünist Partisi, kitabın bilhassa aydınlara ulaşmasını tavsiye ediyor olsa da kitabın hedef kitlesi epey geniş. Kitap, esasında akademiye seslenen bir çalışma. İbrahimî dinlerin tarihine dair herhangi bir görüş sunmayan kitap, temelde bu dinlere dönük tartışmaları ihmal etmekle kimi hatalar ve yanlışlar içine düşüyor.

Muhtemelen kitap, American Academy of Religion, Philosophical Review ya da Rethinking Marxism gibi dergilerde eleştirilmeyecektir. Örgütün bu konuda tutarsız olduğu açıktır. Bob Avakian, konudan konuya zıplıyor, bazen de baştan savmacı bir yaklaşımla, kısmen cevapladığı kimi sorular sorup ileride o sorulara geri döneceğini söyleyip duruyor.

Kitap, temelde Engels’in 1894’te yayımlanan Hristiyanlığın İlk Dönem Tarihi düzeyinde yürütülen bir akademik tartışma düzeyine bile sahip değildir. Kitap, açık ki popüler bir ajitasyon faaliyeti yürütmek niyetindedir. Ateizme ve tarihsel materyalizme bağlı bir kişi olarak ben, ilkesel manada projeye sempatiyle yaklaştığımı belirtmem lazım. Eğer kitabın iyi kotarılmış olduğunu düşünseydim, onu gereğince takdir ederdim.

Avakian’ın ortaya koyduğu ve DKP’nin “külliyat” olarak adlandırdığı birçok materyal gibi bu çalışma da bir dizi vaazdan ibarettir. Esasında 2004 ve 2006’da yapılan iki konuşmanın metne dökülmüş, gözden geçirilmiş hâlidir. Sürekli 1999 tarihli Kemikler Kürsüsünden Vaaz Vermek isimli kitaba ve diğer Avakian yayınlarına atıfta bulunuluyor. Yazarın gerçekleştirdiği yayına hazırlama faaliyetinin önemli bir kısmında (s. ix) konuşmalara dinleyicilerin verdikleri tepkileri içeren parantezlere yer verilmiş. Bazı okurlar, “[gülüşmeler]” parantezinin ardından nispeten daha az eğlendirici bulduğu bir pasajda can sıkıntısı yaşayabilirler. Aslında burada yazarın dinle ilgili olarak neyi komik neyi saçma bulduğu konusunda bir malumata sahip olsak da hiçbir netlikle karşılaşmıyoruz. Akademik bir kitap olmamakla birlikte, gene de onu ciddi bir biçimde incelemek lazım. Karışık düzenini takip edip, onu dergi eleştirisinde görülebilecek bir titizlikle ele almak gerek.

Din Kötü Bir Şey

Basitçe ifade etmek gerekirse, Avakian’ın ana tezleri şunlar: Din kötü ve zararlı bir şeydir; Kitab-ı Mukaddes’te ve Kur’an’da tarif edilen Yahudi, Hristiyan ve İslam’ın tanrısı, dehşet vericidir (aynı zamanda İsa hiç hoşlanılmayacak bir figürdür); Hristiyan köktenciliği, doğrudan Hristiyan faşizmine yol açar; Hristiyan faşizmi, her yerde mevcut olan bir tehdittir; ve insanlığın özgürleştirilmesi için ateizmin acilen propaganda edilmesi gerekir.

Kendisini önceleyen isimler gibi Avakian da bu dünyada korkunç acılar yaşandığına ve bazı insanların bu acıların neden yaşandığını anlayamadığına dair gözlemini aktararak başlar: “Tanrı gizemli kimi yollardan çalışır.” Yazar, bu noktada doğal felâketleri ve kazaları listeler, oradan kölelik ve savaş gibi sınıflı toplumdan kaynaklanan zulümlere geçer. “Tüm bunlar daha ne kadar sürecek, eğer bir tanrı olsaydı, onun zorba, kötücül, hasta, sapkın ve gerçek manada canavar bir tanrı olduğunu anlayana dek daha ne kadar zaman geçecek?” (s. 4) (Böylelikle Avakian, ilahiyatçıların “kötülük sorunu” dediği şeye, Albert Einstein gibi isimlerde görüldüğü üzere, bir yaratıcıya inanmakla çekilen ızdırabın nasıl uzlaştırılacağı meselesine gelip dayanır.)

Yazar, yüzünü özellikle “Yahudi-Hristiyan kutsal metinlerine” çevirir. Samuel’in İkinci Kitabı’ndan alıntı yapar. Burada Tanrı’nın İsrail’i ve Yahuda’yı korkunç bir salgınla cezalandırdığından bahsedilir. Avakian’ın bu pasajı ele almasının sebebini, sahip olduğu yöntemi ve yaklaşımı ortaya çıkardığından, biraz daha detaylı incelemek gerekiyor.

Tanrı, Kral Davud’a nüfus sayımı yapmasını söyler. Davud, bu işi bir generale verir. General bu öneriyi sorgular, gene de emri yerine getirir. Krallıkta askerlik çağındaki erkeklerin sayısını çıkartır. (Buradan nüfus sayımının amacının bu veriyi elde etmek olduğu anlaşılmaktadır). Davud, bir sebeple nüfus sayımı yaptırdığı için pişman olur ve Tanrı’dan özür diler. Davud’u cezalandırmayı planlayan Tanrı, ona üç cezadan birini seçmesini söyler: kıtlık, işgal veya veba. Kral, vebayı seçer. Tanrı’nın gönlü hoş olup merhamet etmesine dek yetmiş bin kişi ölür.

Ciddi İncil âlimleri, bu metnin zor olduğunu söylerler. Zira burada anlatılan hikâye, ideolojik çerçevesi dâhilinde bile bir anlam ifade etmemektedir. Tanrı, Davud’u emrini yerine getirdi diye neden cezalandırmıştır? Bu durum çeşitli yollardan izah edilmiştir. HarperCollins Study Bible’daki yorumu alıntılayan Avakian, kralın görevi yarım yamalak yaptığını söyler:

“[…] Davud, nüfus sayımını yaparken bir hata yapmıştır. Çünkü aktif görevdeki askerler, antik İsrail’de katı bir ritüel usulleri düzenine tabidirler ve bilhassa kültle alakalı tehlikeler karşısında hassastırlar.” [s. 5]

Bu izahat net değildir. Bu izahata New Oxford Annotated Bible veya New Jerusalem Bible’da rastlanmamaktadır.

Eski Ahit’in II. Tarihler bölümünde bu olaya ilişkin başka bir değerlendirme sunulmaktadır. Bu, mantıksal açıdan daha tutarlıdır: nüfus sayımını yapmasını söyleyen, Şeytan’dır. General Davud’a “İsrail’e neden suç işletiyorsun?” diye sorar. Burada devlet iktidarının nüfus sayımı aracılığıyla (Tanrı’nın hilafına olacak şekilde) genişletilmesine atıfta bulunulmaktadır. Saul yönetimindeyken krallığın kurulması, 1 Samuel 8:7-8’e göre, Tanrı tarafından “kendisinin reddedilmesi ve başka tanrılara hizmet edilmesi” olarak görülmüştür. Bir noktada muhtemelen nüfus sayımının ardından veba salgını gerçekleşmiştir. Dolayısıyla, bu tarz olayların Tanrı’nın gazabı olduğuna kanaat getirilmiş, dinî otoriteler, nüfus sayımının veba salgınına yol açtığı sonucuna ulaşmışlardır.

Avakian, bu hikâyelerden ne alıyor? Önce ilk değerlendirmenin mantık dışılığına vurgu yapıyor. Tanrı sadece “zorba ve canavar” (s. 4) olmakla kalmıyor, ayrıca zorbalığına bağlı olarak verdiği ceza konusunda da keyfi davrandığını iddia ediyor. Ardından ikinci anlatımı tartışırken, iki değerlendirme arasındaki mantıksal çelişkiyi ortaya çıkaranın metne ait bir hata olduğu ihtimalinin üzerinden atlıyor. Bunun yerine, ilk değerlendirmenin ikincisinden önce dile döküldüğünü söylüyor (ki bu net değil) ve Tanrı’nın 2 Samuel’de akıldışı bir cani olarak resmedilmesinin I. Tarihler’in yazarına fazla geldiğini ifade ediyor. Tanrı çok zorba göründüğü için tarihçi, onu daha makul hâle sokmak amacıyla hikâyeyi yeniden kaleme alıyor (s. 5).

Kitaba hükmeden, Yahudi ve Hristiyanların hürmet ettiği Tanrı’nın en kötü şekilde resmedilmesi arzusu. Avakian, “İncil’deki deli, manyak ve cani tanrı”nın şahsiyetine odaklanıyor ve onun takipçileri de, bize aktarıldığına göre, kahkahalar atıyorlar. (s. 6) Burada insan merak ediyor: halkının yüzde 78’inin Hristiyan, yüzde 1’inin Yahudi olduğu bir ülkede Avakian’ın bu kitabı kimleri hedefliyor, kimleri harekete geçirmek, kışkırtmak veya kızdırmak istiyor?

Ardından Avakian, tanrıya inanan müminlere odaklanıyor:

“[…] tek bir komünist liderin bile savunmadığı eylemler tanrılarınca destekleniliyor ama genel manada ilerici olan birçok dindar insan bile komünizmin sözde dehşet verici eylemlerinden bahsedildiğinde kızıyor.”

Avakian, bu ifadelerle İncil’e inanan tüm insanları savunmacı bir hatta çekmek istiyor. (s. 6). Yani aslında şunu sormuş oluyor: otuzlarda SSCB’de ilerici bir metodistin kolektivizasyonu eleştirme hakkı var mıdır?

Mezmurlar 137:8-9’dan alıntı yapan Avakian, “kim böylesi bir tanrıya ihtiyaç duyar?” diye soruyor. Bu bölümde ilahi okuyan kişi, duasında anavatanı işgal eden Babillerin küçük bebeklerinin uçurumdan aşağı atılmasını istiyor. Yeterince adil aslında. Bu metinleri üreten antik İsrailliler, kitlesel katliam konusunda pek rahatsız değiller. Yeşaya’nın Kitabı’nda İsraillilerin kadınlara tecavüz edip bebekleri öldürmek suretiyle Babil’den intikam alacaklarından keyifle söz ediliyor. Ama Yeşaya’nın “İsa’nın Tevrat’ta en beğendiği bölümlerden biri” olduğunu söylemek, kasıtlı bir saptırma oluyor. (s. 13) İsa’nın kanlı intikam tariflerinden muaf olduğunu iddia etmek mümkün mü?

İlk Faşist Olarak Tanrı

Avakian, İncil’deki Tanrı’nın “2005’te A. Brooks’un ‘İlk Faşist Olarak Tanrı’ isimli önemli makalesinde analiz edildiğini” söylüyor. (İlk okuduğumda, bu makalede “önemli” olan yönün dindar insanları uzaklaştırmak gibi bir niyet taşıması olduğunu düşünmüştüm.) Bu makale, Eski Ahit’teki Tanrı’yı (Yehova) veba salgını gönderdiği, İbranileri Mısır’da köleliğe mahkûm ettiği, Kenanlıları kıyımdan geçirttiği vb. için kıyasıya eleştiriyor. Ama (farklı kişiler olduğunu varsaydığımız) Avakian ve Brooks, yirminci yüzyıla ait bir olgu olarak faşizmin yirmilerdeki uluslararası komünist hareket içerisinde nasıl dikkatle tanımlanıp tartışıldığını, bu kavramın İncil’de sunulan tanrıya nasıl uygulandığını asla izah etmiyor. (Misal, bu tanrı, ekonomik kriz esnasında devlet iktidarı ile şirketleri mi birleştiriyor, solu mu eziyor, kişilik kültünü mü teşvik ediyor, ırksal üstünlükle ilgili sahte bilimsel teorilere arka mı çıkıyor, militarizme ait değerleri mi savunuyor?) Aslında burada “faşist” tabiri, sadece bir tür sıfat, “kötülük”le eşanlamlı bir kelime olarak kullanılıyor.

Eğer Tanrı’nın faşist niteliği üzerinde durulup bu husus hiç izah edilmiyorsa, Hristiyan köktencilerin faşizmi de sadece beyan edilmiş olmakla kalıyor:

“Tam da burada şu soru gündeme gelir: ‘Bu sağcı Hristiyan köktencilere neden Hristiyan Faşistler diyorsunuz?’ Bunun basit ve temel sebebi, onların Hristiyan, dolayısıyla faşist olmalarıdır. [Kahkahalar] Onlar başında Hitler’in bulunduğu II. Dünya Savaşı öncesi ve esnasında Almanya’da yaşayan Nazilerin bugünkü Amerikan versiyonudurlar. Onlar, topluma faşist bir teokrasiyi dayatmak istemektedirler.” (s. 16).

“Hristiyan Faşizmi” başlığına girişte son birkaç yıldır Devrimci Komünist Partisi yayınlarını bilen herkese aşina gelecek bu tür cümlelere yer veriliyor. Bu giriş, Avakian’ın Away With All Gods! projesi konusunda neden ateşli olduğunu izah ediyor. Faşizm hayaleti ile mücadele etmek için sizin onu doğuran dine (ve ilk faşist olarak Tanrı’ya) karşı çıkmanız gerekir.

Avakian, esasen farklı bir dizi harekete ve hizbe bölünmüş olan “sağcı köktenciler”in hepsini bir çuvalın içine doldurmaktadır. (Avakian, dinin “Tutucu Dominyonistler”in mevcut tehditlerinden daha fazlasına yol açtığını düşünmektedir.) Onlarla ilgili “çarpıcı” husus, bu kesimin Eski Ahit’i değil İsa’nın öğretilerine dayanan Yeni Ahit’i desteklemeleridir. Buna göre ilgili kesim, gerçek Hristiyanlığın özüne dair bir şeyler söylemektedir.

Hristiyanlık Konusunda Alabildiğine Cahil Olmak

Hristiyanlık anlayışı konusunda merkezde esas olarak İsa’nın öğretileri durmaktadır. Avakian, o uzun vaazında bunun anlamını kavrayamıyor. Onun da tartıştığı Aziz Paul, Elenleşmiş, Yunanca konuşan, Tarsus’ta dünyaya gelmiş bir Yahudi’dir. Paul, kendi Hristiyanlık versiyonunu Doğu Akdeniz’de Yahudilere ve Yahudi olmayanlara vaaz etmiştir. Onun teolojisi özetle şudur: Tanrı nezdinde Yahudiler “seçilmiş halk”tır. Ona Musa zamanında detaylandırılmış, hayatlarını yönetecek yasalar bahşedilmiştir. Tanrı, bu yasalara sadakatleri konusunda her an yargılamakta, onları ödüllendirmekte veya cezalandırmaktadır. Paul’ün döneminde Yahudiliğin temeli budur. Ama Musa’dan bin yıl sonra İsa Mesih şahsında insan bedenine kavuşmasıyla vekillik, çarmıha gerilme, vefat ve dirilişle birlikte İsa yeni bir dönem başlatmış, bu dönemde tüm insanlıkla yeni bir ahit imza edilmiştir. Artık İsa’ya inananlar, yani sadece Yahudiler değil herkes, iman yoluyla selamete erebilirler.

Sonrasında Hristiyanlık bu öğretiyi önemsizleştirmiş, müminin kefaretleri yerine getirme ihtiyacına, oruç tutmasına, Kilise’ye katkı yapmasına, hac gibi amellerle faziletlenmesine odaklanılmış, tüm bununla kilisenin otoritesini güçlendirmiştir. On altıncı yüzyıldaki Protestan reformu, Paul’ün bu tür “işler yerine iman yoluyla selamete ermeye ilişkin öğretisine dönük vurguyu canlandırmıştır. Karl Marx’ın da ifade ettiği üzere, Martin Luther “otoriteye imanı tuzla buz etmiş, zira o imanın otoritesini yeniden hâkim kılmıştır.” Kendi diline tercüme edilen İncil ile donanmış Hristiyan mümin, İncil’i şahsen yorumlama ve doğrudan Tanrı ile rabıtalı olan kendi varlığını tahayyül etme imkânı bulmuş, Kilise’nin aracılığını reddetmiştir. Marx, Max Weber, R. H. Tawney ve daha birçok ismin de işaret ettiği üzere, bu gelişmenin önemli toplumsal sonuçları olmuştur. Roma Katolik Kilisesi’nin otoritesinin dağılmasında ve budünyada üretken ve kâr üreten bir yaşam tarzının mümkün kılınmasında, ayrıca erdemli bir hayatın kilisede değil de ticaret ve zanaat kollarında yaşanmasında, feodalizmden kapitalizme geçişte bu gelişme önemli bir rol oynamıştır.

İmanla kurtuluş öğretisinde insan, ebedi hayata nihayetinde Tanrı ile birleşmek suretiyle kavuşabilir. Bu da İsa’nın tek “kurtarıcı” olduğunu samimiyetle kabul etmekle mümkündür. İlk Hristiyanlar arasında bu nihai kurtuluşun zamanlaması konusunda ihtilaflar söz konusudur. Hristiyanların ölümden hemen sonra Cennette dirilmeleri konusunda herhangi bir uzlaşma mevcut değildir. Birçok Hristiyan, yüzlerce yıllık Musevi yasalarına ve cezalarına bağlı olmadıklarına kanaat getirmiş, ikinci yüzyıl ortalarında yaşayan, Paul’ün “heretik” müritleri Marcioncular gibi kimi önemli tarikatlar, Eski Ahit’i ve Yehova’yı reddetmişlerdir. Onların muhayyilesinde Tanrı Baba daha yücedir, Yehova (Kral James İncil’indeki Yehova) gibi öfke krizleri geçirmemektedir.

Paul’ün Yahudi tektanrıcılığı ile İsa merkezli mesajı sentezlemesi, bize mantıksız hatta komik gelebilir. Ama Hristiyanlığa ciddi bir eleştiri yöneltmek ya da ciddi Hristiyanları etkileyip onların fikirlerini çelmek gibi bir niyetimiz varsa, bizim bu sentezi en azından anlamamız gerekir. Avakian’ın bu niyette olduğu söylenemez. Onun Paul ile ilgili yorumları (s. 17-19) şu yorumuyla sınırlıdır: “Paul, kölelik ve kadınların zapt edilmesi gibi meseleleri destekler.” Devrimci Komünist Partisi’nin halkın “muhtaç” olduğunu ısrarla dile getirdiği bu kitap boyunca dile getirilen analizin düzeyi maalesef budur.

Bu noktada Alain Badiou’nün Saint Paul: The Foundation of Universalism [“Aziz Paul: Evrenselciliğin Temeli”] isimli çalışmayla bu kitap kıyaslanabilir.[10] Maoizme sempatiyle yaklaşan ateist bir felsefeci olarak Badiou, Paul’ün Yahudi seçkinciliğinden kopması üzerinde duruyor, onun İsa için ne Yahudi ne Elen, ne hür ne köle, ne kadın ne de erkeğin söz konusu olduğuna dair ifadelerine vurgu yapıyor. Paul’e göre Tanrı, insanlar arasında ayrım yapmaz.[11] Badiou’nün ifadesine göre Paul, kendi döneminin Yahudiliğini desteklemiyor. Badiou, dünya tarihinde merkezî bir yer tutan Paul gibi bir ismi daha detaylı, derinlikli ele alıyor. Onun yazıları milyarlarca insana ulaşmıştır, dolayısıyla zekice geliştirilmiş bir analizi hak etmektedir. Avakian’ın yürüttüğü tartışma ise yüzeyseldir ve kibirli bir üslup dairesinde, alabildiğine dışlayıcıdır.

Bugün Yaşasaydı İsa’yı Sevmezdik

Sonrasında Avakian yüzünü İsa’ya çevirir ve onun da Paul gibi “köleliğin verili bir şey olduğunu kabul ettiğini” söyler. (s. 18). (Oysa Avakian, burada kölelikle alakalı Musevi kanununa dair kimi tartışmaları anımsatabilir, Roma kanunundan nasıl ayrıştığını inceleyebilir, hizmetin altı yılla sınırlandırıldığını, yedinci yılda hür olunduğunu görebilirdi.)[12] Yazar, “İsa’yı Hakiki Bir Işıkla Görmek” gibi iddialı bir başlığa sahip bölümde,

(a) İsa’nın tıp sahasına hiç ilgi göstermemiş bir üfürükçü olduğunu,

(b) köleliği desteklediğini,

(c) erkeğin hâkimiyetini kabullendiğini ve

(d) kimi önemli olaylarla ilgili tahminlerinde yanıldığını söylüyor. (s. 27).

Peki Avakian, meseleye gerçekten “hakiki bir ışık”la mı yaklaşıyor? Aklıma bu noktada Mao’nun şu veciz sözü geliyor: “Soruşturmuyorsan, konuşmaya da hakkın yoktur.”[13] Avakian, vaaz verme hakkını elde etmek için, konuyla ilgili gereken soruşturmayı gerçek manada yapmış mıdır? Hakkında konuştuğu konu başlığını gerçekten biliyor mu? O, İsa’nın Ferisiler ve Sedüsilere yönelik saldırılarından hiç bahsetmiyor, onun resmi ibadete dönük eleştirileri ve bireyi statüsü ne olursa olsun Tanrı ile kişisel ilişki kurması hususunda ehliyetli kılmasıyla ilgili sözleri üzerinde durmuyor. Ayrıca, Roma İmparatorluğu’na yönelik bir itiraz olarak “Tanrı’nın Krallığı”ndan (ya da bazen tercümede kullanıldığı biçimiyle, Tanrı’nın emperyal yönetiminden) dem vurması, Avakian için önemsizdir.[14]

Avakian, İsa’nın tarihselliği denilen o çetrefilli meseleyi bile ele almıyor. (Yeni Ahit âlimleri arasında İsa’nın gerçekte hiç olmadığını söyleyen, küçük bir azınlıkça desteklenen bir görüş mevcuttur.)[15] O, sadece Hristiyanlara ait kutsal metinlerde resmedilen İsa’ya karşı bir saldırı gerçekleştiriyor. Örneğin Avakian, eğer İsa Tanrı’nın oğlu ise, içine şeytan girmişçesine, insanların inançlarını sömürmek yerine, hastalığın niteliğine dair “gerçeği insanlara neden söylememiştir?” diye soruyor. (s. 24)

İnsan burada bir kez daha merak ediyor, Avakian esasında kime konuşuyor diye. Konuştuğu kişi, din içinde kalan, İsa’nın kutsal olduğuna inanan ama insanın içine şeytan gireceğine inanmayan biri mi? Avakian, böylesi bir kişinin “İsa ‘neden şeytan meytan yok. İyileştirdiğim hastalıklar bilimsel açıdan izah edilebilir sebeplere sahip’ demedi?” sorusu üzerinden ikna edilebileceğini mi zannediyor? O inanan kişi, İsa’nın hastaları iyileştirdiğini varsaymıyor mu, o dönemin insanları bunu bir üfürükçülük olarak mı anlıyorlar? Avakian, bu meseleyi anlamıyor. Müminlerin duygu ve yaklaşımları ile empati kurmuyor. Onun için tek mesele, yürüttüğü propagandanın ne kadar etkili olduğu.

Avakian, Paul ve İsa’nın kölelik ve cinsiyetlerarası eşitsizliği kabul etmekle kalmadığını, ayrıca bunları destekleyip yaydığını söylüyor. (s. 23). Ona göre bu tavır, iki adamın kariyerlerinin ana yönü. Ama milattan önce birinci yüzyılda Roma İmparatorluğu’nun bilimsel ve felsefî niteliği için benzer bir değerlendirmeyi neden yapmıyor? Bazıları olumlu nitelik arz eden, muazzam tarihsel sonuçlar doğurmuş bu iki insanın öğretilerindeki yeni muhteviyatı göz ardı veya ihmal ederek Avakian, entelektüel merak konusunda ciddi bir zafiyet gösteriyor ve geçmiş sınıflı toplumların inançlarıyla “uğraşmayı” asla istemiyor. Onun köle sahipliği üzerine kurulu antikiteye de bu şekilde yaklaşması mümkün. Bu toplumlardaki dinî evrimin detaylarına bakmaktan neden bu kadar rahatsız oluyor, zira bunların hepsi kölelik ve patriarka üzerine kurulu.

Oysa Paul’ün kölelik sistemine karşı ajitasyon faaliyeti yürütmediği açık. O kölelerin efendilerine itaat etmelerini istemiş de olabilir (1 Timothy 6:1 ve Titus 2:9-10, bu mektupların kimin elinden çıktığı tartışmalı bir konudur). Ama Paul, birçok köleyi safına kazanıyor. Romalıların Mektupları (16:6-15) bölümünde ismiyle andığı, selamladığı insanların neredeyse tamamı köle isimlerine sahip. Paul, bu insanların hepsini kurduğu örgütte eşit kabul ediyor. Onun ve diğer Hristiyanların köleliğe dönük yaklaşımları devrimci değilse de önemli sonuçlara yol açmış. Romalı yönetici sınıf, fizikî emeği hor görüyor, oysa İsa bir marangoz, Paul ise çergici, pazarlarda sergi açan bir esnaf. İlk Hristiyanlık kölelerce icra edilen el emeğini şerefli kabul ediyor. Dördüncü yüzyıldan itibaren Hristiyanlaşan imparatorluk kölelere evlenme hakkı veriyor. Satış sebebiyle köle birlikleri kolayca dağılabiliyorlar. Aynı evlilik kurumu, diğer sosyal sınıflara da tatbik ediliyor. “Ana akım” Hristiyan hareketi, köleliğe karşı bir devrime hiç öncülük etmiyor ama Nisalı Aziz Gregory, dördüncü yüzyılda köleliği mahkûm ediyor ve Ortaçağ’da kölelik Avrupa’da nadir görülüyor.

Dolayısıyla, Avakian’ın ilk dönem Hristiyanlık ve kölelik arasındaki ilişkiye dair tespiti asla diyalektik değil. Onun üzerinde durduğu ana husus, İncil’de geçen Hristiyan figürlere asla hürmet edilmemesi gerektiği, zira bu isimler, kendi dönemlerinde bugün birçok insanın (en azından Avakian’ın ulaşmak istediklerinin) kanıksadığı ilkeler lehine tek laf etmiyorlar. O, asıl üzerinde durduğu meseleyi kışkırtıcı bir biçimde dile getiriyor:

“[…] eğer bir şekilde İsa, bugüne taşınmış olsa ve biz onunla yüzleşme imkânı bulsak, muhtemelen onu hiç sevmeyecektik, hatta kesinlikle sevmemeliyiz.” (s. 83, vurgu Avakian’a ait).

Eski ve Yeni Ahit’i Birbiriyle Karıştırmak

Avakian, çalışmasında On Emir’le cedelleşiyor (s. 25-30) ve kimi geçerli noktalara temas ediyor: On Emir’in köleliği kabul edip patriyarkayı kurumsallaştırdığını söylüyor, bunların bugün bize akıldışı ve gaddarca gelen (tüm antikite kanunları gibi) Musevi Şeriatı’na ait paketin içinde olduğuna değiniyor. Bu kanunların bugünde paylaşılması ve yüceltilmesi (ki aynı durum, Hamurabi Kanunları veya Hindistan’daki Manu Kanunları için de geçerli) tümüyle gericidir ve bu yaklaşıma karşı çıkılmalıdır. Ama ardından Avakian, Hristiyanlığın köklerinin Eski Ahit’e uzandığına değiniyor (s. 31), böylelikle Paulcü “yeni ahit” anlayışını önemsizleştiriyor, onun üzerindeki Mısır, Mezopotamya ve Pers etkisini sıfırlıyor. Ölüp ötedünyaya çıkan tanrı yeniden diriliyor! Oysa Eski Ahit’te bu anlatıyı meşrulaştıracak bir aktarıma rastlanmıyor, ama bu konuda Osiris ve İsis, Temmuz, Mitralar gibi Hristiyanlıktan eski inanışlarda paralel anlatılarla karşılaşılıyor.[16]

Avakian, Eski ve Yeni Ahit arasındaki tutarlılığa fazla merak salıyor. “Birçok Hristiyan köktenci (en azından ABD’dekiler), Musa Şeriatı’nın gereği olarak, “bildiğim kadarıyla hayvan kurban etmiyorlar” diyor. (s. 34) Bu gözlem, “Köktenci Hristiyanlık ve Salata Barı Hristiyanlığı” başlıklı bölümde geçiyor. Burada yazar, Hristiyanları iki tipe ayırıyor: kitaba motamot iman edenler ve kabul ya da reddetmek istedikleri kısımları seçenler. Yazarın ifadesine göre, birinci tiptekiler ikinci tiptekileri “salata barı Hristiyanları” olarak nitelendirip eleştiriyorlar. Bu ikinci kesim, kendilerini rahatsız edenleri veya yanlış bulduklarını kenara itiyor. Yazar, bu tespiti doğru kabul ediyor. Ama ardından da sadece liberal Hristiyanların değil köktencilerin de “seçmeci” bir tavır içerisinde olduklarını söylüyor ve hayvan kurban etme meselesini örnek olarak sunuyor.

Yazara göre bu yaklaşım, Kitab-ı Mukaddes öğretisinin dışına çıkmayı ifade ediyor. Oysa esasında Yeni Ahit, İsa’nın müritlerinin Yahudi şeriatında kendisine yer bulan ritüellerle ilgili yükümlülüklerden muaf tutulduğunu net olarak söylüyor. Bu yükümlülüklerden biri de Eski Ahit’in üçüncü kitabı olan Levililer’de geçen hayvan kurban etme meselesi. Yeni Ahit’te hayvan kurban eden Hristiyanlara sadece bir kez atıfta bulunuluyor. Bu da Resullerin İşleri (21:18-29) bölümünde karşımıza çıkıyor: Paul ve diğer dört kişi, İsa’nın kardeşi James’in tavsiyesi üzerine, Kudüs’teki Tapınak’ı ziyaret ediyor ve rahiplere kurban kestiriyor. Bu iş, esasen (Musa Şeriatı’nın hayatlarına hükmetmesi gerektiğine inanan) Yahudi Hristiyanlar arasında, Paul ile ilgili olarak açığa çıkan şüpheleri ortadan kaldırmak için ifa ediliyor. Bu ritüele katılmak suretiyle Paul, “Yahudiler arasında bir Yahudi” nasıl olunacağını göstermiş oluyor (Badiou, s. 29). Ama Paul, kendi kurduğu Hristiyan cemaatlerine yazdığı mektuplarda, paganlara has hayvan kurban etme törenlerine katılmayı yasak ediyor (1 Korintliler 10:18), ayrıca Yahudi geleneğinde olan kurban meselesine dair bir yorumda bulunmuyor, onun yerine çarmıha gerilen İsa’nın bu türden ritüelleri geçersiz kıldığı üzerinde duruyor.

Başka bir deyişle, ABD’deki birçok köktenci Hristiyan’ın bile hayvan kurban etmemesi, Kitab-ı Mukaddes öğretisini seçici bir biçimde ret ve kabul etmesi meselesi değil. Burada asıl mesele, Avakian’ın Hristiyanlık ile Eski Ahit arasındaki ilişkiyi yanlış anlaması, kendisini takdir eden cemaatinin huzurunda vaaz verirken seçtiği konu başlığının detaylarına pek özen ve dikkat göstermemesi.

“Salata Barı Hristiyanları”:
Seçseler de Seçmeseler de Lanet Gitsin Cümlesine

Hem liberal hem de köktenci Hristiyanlara birlikte hitap eden Avakian şunları söylüyor:

“Ama sonrasında şu temel soru çıkıyor karşımıza: Kitab-ı Mukaddes ve Hristiyan dinî geleneğinin tüm zamanlar ve her yer için doğru ve geçerli olduğunu inkâr ettiğimizde peki ‘ilahi otorite’ nerede kalıyor?” (s. 33).

Dolayısıyla, bunun ardından da “birçok Hristiyan köktenci tutarlı olmak istiyorsa, çocuklarını dövmeli, eşcinselleri öldürmeli, âdet gören kadınlardan uzak durmalı, cadıları öldürmeli, kadınlara tecavüz edip onları savaş ganimeti diye sırtlayıp götürmeli, Hristiyan olmayanları katletmeli” diyor. Devamında da şu tespiti yapıyor:

“Bunlar, Hristiyan faşist köktencilere yöneltilmesi gereken meşru ve çok önemli sorulardır. Siz hangisisiniz? Ya Kitab-ı Mukaddes’in tamamına, tanrının ‘yanılması mümkün olmayan kelâmına’, her bir kelimesinin kesinlikle doğru olduğuna ve bu sözlere iman edilmesi gerektiğine inanıyorsunuz ya da inanmıyorsunuz.”

Avakian, genel manada köktenci olanlardan “bu Hristiyan faşist köktencilere” ani bir geçiş yapıyor. Öfkeli bir tonla Avakian, “bu insanların Kitab-ı Mukaddes ve Hristiyan dinî geleneği konusunda zırvalamalarına ve yan çizmelerine, bunların bugün için uygunsuz olduğunu söyleyerek kıvırmalarına izin vermemek gerek” diyor (s. 34)

Avakian, liberallerden daha ateşli bir biçimde, köktencilere “salata barı” suçlamasını yöneltiyor. Onları “Bunların Tanrı’nın mutlak kelâmı olmadığını, her kelimesine ve her kısmına tam olarak iman etmediklerini kabule zorlamak” istiyor. (s. 34). Oysa genelde onun liberal Hristiyanlara seslenmesi beklenir, zira muhtemelen onun kitabını liberal Hristiyanlar okuyacak. Ama onlar da muhtemelen şu cevabı verecekler. Hristiyanlık, köklü bir geleneğe sahiptir. Bu gelenek, İskenderiyeli Origen’e dek uzanan, 200’lü yıllar civarında gelişen ve Eski Ahit’e ait mitleri sembolik düzeyde yorumlayan bir akımı da içerir. Bu liberal Hristiyanlar, Avakian’a yirminci yüzyılın en önemli teologlarından olan Rudolf Bultmann’ın (1884-1976) Yeni Ahit’i “mitlerden arındırma” hareketine öncülük ettiğini anlatacak, Kitab-ı Mukaddes’in motamot, kitabî olmayan yorumlarının birçok Protestan papaz okulunda birer standart hâline geldiğini söyleyecektir.[17] Bu liberal Hristiyanlar, muhtemelen Avakian’a kendisini Hristiyan olarak tanımlayan birçok kişinin Kitab-ı Mukaddes’i Tanrı’nın “mutlak” kelâmı olarak görmediğinden ya da onu “salata barı” mecazının varsaydığından daha sofistike bir şekilde yorumlayan kimi özel fikirlere sahip olduğundan bahsedecektir.

Bilime Karşı Din Konusunda Ürkek Bir Değerlendirme

Ardından Avakian şu uyarıyı yapıyor: “Tüm bu hususların çok ciddi meseleler olduğunu anlamak gerçekten önemlidir.” (s. 35). Burada okurun “tüm bu hususlar”dan neyin kastettiğini anlaması mümkün değil. Dinin varlığı mı kastedilen? Tanrı, İsa ve Paul’un korkunç şahsiyetleri mi? On Emir mi? Salata barı mı? Ama Avakian, tartışması dâhilinde, tekrar “Hristiyan faşistlere” dönüyor.

“Bu insanlar, sokaklarda dolanan birer akıl hastası değil sadece. Ayrıca aile değerleri koalisyonu ve George W. Bush gibi ‘saygı gören’ tipte insanlar. Bunlar, sadece tanrıyla kişisel bir ilişki içerisinde olduklarına inanmakla kalmıyorlar, ayrıca Irak’ın işgali gibi konularda talimatlar veriyorlar.”

Ardından Avakian, Pat Robertson’ın (1991’de dile getirdiği) iç karartıcı ifadelerini alıntılıyor. Robertson, orada dindar sağın “şeytanî güçlere karşı yürüttüğü manevi savaş”tan bahsediyor.

Bu şeytanî güçler ateistleri, komünistleri, eşcinselleri ve dindar “deliler”in başında olduğu devletleri içeriyor. (s. 37)

Devamında yazarımız, Napolyon türünden yöneticilerin bireysel düzlemde dine karşı kayıtsızken, onu gerici amaçları doğrultusunda kullandıklarından bahsediyor. Ronald Reagan’ın kişisel manada agnostik olmasına karşın, dini ve köktenci Hristiyanlığa özgü ahlakı fiilen teşvik ettiğini söylüyor. (s. 41) Buna ilişkin kanıt olarak ABD’nin solcu gerillalara karşı Hristiyan Rios-Montt’un desteklenmesini öne sürüyor. Reagan’ın SSCB’nin bombalanmasına dair o ünlü “esprisine” atıfta bulunuyor ve gene Reagan’ın (Kaliforniya valisi iken) Simbiyoniz Kurtuluş Ordusu’nun talebi olan yoksullara gıda dağıtımıyla ilgili olarak “umarım gıda zehirlenmesi ile sonuçlanır” demesinden bahsediyor. (s. 38-42). Esasında Avakian’ın bu örnekleri dinî köktencilikle nasıl bağlantılandırdığı meçhul. Zira Reagan’ın dış politikası, kendilerini gerici “aile değerleri” meselesine vakfetmiş Hristiyan köktenci örgütlerden çok seküler yeni-muhafazakârların nüfuzu altında şekillenmiştir.

Avakian’ın ilerleyen bölümlerde ele aldığı konu başlıkları şunlar: evrime dönük köktenci saldırı, “zekâ tasarımının” teşvik edilmesi, ordu içerisinde Hristiyan faşist köktenciliğin yayılması ve yeni karanlık çağlar tehdidi (s. 43-45). Herhangi bir yapıdan muaf olan bu bölümün ardından Avakian şu soruyu soruyor: “Eğer Tanrılar Yoksa İnsanlara Neden Onlara İnanıyorlar?” Ardından şunu söylüyor: “Bir adım geri çekilip tarihten daha kapsamlı bir resim elde etmeye çalışalım.” (s. 46). Oysa bu konuyla ilgili kalem oynatmış, Ludwig Feuerbach ve diğer teorisyenlerden etkilenen Marx ve Engels’i, William James’i, Max Müller’i, Max Weber’i, Mircea Eliade’yi, James Campbell’ı, James George Frazer’ı, E.E. Evans-Pritchard’ı, Victor Turner’ı vb. içeren zengin literatürden faydalanmak yerine Avakian, sorduğu soruya epey yavan bir cevap veriyor.

Devamında Avakian, Yaradılış denilen hikâyenin “bilimin bize öğrettikleriyle örtüşmediğini” (s. 46) ve “her yerde insanların geldikleri yerlere benzeyen şeyleri izah etmek için mitler icat ettiklerini” söylüyor (s. 47). “Mitler” diyor “doğanın doğru bir tarifini vermez, dinî hikâyeler ve kitaplar esas olarak mitlere dayanırlar.” (s. 47-8). Nuh’un gemisine dair herhangi bir kanıtın bulunmadığından bahsediyor. (Sanki onun bu sözüne inanan herkes “yo belki de doğrudur” diyecek. Bu türden ilkel bir tartışma gerçekten gerekli mi?)

Avakian’a göre, bu türden hikâyeler zararsız, ama gene de “insanların zihnen köle olmalarını sağlıyor.” (s. 51). Sınıflı toplumun ortaya çıkışından beri bu hikâyeler, yönetici sınıflar eliyle insanları sömürüp onlara zulmetmek için kullanılıyorlar. Yazar, anlaşılan, “İnsanlar neden tanrılara inanıyorlar?” sorusuna bu tatmin edici cevabı buluyor.

Soru-cevap seansı, “İnsanlar Neden Farklı Tanrılara İnanıyorlar?” sorusu ile devam ediyor. Buna yazar, “fetihler yüzünden” diye cevap veriyor (“Meksikalılar Aztek tanrılarına inanıyorlar, zira fatihler Hristiyanlığı onlarla tanıştırmadı” diyor Avakian, s. 52-3); ihtiyarî gelişmeler farklı yerlerde yeni bir inancı koşulluyor. Ayrıca, “toplumdaki güçlü kurumlar farklı tanrıları benimsiyorlar ve onlara ibadet etmeleri konusunda insanların beyinlerini yıkıyorlar (s. 57). Koyu harflerle yazılan Birinci Bölüm bir tür özetle son buluyor:

“Tanrı veya tanrılar anlayışı, insanlığın, onun hamlığının ve cahilliğinin icadıdır. Bu anlayış, yönetici sınıflar eliyle süreklileştirilmektedir. […] İnsanlık için yeni, daha iyi bir dünya ve gelecek kurmak, bu türden sınıfları alaşağı etmek demektir.”

Marksist literatüre aşina olan ve bu meselenin son 160 yıl içerisinde birçok kez gündeme getirildiğini bilen kimi okurlar, Avakian’ın vaazının bu meselede bizlerin ne kadar derinleşmemizi sağladığını merak edebilirler.

Teklif Edilen Alternatif Yaklaşım

Onu okumanın zekâ gerektirmesine saygı duymakla birlikte, Avakian’ın aşağıdakine benzer cümleleri neden dile dökemediğini insan gene de merak ediyor:

“Friedrich Engels’in bir keresinde ifade ettiği biçimiyle, ‘Düşünceyi düşünen maddeden ayırmak imkânsızdır.’[…]

Tanrı’yı tahayyül eden herkes, Tanrı’yı yaratıcılık, irade, duygu ve akla sahip bir şey olarak düşünüyor. Bunlar biz insanlarda var. Ama ne zamandır var? Düşünce, sinir sistemlerine bağlı beyinlerden neşet ediyor. Beyin, bu gezegende (balıkların beyinlerinden başlayarak) yaklaşık 450 milyon yıldır var. Memeli beyinleri ise 200 milyon yıldır burada. Homo sapiens, bu dünyada muhtemelen 250.000 yıldır yaşıyor.

Marx ve Engels’in de ifade ettiği üzere, biz kendimizi hayvanlardan üretmek ve etrafımızdaki dünyayı ileriye yönelik olarak değiştirmek üzerinden ayrıştırıyoruz. Belirli bir noktada doğal olguları izah etmek için (kimi akademisyenlere göre 50.000 yıl önce) dil kullanmaya başladıktan sonra tanrıları icat ettik. Çocuklarımızı sakinleştirmek için onlara fırtınanın fırtına tanrısınca yaratıldığını, onun kısa süre sonra patlamaya sonlandıracağını anlattık. Mevsimlerin değişmesini tanrıların ölüm ve yeniden doğumları ile açıkladık. Kitab-ı Mukaddes’teki Tanrı’nın İnsan’ı kendi suretinde yaratmasına dair hikâye, esasında belirli bir geçmişe sahip: insanlar tanrıları yarattılar ve onlara insanî nitelikler yüklediler. Onlar, tıpkı bizim gibi yaratıyor, seviyor ve öfkeleniyorlardı. Doyurulmak istiyorlardı. Kendilerini memnun edene ödül, etmeyene ceza veriyorlardı.

3.000 yıl önce kimi toplumlar, sadece tek bir tanrının ya da küçük tanrıların yardım ettiği tek bir Yaratıcı-Tanrı’nın olduğu fikrini ürettiler. Orta Asya ve Persya’da Zerdüştlük, antik Hint düşüncesinde kimi okullar, İbranîlerden de önce Tek Tanrı’yı fikrettiler, esasında İbranîleri asıl etkileyen, Babillerin esiri iken maruz kaldıkları Zerdüştlüktü. Eski Ahit’teki tanrı Yehova, ilk başta İbranîlerin kabile tanrısı idi. Ama sürgünde olanlar, onun Babil’e dek kendilerine eşlik ettiğine inandığından, bu tanrı daha da büyüdü, tüm kozmosun efendisi hâline geldi.

Yahudi tektanrıcılığı, Büyük İskender’in Ortadoğu’yu fethettiği dönemde Grek düşüncesinden etkilendi. Judea, ticaret yollarının merkezinde idi ve Roma dönemi boyunca nüfusu epey arttı. Yahudilik içerisinde diğer dinlerden etkilenen çokça yeni eğilim ortaya çıktı. Hristiyanlık bunlardan biriydi. Bu din, insanî form kazanan, korkunç bir ölümle ölen, ardından ölü bedenden yükselip ruhları kurtaran, Yahudi dışı bir Tanrı anlayışını ödünç aldı. Buradaki özgül unsur, Tanrı’nın gayet insanîleştirilmesi idi. İsa bağışlayan, adil, kibar, sevgi dolu ideal insandı. Bu tanrıya ibadet ederken insanlar, hayale dayalı veya canavar benzeri figürlere tapmaya dair ilk pratiklerden uzaklaştılar, uzak bir Tanrı Baba’ya yüzünü döndüler ve kendilerinin idealize edilmiş bir versiyonuna tapmaya başladılar. (Feuerbach’ın “Hristiyanlığın özü” dediği şey buydu.) Ama içimizde Hristiyan olanlar ya da bu dinden etkilenenler dâhil biz, bu tarihi akılla anlamaya başlar başlamaz, ondan ve diğer dinî tefekkürden koptuk. Din, insan aklının bir ürünüdür. Marx’ın da tespit ettiği üzere, onda huzurlu ve güzel bir yön mevcuttur: O, hem çekilen çilenin bir ifadesi hem de o çileye yönelik bir protestodur. Ama bir daha ifade etmekte fayda var: düşünen maddeyi düşünceden ayırmak, Tanrı’yı dini yaratan homo sapiens’ten ayırmak imkânsızdır.

Mevcut bilimsel düşünceye göre, içinde yaşadığımız, giderek genişleyen kozmos, bir ‘büyük patlama’da yaklaşık 14 milyar yıl önce ‘yaratıldı’. Ondan önce neler olduğunu kim biliyor ki? Belki de her daim büyük çöküşleri takip eden büyük patlamalar yaşandı. Belki de (en son) büyük patlamanın ardından bilinç ortaya çıktı. Uzay ve zaman arasındaki ilişki büyüleyici, bu ilişkiyi incelemek ya da onun üzerine dogmalardan ve her türden kolayca başvurulan mitolojik izahattan ari tefekkür etmek en azından dinî inanca bağlanmak kadar yapmaya değer bir şeydir.”

Bu türden şeyleri işiten dindar bir insan, belki de söylenenlere aldırmayacak, verilen mesaja direnecektir. Ama muhtemelen bu söylenenler, kafasına işlenecek ve zaman içerisinde tefekküründe kimi değişikliklere yol açacaktır. Kanaatimce Avakian’ın yaklaşımından daha hayırlı bir yaklaşımdır bu, zira onun yaklaşımı esas olarak ilkel bir analize ve kaba bir hicve dayanmaktadır.

Cahil Cesaretiyle Yapılmış Bir Yeni Ahit Tefsiri

Away With All Gods! isimli çalışmasının ikinci bölümünde Avakian, Hristiyanlık ve İslam’ın ortaya çıkışına dair tarihsel bir değerlendirme sunmaya çalışır. Burada köktenciliğin günümüz dünyasında neden geliştiğini sorar. Hristiyanlıkla ilgili tartışması, büyük ölçüde ilk dönem Hristiyanlık üzerine çalışmalar kaleme almış olan Bart D. Ehrman ve James D. Tabor’ın eserlerine dayanır. Ehrman’ın Misquoting Jesus: The Story Behind Who Changed the Bible and Why [“İsa’nın Sözlerini Yanlış Aktarmak: Kitab-ı Mukaddes’i Kimin ve Neden Değiştirdiğinin Hikâyesi” -2005] isimli çalışması, Kitab-ı Mukaddes’in yazanların eklediği pasaj ve materyalleri nasıl içerdiğini izah etmektedir.[18] Avakian bu kitaptan, Kitab-ı Mukaddes’in insanların kaleme aldığı kimi belgeleri içerdiğini göstermek için yararlanır. Tabor’ın The Jesus Dynasty: the Hidden History of Jesus, His Royal Family, and the Birth of Christianity [“İsa Hanedanlığı: İsa’nın Gizli Tarihi, Kraliyet Ailesi ve Hristiyanlığın Doğuşu” -2006) isimli kitabı ise Avakian’ın daha ihtilaflı bulduğu bir çalışmadır.[19]

Tabor’a göre, İsa’nın yerine hareketin başına Peter yerine yarı ağabeyi(?) James geçer ama sonra Peter lider kabul edilir. Paul ise Yahudi olmayanlar arasında yeni bir Hristiyanlık versiyonunu yayar. James’in “çizgi”si galebe çalınca Hristiyanlık bir tür Yahudi tarikatı olarak gelişir, bir dünya dini hâline gelmez.[20] Avakian, bu kitabı Hristiyanlığın bu son bahsedilen form dâhilinde ortaya çıkışının kaçınılmaz ama bir bakıma da tesadüfî olduğunu söylemek için kullanır. Paul daha erken ölmüş olsa, her şey muhtemelen daha farklı gelişecektir (s. 79).

Avakian’ın üzerinde durduğu ana noktalar arasında herhangi bir ihtilaf söz konusu değildir ve Hristiyanlık tarihi üzerine çalışmalar yapan seküler ve liberal din âlimlerince kabul edilmektedir. Ama onun kimi detayları yanlış ele aldığı açıktır. Avakian’a göre, “ilk dönem Hristiyanlar, Yahudilerdeki beslenme kısıtlamaları ve sünnet uygulaması yüzünden harekete insan kazanma konusunda çok güçlük çekmişlerdir.” Buna göre “ilk dönem Hristiyanlar” hâlen Yahudi tarikatı olan bir yapıya Yahudi olmayanları kazanmaya çalışmışlar ve adam kazanma konusunda başarısız olunca da hayal kırıklığına uğramışlardır. Esasında hareketi Yahudi olmayanlara taşıyan, Paul’dür. Paul, sünneti ve Musa şeriatına bağlanma gerekliliğini reddetmiştir. Bunun sebebi, “bu şartları dayatma noktasında çok güçlük çekmiş olmaları” değil, onun eski şeriatı gereksiz kılan “yeni bir ahit teolojisi” sunmasıdır. Galatyalılara Mektup’ta (1-2. Bap) açıkça ortaya konduğu biçimiyle, Paul bu konuda James, Peter ve John’dan ciddi bir itirazla karşılaşmıştır.

İlk Dönem Hristiyanlık Tarihi Konusunda Kimi Kafa Karışıklıkları

“Paul’ün Öncü Rolü ve Etkisi” (s. 72 ve devamı) üzerine vaaz veren Avakian, Badiou’nün gayet iyi kavradığı bir şeyi yanlış anladığını ortaya koyar: “önceki zorunluluğu dâhilinde şeriat onu takip ettiğini iddia edenler için bile artık kabul edilebilir bir şey değildir. […] aniden hâkim hâle gelen hakikat için ölüm ilkesi devreye girer.”[21] Hristiyanlar, Eski Ahit’in şeriatından kurtulmuşlardır. Temel mesele, artık Paul’cü tarzda, “iman üzerinden meşruiyet kazanmaktır.” Avakian ise Paul’ün “iman üzerine özel vurgu yaptığını” söyler ve bu vurguyu “budünyaya yönelik bir kaygıdan varolduğu düşünülen ötedünyaya dönük bir meşguliyete kaydırma girişimi” ile bağlantılandırır (s. 81) ve asıl meseleyi anlayamaz. Esasen imana vurgu, Yahudilerin özel olduğuna dair yaklaşımdan “bu dünya”ya ait olağanüstü anlamlarla birlikte evrenselciliğe geçişi ifade eder.

İsa’nın çarmıha gerilmesi konusunda kimin mesul olduğu meselesi, sıkça tartışılmıştır. Avakian bu meseleye hiç el atmaz ama şunu söylemekle yetinir: “Yahudilerin İsa’nın çarmıha gerilmesinden sorumlu tutulması mümkün değildir.” Devamında da İncil değerlendirmelerinin her daim antisemitizmi teşvik etmek için kullanıldığını söyler (s. 76-7). Şu tespiti ise yanlıştır: “Âlimler, Yahudilerin çarmıha gerilme meselesinden sorumlu olduğuna dair anlatıların Hristiyan geleneğe İsa’nın ölümünden yüzyıl kadar sonra girdiğini göstermişlerdir” (s. 77). Burada yazar, yaklaşık MS 130 yılında (muhtemelen 70-100 yılları arasında kaleme alınmış olan) dört İncil’in bu sorumluluğu Yahudilerin sırtına yüklemek için değiştirildiğini iddia etmektedir. ama Avakian, bu konuyla ilgili tek bir âlimden bile alıntı yapmaz.

Tüm İnciller, idamı emredenin Roma maliye memuru Pontius Plate olduğunu göstermektedir. Bu memurun idam emri verme yetkisi bulunmaktadır. İnciller, ayrıca mahkeme ve infaz sürecini başlatanın Pilate olmadığını da ortaya koymaktadır (İsa’yı tutuklayan Yahudi mahkemesi Sanhedrin’dir, oysa John İncil’inde mahkemenin ajanlarına bir Roma lejyonunun eşlik ettiği söylenmektedir). İsa’nın ölümü konusunda en genel manada Yahudileri sorumlu tutmak, elbette ki mantıkdışıdır ve kötü bir yaklaşımın ürünüdür. (İnciller bazen bunu yaparlar; örneğin bkz.: Matthew 27:25, yüzlerce yıl Yahudilerin öldürülmesinde Hristiyan antisemitistler bu metni istismar etmişlerdir.) Ama İncil’de geçen senaryonun desteklenmesi mümkün değildir: Tapınak’ta tefecilerin masalarını devirdiği ve sert eleştiriler dile getirdiği için Sanhedrin (Mark 11:15, Matthew 21:12-16, Luke 19:45-46) İsa’yı dine küfür ettiği için tutuklamış, sonra da Pilate’ten halkı Roma’ya karşı isyana teşvik ettiği için idam etmesini istemiştir. Roma Yahudileri tarihçisi Josephus, Eski Yahudi Eserleri (MS 90) isimli çalışmasında şunu yazmaktadır: “Pilate, en yüksek mercideki insanların suçlamalarını dinledikten sonra onun çarmıha gerilerek idam edilmesine karar verdi.”[22]

Bu “sorumluluk” meselesinin her hâlükârda sorunsallaştırılması zorunludur. İsa’nın ölümüne yol açan olaylar zincirini tetikleyenin Yahudi yetkililerin olduğunu söylemek, sorumluluğu o dönemde yaşayan tüm Yahudilerin sırtına yüklemek demek değildir. Roma’nın elindeki Judea ve diğer yerlerde yaşayan Yahudiler arasında Hristiyanlar da vardır ve liderlerinin aldıkları kararlardan ötürü tüm bir halkı suçlamak elbette ki mümkün değildir. Ama Yahudilere suç isnat ederken kullandığımız İncillerde (bilhassa John İncil’inde) teolojik bir bağlam mevcuttur: Yahudi olmayanlardan oluşan bir hareketin içindeki Hristiyanlar, Yahudileri kendi Mesih’lerini reddettiklerini düşünmektedir. Kudüs’teki tapınağın MS 70’te, Birinci Romalılar-Yahudiler Savaşı esnasında yıkılması, Mesih’in hep birlikte reddettikleri için Tanrı’nın tüm Judealılara verdiği bir cezadır.[23]

Avakian’ın ifadesine eşlik eden o uzun dipnotta, “âlimlerin Yahudilerin sorumluluğu meselesinin İsa’nın ölümünden yüzyıl kadar sonra Kitab-ı Mukaddes’e girdiği” yazılıdır. Ama Avakian, bu konuda kimseye atıfta bulunmamaktadır. Bunun yerine Jerry Falwell ve Pat Robertson gibi Protestan Hristiyan köktencilerdeki antisemitizmin kendisini Mel Gibson’ın The Passion of the Christ filmine dönük desteklerinde açığa çıktığını ve bu desteğin İsrail devletine sunulan destekle uyuştuğunu ifade eder. (s. 77-8). Buradaki kelime tercihleri de ilginçtir: Avakian, neden “Falwell ve Robertson gibi Hristiyan faşistler” demekten kaçınıyor, neden sadece “köktenciler” demiyor? Avakian’ın bu terimleri kullanması arasında belirli tutarsızlıklar söz konusu. Yaklaşımındaki ana fikir şu: “ABD’li emperyalist yöneticilerin dünyada ABD emperyalizminin bir enstrümanı ve askerî karakolu olarak İsrail’e destek vermeleri gerek.” Bu nedenle Avakian’ın ilk tartışmasını takip edersek, Devrimci Komünist Partisi’nin İncillerde bulduğu antisemitizmi benimseyen Hristiyan faşistlerce yönetildiği dönemde bile bu insanların İsrail’e verilen desteği ve Hristiyan köktenciliğini (iki çelişkili unsuru) İkinci Zuhur öğretisi üzerinden uzlaştırmaları gerekiyor. Kökenini Vahiy Kitabı’ndan alan bu öğreti, İsa’nın merkezi Kudüs olan kanlı bir savaşın ardından, bir kopuş döneminde geri döneceğini söylüyor.[24] ABD’deki köktenci Hristiyanlar, İsrail devletinin ateşli birer destekçisi, oysa bunlar, İsa’nın döndüğünde Nihai Yargılama’ya inanmadıkları için Hristiyan olmayanları cezalandıracağına inanıyorlar.

Bu değerlendirmede kimi doğru yönler mevcut. İsrail meselesi, Avakian’ın ele aldığı konu başlığında merkezî bir yerde durmasına karşın, insan, gene de bu konuyu neden iki sayfa tutan bir dipnotta ele aldığını merak ediyor. ABD’li emperyalistlerin İsrail’i niye destekledikleri meselesi, salt İsrail’in “askerî karakol” olmasına indirgenemez. Ana akıma mensup burjuva analistler bile İsrail’i desteklemenin ABD’li emperyalistlerin çıkarlarına ters düştüğünü söylemektedirler. Orada ABD üsleri yok, oysa ABD Ortadoğu’da İsrail civarındaki ülkelerde askerî karakollara sahip. ABD’nin İsrail’e verdiği desteği izah etmek için bizim İsrail lobisinin muazzam kaynaklarına vurgu yapmamız gerek. Seküler Yahudi Siyonistler ve ateşli Hristiyan evanjelistlere kadar geniş bir örgütler ağını içeren bu lobi, seçmen ve politik bağışçı olarak önemli bir prestije sahip. Belki de burada mesele, siyasetin emperyalizmin “ihtiyaçlarından” çok iyi örgütlenmiş dinî (ve seküler milliyetçi/Siyonist) güçlere dayanıyor olmasıdır.

Avakian, çalışmasında İmparator Konstantin’in Hristiyanlık tarihinde oynadığı öncü role de değiniyor (s. 63-4). O, bir yerde, tektanrıcılığın Roma’nın birleşmesi ve yeni toprakların fethedilmesi konusunda avantaj sunmasından bahsediyor (s. 79). Esasında Roma o dönemde en güzel günlerini yaşıyor. Konstantin’den sonra yeni bir toprak fethedilmiyor, ele geçirilemiyor.[25] Hâlihazırda mevcut olan, dağınık durumdaki imparatorluğun birleşme sürecinde Hristiyanlığın sahip olduğu değeri incelemek gerçekten kıymetli bir iş. Ama maalesef Hristiyanlık tarihinde olumlu yönler bulmamaya programlanmış olan Avakian, bu düşüncenin izini asla sürmüyor.

Avakian, çalışmasında dördüncü yüzyılda Hristiyanlığın legalize olduğundan, (325’te toplanan tartışmalı İznik Konsili’nde) standardize edildiğinden ve tüm Romalı yurttaşlara dayatıldığından (380) bahsetmiyor. Devletin dayattığı kitabîlikle özel kimi metinler Yeni Ahit olarak benimseniyorlar ve politik açıdan belirli bir din ortaya çıkıyor, öte yandan kitaba uymayan metinlerse yakılıyor, “heretik” okullar yıkılıyor. Dolayısıyla Avakian’ın eleştirdiği Hristiyanlık, esasında başlarda birbirleriyle rekabet içerisinde olmuş birçok versiyon içerisinde sonradan muzaffer olmuş, bir tür Hristiyanlık.

Roma İmparatorluğu dinî çeşitliliğe her daim hoşgörüyle yaklaşmış, oysa kilise muzaffer olunca muhalefete zulmetmiş. Avakian, kendi muhayyilelerinde gördüklerini varsaydıkları zulümlere dair şikâyetlerde bulunan ABD’deki köktenci Hristiyanlardaki tuhaflığa işaret ediyor (s. 69). Ama öte yandan, kendisi de abartılı bir yaklaşımla, Konstantin döneminden bugüne dek “Hristiyan dünyada” Hristiyanlığı uygulamayı reddeden herkes için hayatın cehenneme çevrildiğini söylüyor (s. 72). Başka yerlerde olduğu gibi burada da o, düşmanda eksik olduğunu düşündüğü bakış açısına dair bir ölçüt sunuyor.

Mağrur bir yaklaşımla Avakian, şu soruyu soruyor: “Ben bu meseleye neden bu kadar kapsamlı bir ölçü dâhilinde eğildim?” (s. 81) Kendisinin sorduğu bu ipe sapa gelmez soruya verdiği cevap şu hususları içeriyor:

(a) Hristiyanlık, dünya tarihi üzerinde kapsamlı bir nüfuza sahiptir;

(b) bu din, birçok yönetici sınıf tarafından devlet dini olarak ele alınmıştır;

(c) ABD’de bu dine “iltimas geçilmektedir”, Amerika’da Hristiyanlığı resmi devlet dini yapma konusunda güçlü çevreler hamleler yapmaktadır;

(d) Hristiyanlığı anlamak önemlidir. O, dünyevî faktörlere dayanmaktadır. Hristiyanlığı kuşatan gizemli perdeyi kaldırmamız ve (daha önce aktarıldığı üzere) “İsa’yı pek fazla sevmememiz gerekmektedir” (s. 83). Zira Avakian’ın tarifine göre, “tüm bunlar sonuçta geçmişe aittir.” (s.84).

İslam’a Yüzeysel Bir Bakış

Avakian’ın kitabının bir sonraki bölümünün başlığı “İslam Hıristiyanlıktan Daha İyi Değil (Hatta Ondan Daha Kötü)” kendi kendini izah eden bir başlıktır. Görünüşe göre her ne kadar alıntı yapılmayıp kaynakça bölümüne alınsa da, Maxime Rodinson’ın konuyla ilgili uzmanlığına başvuran bu bölüm, kitabın belki de en az sorunlu bölümüdür. Burada Avakian, İslam’ın yedinci yüzyıl başlarında doğuşuna tarihsel materyalist bir açıklama getirmeye çalışmaktadır.[26] Yazar, genel kanaatine dikkatleri çekmektedir: Kur’an, Kitab-ı Mukaddes gibi köleliği ve patriyarkayı meşrulaştırmaktadır. Bölümün sonunda ise şu soru sorulur: “İslam’ın Allah’ı ile Yahudi-Hıristiyan din geleneğinin Tanrı denilen ilk faşisti arasında anlamlı herhangi bir fark var mıdır?”[s. 95]

Esasında “Allah”, Arapça “Tanrı” demektir (İbranicedeki “Elohim”e yakındır) ama Kur’an’da tarif edilen bu tanrısallık, Eski Ahit’in Yehova’sından ve Hıristiyan Teslis’indeki Baba’dan farklıdır. Kur’an’a göre Allah, hak yolundaki Yahudi, Hıristiyan, Sabi veya Müslüman’ın Cennet’e girebileceğini söyler [Bakara:62].

Bunlar ehli kitaptır. (Oysa Hıristiyanlığın kutsal metinlerinde Hıristiyan olmayanlar cehenneme giderler)[27] İslam’da insanları zorla dine döndürme yoktur [Bakara:191 ve Bakara:226]. Bu ilkeye her zaman uyulmamış bile olsa, genel İslam tarihi, Hıristiyan toplumlarında görülenden daha fazla hoşgörüye sahiptir. Halifeler döneminde, Müslüman İspanya’da ve Balkanlar’da insanlar, İslam’a vergi muafiyetleri konusunda bir çare bulmak için ihtida etmeye teşvik edilmiş, ama Yahudiler ve Hıristiyanlar işlerine devam etmiş, hatta yüksek mevkilere gelmişlerdir.

Bu tip meselelerden bilhassa “İslamofaşizm” denilen sözde tehdidin üzerinde duranlarca sürdürülen o kötü amaçlı Müslüman karşıtı kampanya bağlamında bahsetmek gerek. Devrimci Komünist Partisi, bu kampanyaya uygun bir dille karşı çıktı. Ama “Hıristiyan Faşist” tehdidi söyleminin savunucusu olan Avakian’ın İslamofaşizm denilen konu başlığını neden ele almadığı, merak konusu. Muhtemelen İslamofaşizm ve Hıristiyan Faşizmi arasında bir kıyaslama yapıldığında bu kıyaslama, Avakian’ın Hıristiyan Faşizminin yol açtığı iddia edilen tehdide ilişkin yaklaşımını zayıflatıyor.

Avakian, sonrasında “teröre karşı savaş” meselesine yüzünü çeviriyor ve İslamî köktenciliğin diğer dinî köktencilik biçimlerinden daha kötü ve daha tehlikeli olduğunu iddia ediyor. Ardından İslam’da din-devlet ayrımı olmadığına dair eleştiriyi ele alıyor (s. 97). Ama bu meseleyi somut olarak ele almıyor, Müslümanların çoğunluğu teşkil ettiği seküler devletlerin bulunduğundan, bunların bazılarının (Musaddık’ın İran’ı, Saddam’ın Irak’ı ve Baasçı Suriye) ABD emperyalizminin saldırısına uğradığından, bu devletlerden bazılarının en baskıcı biçimi sergilediğinden bahsediyor, bir yandan da ABD’de kilise ile devlet arasındaki ayrımın eksik ve tehdit altında olduğundan söz ediyor. (Devamında Müslüman dünyada seküler rejimlerin çökertilmesine yönelik ABD eliyle ortaya konulan çabaları tarif ediyor (s. 106 ve devamı) ve köktenci İslam’ın ABD saldırılarına tepki olarak ortaya çıktığına vurgu yapıyor) Doğru bir ifadeyle, “teröre karşı savaş”ı emperyalist bir savaş olarak nitelendiriyor ve 1997’de yaptığı konuşmasından alıntı yapıyor. Avakian, o konuşmasında “iki gerici kutbun”, “McDünya ile McHaçlı Seferleri’nin (batı karşıtı İslamcılarla ABD emperyalizminin) savaştığını, bu iki gücün birbirine karşı olmasına karşın, birbirini pekiştirdiğini söylüyor (s.100).

Dinî Köktencilikteki Artışın İzahı

“Günümüz Dünyasında Dinî Köktencilik Neden Büyüyor?” başlıklı bir sonraki bölümde Avakian, sorduğu soruya ekonomiye dayalı bir izahat sunmaya çalışıyor. Dinî köktencilikteki artışı Üçüncü Dünya’daki kentlerde “enformel ekonomi”nin yoğunlaşmasına, kitlelerdeki artan güvensizleşmeye ve istikrarsız yaşam koşullarına bağlıyor, bu koşullarsa, insanların dinî köktenciliği bir “tutamak” olarak görmelerine neden oluyorlar (s. 102). (Bir dipnotta Avakian, ABD’de Hıristiyan köktenciliğin yaşadığı yükselişi farklı bir sınıf dâhilinde, orta sınıf bağlamında ele alıyor [s. 104]). Gözlemine göre, İslamcılaşanların çoğu, bir kuşak önce Maoist. Endonezya ve diğer Müslüman ülkelerdeki komünist hareket ABD emperyalizmi tarafından yok ediliyor (s. 110-2). Öte yandan ABD, Afganistan’da Sovyetler’e karşı cihadîleri aktif olarak destekliyor (s. 107).

Birden yazar, vites değiştiriyor ve isim vermeksizin birilerini “dinî köktenciliğe ve genelde dine karşı kibirli bir yaklaşım sergiledikleri için” azarlıyor. Oysa o ana kadar kitabı okuyanların Avakian’ı bu kibirlilikle suçlaması mümkün. Ama bu noktada bir güvence sunuyor ve şunları söylüyor:

“Birçok insanın dine olan derin inancını ciddiye almamak, kibrin en derin biçimidir. Adaletsizliğe ve zulme karşı mücadelede gerekli olan, dinî inançlarını taşımayı sürdüren insanları en geniş manada birleştirmektir.” (s. 114).

Devamında Avakian, Marksist politik ekonomide ifade edildiği biçimiyle, üretimin toplumsallaşması ile mülkiyetin özelleşmesi arasındaki kapitalizmin temel çelişkisine geçiş yapıyor. Söz konusu çelişkiyi ileri teknoloji ve bilimle “örgütlü cehalet”teki artış arasındaki çelişkiye bağlıyor. (s. 115). Üretim güçlerinin gelişiminin ister istemez “daha fazla aydınlanma”ya yol açmadığını, kökünü dinden alan cehaletin “kapitalist birikim sistemini perçinleyebileceğini” söylüyor (s. 117). İkinci Bölüm, bu yeterince geliştirilmemiş ama ilginç kimi hususlarla birlikte sona eriyor.

Temel Hıristiyan Öğretileriyle Alay Etmek

Üçüncü Bölüm, en kısa ve en az değere sahip bölüm. Burada Avakian, “Hıristiyan Faşizmi”yle ilgili tezini geliştiriyor. Önce Yahudiliğin, Hıristiyanlığın ve İslam’ın patriarkal inanç sistemleri olduğunu gösteriyor. Daha önce ele aldığı bu hususa dair ek örnekler veriyor. İşe İsa’nın Tanrı’nın “oğlu” olarak resmedilmesine bakıyor ve John 3:16’dan şu alıntıyı yapıyor: “Tanrı dünyayı çok sevdiği için tek oğlunu verdi, bu nedenle ona inanan yok olmaz, ebedi bir hayat yaşar.”

Avakian, neyin ileri sürüldüğüne, neyin teşvik edildiğine daha derinlemesine bakılmasını öneriyor (s. 122). Yaratılış efsanesine yeniden bakıyor, cennetten düşüşü ele alıyor ve şunu söylüyor: “Bu ayete göre, insanlığın tamamı ayvayı yemiş. İşte bu, hepimizin aklımızda tutmamız gereken şey.”

İkinci husus ise şu: “Neden oğul? Buradaki fikir çok saçma. [Gülüşmeler] Tanrı’ya inanıyorsunuz değil mi, o vakit onun istediği kadar oğlu olabileceğini de düşünüyor olmalısınız. [Gülüşmeler]” (s. 122). Avakian, bu noktada erkeklerin hâkim olduğu bir toplumda kız çocuklarının pek bir değer taşımadıklarını söylüyor. Argümanını daha net ifade etmek için şunu aktarıyor: “Bir düşünün, İncil’de ‘Tanrı size tek kızını verdi’ yazıyor, inandırıcı gelmiyor değil mi? [Gülüşmeler]” (s. 123).

Başvurduğu alaycı ton (dinleyenlerin tepkileri) onun Teslis’e yönelik önceki atıflarını anımsatıyor.

Sayfa 27’de ifade ettiği üzere, “İsa doğaüstü bir varlık değil, Tanrı’nın bir parçası, aynı zamanda onun oğlu.” Avakian, bu konuda aynı sayfaya şu dipnotu düşmüş: “Burada amacım, Hıristiyanlara ait teslisle ilgili esrarlı öğretiyi keşfetmek değil.” Oysa konuyu gündeme getiren kendisi! Sonrasında da şunu yazıyor: “Öğretiyi anlayan da yok. Bir de şu kutsal ruh saçmalığı var. Kimse bunun ne anlama geldiğini bilmiyor!” [Gülüşmeler] (s. 64).

Oysa teslisin ne anlama geldiğini, onu savunanlar için neyi ifade ettiğini biliyoruz. Ta Tertullian döneminden beri Hıristiyan yazarlar, bu meseleyi açıklığa kavuşturmuş (terim ilk kez MS 216 civarı kullanılmış), düşünce tarihçileri teslisin yeni Eflatunculuk ve Hint düşüncesi ile ilişkilerini incelemiş. Tüm bunlar, Avakian’a saçma, alay edilecek birer malzeme, gülünüp geçilecek bir konu gibi gelebilir ama Augustine’den Feuerbach’a kadar birçok düşünür, konuyla ilgili yaratıcı fikirler geliştirmiş (Feuerbach 1841 tarihli, Marx’ın da beğeniyle bahsettiği, Hıristiyanlığın Özü çalışmasının bir bölümünü ilginç bir psikolojik teslis analizine tahsis etmiş).[28]

Burada da ben, gene Avakian’ı kimlerin dinlediği sorusuyla yüzleşiyorum. O kime ulaşmaya çalışıyor? Galiba Cornel West, Rahip George W. Webber ve Keşiş Daniel Berrigan gibi dindar isimleri etkilemek niyetinde. Bu isimler, geçmişte kendisinden bahsetmiş kişiler. Tahminimce derdi, ateistlere ve agnostiklere seslenmek değil. Hedefinde, Tanrı’nın varlığını sorgulamaya açık olan ama kendilerini Hıristiyan olarak tanımlayan, kendi zihin dünyalarında Hıristiyan öğretisini daha derinlemesine yorumlayan insanlar var.

Örneğin Hıristiyan olarak yetiştirilmiş bir kişi, teslisi şu şekilde izah eder: “Yaratılmış, bir anlamda kozmosu yöneten bir yüce zihin”. Bu “Baba” Tanrı’dır. Bu varlık erkek değildir, insanın anlayışının ötesindedir. İnsanların zihinleri, bu Zihin’den türemiştir. Bu karşılıklı bağlantılık ise Kutsal Ruh’tur, kozmik zihinle insanlık arasındaki dinamik, süregiden etkileşimdir. İsa, yani Oğul, Baba Tanrı’yı ve insanlığı kısa insanlık tarihi süresince insan biçiminde yeryüzünde varolan kutsal varlık olarak birbirine bağlar. İsa hem tanrı hem insandır; O, geride model ve ahlakî öğreti miras bırakmıştır.

Teslisi bu şekilde ele alan bir kişi, Avakian’ın yaklaşımı için “ne kadar bayat” diyecek, hatta bu yaklaşımı “aşağılayıcı” bulacaktır. Avakian’ın ağırlıklı kısmı Hıristiyan olan kitleye hakaret ettiği düşünülecek ve “onca aşağıladığı, hakaret ettiği insanları bu adam nasıl birleştirecek?” diye sorulacaktır.

Din ve Patriyarkaya Dair Dolambaçlı Fikirler

Avakian, Teslis’i patriarkal değerlere bağlıyor. Oysa Teslis, bu kadar basit bir mesele değil. İlk dönem Hristiyan hareketi dâhilinde kimi tarikatlar, Tanrı’yı Baba-Anne-Oğul teslisi olarak anlıyorlar ya da bazen (dişi kabul edilen irfan anlamında) Sophia, Anne’nin yerini alıyor. Ama Avakian, sonrasında galebe çalmış olan Hristiyanlık yorumunu tenkit etmekle ilgilendiğinden, mağlup edilmiş olan İrfanî [gnostik] Hristiyanları doğalında hiç incelemeye tenezzül etmiyor. Bu yüzden de ondaki ilk dönem Hristiyanlığa dair cinsiyet tartışması, basit bir içerikle somutlaşıyor.

Başlarda İsa’nın partiyarkayı kabul ve teşvik ettiğini iddia eden Avakian (s. 20) anneyle (“Bakire Meryem”le) ilgili inancı kadınların kontrolü ve onların cinsiyetinin erkeğin mülkü olarak görülmesi meselesine bağlıyor. Bu noktada (s. 124-5) ana mevzusuna geri dönüyor. Uygun (ama gülüşmelerin eşlik ettiği, küstah) bir dille, İsa’nın bir bakireden doğduğu iddiasının onun nesebinin (Matta 1:16’da yapıldığı üzere) “Meryem’in eşi Yusuf” üzerinden izinin sürülmesi arasında bir uyuşmazlık tespit ediyor (Luka 3:23 “İsa’nın Yusuf’un oğlu olduğunun düşünüldüğünden” bahsediyor.). Avakian ise Hristiyanlığa göre Meryem’in nesebinin önemsiz olduğunu söylüyor: “Neden? Çünkü o bir kadın” (s. 124).

Bu söylenenlerin hiçbirisinde yanlışlık yok. Esasında Bakire Meryem inancına dair feminist yazını yinelemekle yetiniyor. Oysa bu söylenenlerin tek taraflı olduğunu görmek gerekiyor. Avakian, Meryem’in rolünün “evladını seven, çile çeken ana” olduğunu söylüyor, onu zulüm gören kadınlığa dair bir model olarak takdim ediyor. Onun “Tanrı’ya yalvarırken insanların başvurduğu bir tür aracı” olarak iş gördüğünü söylüyor (s. 124-5). Ama bir an durup şunu düşünmüyor: Hristiyanlık, Meryem Ana’yı müminler için hürmet duyulacak bir kişilik hâline getiriyor, yüzlerce yıl Hristiyanlar, açık ve gizli yollardan, ona “Tanrı’nın Anası” ve “Cennet’in Sultanı” olarak ibadet ediyor. Onunla ilgili inanç, muhtemelen Hristiyanlık öncesi “toprak ana tanrıçası” kültlerinden kök alıyor ve bu kültleri içselleştiriyor. Söz konusu inancın Hristiyanlığın zuhur ettiği patriyarkal toplumda patriyarkayla kurduğu ilişki, incelenmeyi hak eden bir mesele.

Aziz Paul’ün İsa’da “artık kadın-erkek ayrımı kalmamıştı” demesi de önemli (Galatyalılar 3:28). Diğer önemli bir husus da onun Romalılara yazdığı mektubu bir kadın papaz yardımcısı ile göndermiş olması (Romalılar 16:1) ve ilk Hristiyanların Tekla’nın İşleri’ni yüceltme noktasında Paul Kanunları’nı üretmiş olması. Tekla, Aziz Paul’un bir refiki, ilk Hristiyanları vaftiz eden ve onlara vaaz veren bir kadın. Kadınların kilisede nasıl susturulduklarını göstermek için Havva hikâyesini anımsatmak ya da (Paul’a atfedilen, yazarı tartışmalı) 1 Timothy 2:11’den alıntı yapmak, pek yeterli değil (s. 123). Kadınların Hristiyanlıktan nasıl etkilendikleri, daha olgun analizleri hak eden, karmaşık bir mesele (zira patriarkanın her yerde, tüm sınıflı toplum süresince hâkim olduğu son iki bin yıl boyunca Hristiyan dünyayı kuşatan patriarkal geleneklere veya patriarkanın hüküm sürdüğü bölgedeki Hristiyanlık öncesi döneme ait formlara karşıt bir dinamik söz konusu.).

Aniden konuyu değiştiren Avakian, devamında Kuzey Afrika’daki patriarkal toplumlardan Fransa’ya göç eden (erkek) Müslüman göçmenlerin geleneksel çerçeveleri açısından kadınların aşırı özgürlükle yüzleşmeleri karşısında daha da dindarlaşmalarından bahsediyor ve dünya genelindeki belirsizlik koşullarının insanları “güçlü bir baba figürüne bağlanmaya ittiğini” söylüyor. Avakian’a göre, birçok insan için insan formundaki güçlü baba figürü yeterli gelmediğinden, her şeyi bilen, gören, kudretli Tanrı imajı devletin güçlü lideri ile temsil olunuyor” (s. 128) diyor.

Avakian’a göre, bu tür bir durum, ABD’de gey evliliği konusunda bir ihtilafa yol açıyor, patriyarka birçok gey ilişkisinde ana mesele olduğundan, gey evliliklerinin patriyarkanın altını oyacağı, onu yok edeceği düşünülüyor (s. 129). Oysa Hristiyan faşistlerin gey evliliğine itirazlarının amacı, “geleneksel ahlâkı güçlendirmek” (s. 131). Avakian, kitabında bu meseleye birkaç sayfa ayırıyor, faşist eğilimlere sahip bulunmayan birçok Hristiyan’ın olduğu, sadece Aziz Paul’a bağlılık üzerinden kitabî literalizme eğilimli olduğu gerçeğini zerre dikkate almıyor. Aziz Paul, eşcinselliğin “doğadışı” ve Tanrı’nın emrine karşıt olduğunu düşünüyor (Romalılar 1:26-7), dolayısıyla bugün Hristiyanlar, gey evliliğine bu temelde karşı çıkıyorlar. Programında eşcinselliği sosyalizmde elimine etmeye dair bir dili içeren 2.000 kişilik parti kongresinin şu veya bu derecede dinî temelli homofobiyi (veya en azından gey evliliğine karşıtlığı) “faşizmle” birleştirebilmesi, gerçekten dikkate değer bir konu.

ABD’deki patriarkal, Hristiyan faşist güçler bedensel cezayı teşvik ediyorlar. Ama Avakian ahkâm keserek şunu söylüyor: “Açık ve net olalım. Kız çocukları, genelde tüm çocuklar, ebeveynlerinin malı olarak görülmemeli, bu şekilde yetiştirilmemeli. Bizim hedeflediğimiz dünya, bu değil” (s. 133). Ardından da uygun çocuk yetiştirmeyle ilgili yorumlara yer veriliyor ve “özgürlük”le ilgili tartışmanın ardından, büyük harflerle şu sonuca ulaşılıyor: “bize devrim gerek” (s. 135).

Avakian, ardından Kitab-ı Mukaddes’e imanın güçlü olduğu ABD eyaletlerinde linç kültürünün neden yaygın olduğunu ve köktenci dinin tarihsel düzlemde köleliği nasıl meşrulaştırıp kışkırttığını, Jim Crow yasalarına nasıl zemin hazırladığını, (Martin Luther King’i de içeren) Güney’deki Siyahî vaizlerinse sistemden kopamayışlarını ve bir mücadeleye öncülük edememelerini ele alıyor (s. 136-49). “Hristiyan Faşizmi ve Soykırım” ile ilgili düştüğü kısa not ise bize Kitab-ı Mukaddes’in eşcinsellerin öldürülmeleri gerektiğini söylediğini anımsatıyor. Aynı Avakian, 1998’de Pat Robertson’ın suç ve ceza ile ilgili yorumlarını, “ülkenin orta kesimlerindeki kentlerde halk kitlelerine karşı önerilen ‘nihai çözüm’e dair tümüyle yanlışlanamaz bir öneri” olarak niteliyor (s. 150). On yıl sonra başkanlık kampanyasında da görüldüğü üzere, dinî sağın yaşadığı büyük yenilgilerin ve ülke siyasetindeki azalan nüfuzunun ardından, bu türden lafların fazla dramatik ve tesir yaratma amaçlı olduğunu söylemek gerek. Avakian, hâlâ “Hristiyan faşizmi”ne ilişkin ikna edici bir analiz sunmuyor, o bu konuda işlevsel bir tanım bile dile getiremiyor.

Kitabın Üçüncü Bölüm’ü, genelde dine, özelde günaha dönük inancın “köle zihniyeti”ni oluşturduğu iddiası ile son buluyor. İşin garibi, o (tepeden tırnağa dindar bir isim olan) Malcolm X’in sözlerini farklı kelimelerle dile getiriyor: “Buraya duymak istediğiniz şeyleri söylemeye gelmedim” (s. 153). Özünde Avakian şunu söylüyor:

“Gerçekliğe olduğu biçimiyle karşı koymayı istemeyen ya da karşı koyamayan ezilen insanlar, köle ve ezilen kalmaya mahkûmdurlar.”

“Solcu” Bir Hahamın Uzun Eleştirisi

Bob Avakian’ın kitabının son kısmı, iki din âlimine karşı yürüttüğü polemiğe ayrılmış: Rabbi Michael Lerner ve Karen Armstrong. Avakian, konuya geçiş cümlesi için, “Lerner’in kitaplarına dair tartışmaya geçiş yapmak istiyorum” diyor, sonrasında hahamın dinlerle ilgili ilerici faaliyetine itiraz ediyor. (Avakian söylemiyor ama Lerner, Berkeley İfade Özgürlüğü Hareketi’nin üyelerinden biridir ve uzun süredir savaş karşıtı faaliyetler içerisindedir, aynı zamanda halk arasında bilinen bir aydındır. Cornel West, onu “önemli bir aydın ve neslimizin manevî lideri” olarak tanımlamaktadır. Birkaç yıl önce Maneviyatçı İlericiler Ağı’nı kurmuştur. Eskiden Katolik rahibe olan Karen Armstrong ise Tanrı’nın Tarihi’ni ayrıca Buda ve Muhammed ile ilgili çalışmaları da içeren, dünya dinleri ile alakalı konu başlıklarında çok sayıda eser ortaya koymuş bir isimdir.)

Avakian, kitabının 43 sayfasını (yaklaşık beşte birini) Lerner’in The Left Hand of God: Taking Back Our Country from the Religious Right [“Tanrı’nın Sol Eli: Ülkemizi Dindar Sağdan Geri Almak”] isimli çalışmasına ayırır.[29] Bu kitapta Lerner, (Demokrat Parti içerisindeki solcuları da içerecek biçimde) tüm “sol”un din karşıtı oldukları suçlamasından kurtulmaları, dindar sağın ve onun savaş yanlısı, bilim karşıtı, gerici “aile değerleri” anlayışının karşısına maneviyat temelli bir savaş karşıtlığıyla, bilim yanlısı, ilerici bir gündemle çıkması gerektiğinden bahseder. Avakian, Lerner’le birlik olmayı gerektirecek çok şeyin bulunduğunu kabul eder (s. 160), ama onu birkaç hususla ilgili olarak eleştirmekten de geri duramaz.

Avakian’a göre Lerner, “kapitalizmin temel çelişkisinin toplumsallaşmış üretimle özel mülkiyet arasında cereyan ettiğini anlamamaktadır” (s. 163). Aktardığı kadarıyla, Lerner, bu tip şeyler yazmak suretiyle, “az çok feodalizmi romantize eden şeyler” söyleyip durmaktadır: “örneğin o, Ortaçağ Kilisesi’nin işçi istihdam edenlere ‘adil ücret’ vermelerini, pazarda mal satanlara ise ‘adil fiyat’ belirlemelerini emrettiğinden bahsetmektedir. […] Başkalarıyla ilgilenmek, Hristiyan olmayı ifade eden ana özelliklerden biridir.”[30]

Haham Lerner, dindar sağdaki herkesin “kötü dürtüler”e sahip olduğu iddiasında değildir. Bu noktada “büyük çoğunluğu motive eden ilkelerdir, bunlar, dünya için en iyi olanı isteyen insanlardır” demektedir. Avakian, bu yaklaşımı “epey çocuksu” bulur ve tekrar tekrar Lerner’in Hristiyan Faşizmini anlamadığını söyler (oysa bu kavramın Avakian tarafından hâlâ açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.)

Lerner, “güvenli, yasal ve nadir bir eylem” olması sebebiyle kürtajı destekler ve onun kadına “duygusal açıdan çok acı verdiğini” söyler. Buna karşılık Avakian, “doğru değil” der (s. 186). Dindar bir isim olarak Lerner, “içimizden akıp giden hayatın mucizesine” inanan biridir. Bu, Avakian’ın, gülüp geçtiği, alay ettiği (s. 187), alkışlarla protesto ettiği bir yaklaşımdır (s. 189).

Bu sebeple Avakian, belli bir yere kadar Devrimci Komünist Partisi ile çalışmış olan (Bizim Adımıza Savaşmayın Kampanyası’na imza atan) Lerner’e saldırır. Saldırmasının sebebi, onun ateist ve komünist olmaması, DKP’nin “Hristiyan Faşist” kavramını desteklememesidir. İnsan, Avakian’ın polemiğinin Lerner’in siyonizminden veya İsrail’in NATO’ya girişine destek olmasından neden bahsetmediğini merak ediyor.

Kitabın tüm bu bölümünde görünüşte ana husus, dindarların (DKP öncülüğünde gerçekleşecek) devrimi yapmada bir rol alıp almayacakları, almalarının gerekli olup olmadığıdır. Zira dindarlar da emperyalist savaşa karşı çıkmakta, ülke içerisindeki baskılara ve ekonomideki erimeye itiraz etmekte, en geniş ittifakın sağlanmasına katkı sunmaktadırlar. Oysa Avakian, (henüz tanımlamadığı) Hristiyan Faşizmi tehdidine karşı bir savunma olarak, ateizmin popülerleşmesine odaklanmak niyetindedir.

Mitler Tarihinin Yanlış Anlaşılması

Son olarak Avakian, Armstrong’un A Short History of Myth [“Kısa Bir Mit Tarihi”] isimli çalışmasını ele alır ve onun mitin niteliğine dair yorumunu sorgular.[31] Armstrong’a göre “mit […] doğrudur, zira o olgulara dair bilgiler vermektedir, ayrıca hayatın anlamına dair derin bir görüş kazandırmaktadır.”[32] Armstrong’un kitabı, Yontma Taş Çağı’nda avcılıkla, onun inanç ve ritüelle ilişkisine dair bir tartışma ile başlar, devamında da Cilâlı Taş Çağı’nda yeryüzünün ve tarımsal emeğin miti nasıl biçimlendirdiğini, bildiğimiz hâliyle dinin milattan önce 800 civarında mitin içinden nasıl çıkıp geliştiğini inceler.

Açık ki burada bahsi edilen “doğruluk, sembolik, kültürel, antropolik ve psikolojiktir. Bu noktada “biz, mit üreten yaratıklarız, bizim acil ihtiyaçlarımızın ötesini görme tutkumuzun önemini anlamamız için mite ihtiyacımız vardır. Bizler, miti sadece bir ‘kaynak’ olarak kullanmıyoruz, ona dünyaya bir kez daha kutsal bir şey olarak hürmet etmemize katkı sunduğu için ihtiyaç duyarız.” Böylelikle Armstrong, tanrı ve tanrıçalara düz mânâda inanmaya ihtiyaç duymadığımızı söylemekte, insanlık tarihinde mitin yaygınlığına dair bir gözlemde bulunmaktadır. Sonunda da bugün mitin işlevinin bir roman içerisinden alınanlarla ifa edildiğini söylemektedir (buna şunu eklemek mümkün: bu işlev, liderlerin mitlerde görülen vasıfları kendi hanelerine yazma girişiminde ve günümüzde politik hayat içerisinde mevcut irrasyonel ama güçlü inanışlar eliyle ifa edilmektedir.)

Ne var ki Avakian, Armstrong’un “mitik inanç eskiden bir yönüyle doğruydu” tespitinden rahatsız olur ve Armstrong’u “pragmatizmle ve araçsalcılıkla” suçlar, “gerçekliğe dair öznel bir tanımda bulunmakla” eleştirir (s. 203). İnsan tabii merak ediyor, Armstrong da birçok Marksist gibi, Avakian’ın Lenin’deki mitte bulunan her türden hakikati inkâr etmeyi rasyonel bulan “felsefî rölativizm”e yönelik itirazına başvuracak mı?

Avakian, Away With All Gods [“Tüm Tanrılardan Kurtulun”] başlıklı kampanyasında Armstrong’un çabasını tümüyle yanlış anlamaktadır. Belki de kitabın bu entelektüel seviye ile son bulması daha uygun olurdu.

Sonuç bölümünde Avakian, evrim teorisinin doğru olduğunu yineler; dinin kitlelerin afyonu olduğunu, insan doğasının sabit değil, zaman içerisinde değiştiğini, insanların sosyalist devrim yoluyla özgürleştirilebileceğini söyler. Bunların hepsi kesinlikle doğru. Peki ama insan sormaz mı, SSCB ve Çin’de sosyalist devrimler yenilgiye uğradıktan sonra bu ülkelerde insanlar, akın akın neden dinî hareketlere koştular? İnsanlara ateizm telkin etme gayretleri neden hayal kırıklığı yaratacak ölçüde eksik kaldı ve hızla tersine döndü? Dinî inanca ait bu olgulara yönelik kusurlu bir analiz üzerinden söz konusu süreç, biraz kaba ve hassasiyetleri gözetmeden işlemiş olabilir mi?

Bayağılığın Kürsüsüne Çıkıp Vaaz Vermek

Avakian, bu kitabında herhangi bir teorik sıçrama gerçekleştiriyor mu? Yoksa sırtını yaslayıp, ağdalı bir bayağılığın kürsüsünden vaaz mı veriyor? Üç İbrahimî dini gayet iyi anladığını söylüyor, ama bu tespitin beni hiç ikna etmediğini söylemeliyim. Elinden geleni yaptığı açık. Bu dinleri benimseyen insanlara empatiyle yaklaşıp onları Tanrı merkezli dünya görüşlerinden vazgeçirmeye çalışabilirdi. Hristiyan Faşistlerin belirli insanlara soykırım uygulayacağı ve öngörülebilir bir gelecekte teokrasiyi hâkim kılacakları üzerinden, Amerikan halkını tehdit ettiğini söylüyor, ama bu yaklaşımı da beni ikna etmedi. 237 sayfanın ardından bu kitabın “önemli bir toplumsal mesele” hâline gelebileceği, hatta gelmesi gerektiği iddiası da hiç ikna edici değil.

Devrimci Komünist Partisi, Avakian’ın “takdir, terfi ve popülerleşme kültürü”nü kabul etmiş durumda. Parti, misyonerlere has bir çaba dâhilinde, bahsi geçen yazarı büyük bir düşünür ve lider olarak tanıtmak derdinde. Avakian’ın ileride nasıl biri hâline geleceğini hep birlikte göreceğiz.

Belki de günün sonunda Avakian, Armstrong’un “bir mit doğrudur, çünkü etkilidir” sözüne inanacak. Belki de bu kitap ve onun üzerinden yürütülen kampanya, “sahneye çıkıp muazzam bir tesire yol açacak.” Ama açık konuşmam gerek ki ben bu iddiaya ancak güler geçerim.

Ben, Bultmann ile aynı fikirdeyim. Her şeyi mitsel niteliğinden arındırmamız gerek. Tanrılardan kurtulalım elbette! Ama bunu onlarla aynı safta olduğumuz sırada yapalım, tüm “o her şeyi küçümseyen kurtarıcılardan da kurtulalım.”

Pavel Andreyev
Ekim 2008
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Die Neue Zeit, Cilt. 1 (1894-5), İngilizceye çeviren: Institute of Marxism-Leninism, USSR, 1957. Kaynak: Marx/Engels Collected Works (Moskova: Progress Publishers, 1975-2005), cilt. 27, 445-69.

[2] Preaching from a Pulpit of Bones: We Need Morality But Not Traditional Morality (Şikago: Banner Press, 1999).

[3] 2 Samuel 24:1-24.

[4] 1 Chronicles 21:3.

[5] Revolution, sayı 15-23 (25 Eylül-20 Kasım 2005).

[6] “Dominyonistler”, yeryüzünde “hâkimiyet” kurma ve insanları “boyun eğdirme” konusunda Tekvin 1:28’de Tanrı tarafından yetki verildiği iddia edilen Hristiyan gruplar toplamıdır. ABD’de “Hristiyan Yeniden İnşacılar” ve “Krallık Şimdi Teolojisi” savunuları olarak bölünen dominyonistler, Hristiyanlara ilahi yasa yorumlarını topluma dayatmaları için politik iktidarı ele geçirme çağrısı yapmaktadırlar. Bir analiz için bkz.: Chip Berlet ve Matthew N. Lyons, Right-Wing Populism in America: Too Close for Comfort (New York: Guilford Press, 2000).

[7] Marx, bu hususu 1844 tarihli ünlü çalışması Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı’da dile getirir. Buna göre, “din kitlelerin afyonudur”. Öte yandan Marx, dinin asli yönünün yanlış bilinç olduğunu söyler ve Protestan reformunun tarihsel açıdan olumlu bir işlev gördüğünü tespit eder.

[8] Max Weber, The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism (Almanca baskısı 1905;); R. H. Tawney, Religion and the Rise of Capitalism (New York: New American Library, 1954).

[9] Roma Katolikliğine yol açan Hristiyan tarikatlara dair bir giriş için bkz.: Adolf von Harnack, Marcion, the Gospel of the Alien God (ilk Almanca baskısı 1921; Durham, N.C.: Labyrinth Press, 1990).

[10] Stanford University Press, 2003.

[11] Badiou, s. 9, yer aldığı bölümler: Galatians 3:28 and Romans 2:10.

[12] Exodus 21:1.

[13] “Preface and Postscript to Rural Surveys” (Mart ve Nisan 1941), Selected Works, Cilt. III, s. 13.

[14] Ferisiler ve Sedusiler, milattan önce birinci yüzyılda Roma’nın elinde bulunan Judea’da hâkim politik ve dinî gruplardır.

[15] İsa’nın tarihselliğini reddeden âlimlere dair kimi örnekler için bkz.: Robert M. Price, The Incredible Shrinking Son of Man (Amherst: Prometheus, 2003) ve G. A. Wells, The Jesus Myth (Şikago: Open Court, 1998).

[16] Hristiyanlara has ölüm ve diriliş mitinin pagan mitolojisinden ödünç alındığına dair anlayış, en azından Sör James George Frazer’ın 1890’da yayımlanan The Golden Bough: A Study in Magic and Religion [“Altın Dal: Büyü ve Din Üzerine Bir Çalışma”] isimli kitaptan beri akademik çalışmanın bir konusu olagelmiştir. Hristiyan inancının rasyonel bir eleştirisinin oluşturulmasında bu denli hayatî öneme sahip, apaçık ortada olan bir mevzunun Avakian’ın dikkatinden kaçması, gerçekten şaşırtıcıdır. Zira O, Kitab-ı Mukaddes’e dikişsiz bir bütün olarak bir araya getirilmiş, binlerce yıl içerisinde üretilip düzenlenmiş ve yeniden düzenlemeye tabi tutulmuş, birbiriyle alakası olmayan metinlerin bir toplamasından ibaret bir kitap olarak yaklaşma konusunda hâlâ ısrarcıdır.

[17] Örneğin bkz.: Rudolf Karl Bultmann, Jesus Christ and Mythology (New York: Scribner, 1958), ayrıca, Karl Jaspers ve Rudolf Karl Bultmann, Myth and Christianity: An Inquiry into the Possibility of Religion without Myth (New York: Noonday Press, 1958).

[18] San Francisco: Harper San Francisco, 2005.

[19] Esasında 500 yıl öncesine uzandığı iddia edilen ama birçok arkeologun sahte olduğunu söylediği, New Mexico’daki büyük kaya parçası üzerine İbranî harfleri ile kazınmış On Emir versiyonun gerçek olduğunu söyleyen Tabor’ın tüm kariyeri, ciddi tartışmalara yol açmıştır.

[20] Tabor, s. 75, 80.

[21] Badiou, s. 27.

[22] Josephus, Jewish Antiquities 18.63-64.

[23] Yayına Hz.: Judith Lieu, John A. North ve Tessa Rajak, The Jews Among Pagans and Christians: In the Roman Empire (Londra: Routledge, 1992), s. 83.

[24] Bkz.: 16:16 ve devamı, burada Armageddon Savaşı tarif edilir.

[25] Trajan döneminde (ö. 117) imparatorluk esasında azami sınırlarına ulaşmıştır.

[26] Maxime Rodinson, Muhammed, Prophet of Islam (New York: Pantheon, 1980).

[27] Örneğin: John 3:18, Resullerin İşleri 4:12.

[28] Ludwig Feuerbach, “Chapter VII: The Mystery of the Trinity,” The Essence of Christianity içinde, yayına hazırlayan ve kısaltan: E.Graham Waring ve F. W. Srothmann (New York: Frederick Ungar Publishing, 1973), s. 31-3.

[29] New York: HarperCollins, 2006.

[30] Lerner, s. 59, akt.: Avakian, s. 164.

[31] Edinburgh: Canongate Books, 2005.

[32] Armstrong, s. 10.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder