Yüksek Beklentiler
Away With All Gods! Unchaining the Mind and Radically
Changing the World [Şikago, Insight Press,
2008: Türkçesi: Bob Avakian, Aklı Özgürleştirmek ve Dünyayı Kökten
Değiştirmek İçin Tüm Tanrılardan Kurtulun, El Yayınları, İstanbul 2014.]
isimli kitabın sadece bir kitap olduğunu varsaymak hatalı olur. O, esasında
aşırı motive olmuş birilerinin, Amerikan hayatında ateizmi teşvik etmeyi ve
(“Hristiyan Faşizmi”ni de içerecek biçimde) belirli bir din eleştirisi yapmayı
amaç edindiği bir kampanya.
Devrimci Komünist Partisi başkanının kaleme aldığı kitabın
büyük bir tantanayla yürütülen reklâmı aylarca sürdü. Bu kitabın toplumsal bir
mesele hâline gelmesi için çağrıda bulunan parti, şunları söylüyordu:
“Bu
kitaba ihtiyaç duyan çok sayıda insan, onun nüfuz etmesi gereken birçok toplum
kesimi var. Bu kitap, insanlara dinin zorla dayatıldığı, gerçek manada
cehennemî hapishanelere, ezilenlerin teşkil ettiği cemaatlere, agnostik ve
ateist kulüplerinin kurulmaya başlandığı lise ve üniversitelere, ilericilere ve
eğitimli insanlara, aydınlanmaya aç kişilere ulaşmalı. Nisan [2008] bu kitabın
büyük bir tesirle sahneye çıktığı tarih olmalı.”
Dinî çalışmalara yapılmış birçok önemli ve özgün
katkının reklâmı bile (cüretimi maruz görün ama) böylesi bir dinî heyecanla
nadiren yapılmıştır. Göründüğü kadarıyla parti, bu kitaptan çok şey bekliyor.
Farklı sahalardan en az dört profesörün övgülerini
içeren kitap tanıtım yazılarında Devrimci Komünist Partisi, kitabın bilhassa
aydınlara ulaşmasını tavsiye ediyor olsa da kitabın hedef kitlesi epey geniş.
Kitap, esasında akademiye seslenen bir çalışma. İbrahimî dinlerin tarihine dair
herhangi bir görüş sunmayan kitap, temelde bu dinlere dönük tartışmaları ihmal
etmekle kimi hatalar ve yanlışlar içine düşüyor.
Muhtemelen kitap, American Academy of Religion,
Philosophical Review ya da Rethinking Marxism gibi dergilerde
eleştirilmeyecektir. Örgütün bu konuda tutarsız olduğu açıktır. Bob Avakian,
konudan konuya zıplıyor, bazen de baştan savmacı bir yaklaşımla, kısmen
cevapladığı kimi sorular sorup ileride o sorulara geri döneceğini söyleyip duruyor.
Kitap, temelde Engels’in 1894’te yayımlanan Hristiyanlığın
İlk Dönem Tarihi düzeyinde yürütülen bir akademik tartışma düzeyine bile
sahip değildir. Kitap, açık ki popüler bir ajitasyon faaliyeti yürütmek
niyetindedir. Ateizme ve tarihsel materyalizme bağlı bir kişi olarak ben,
ilkesel manada projeye sempatiyle yaklaştığımı belirtmem lazım. Eğer kitabın
iyi kotarılmış olduğunu düşünseydim, onu gereğince takdir ederdim.
Avakian’ın ortaya koyduğu ve DKP’nin “külliyat” olarak
adlandırdığı birçok materyal gibi bu çalışma da bir dizi vaazdan ibarettir.
Esasında 2004 ve 2006’da yapılan iki konuşmanın metne dökülmüş, gözden
geçirilmiş hâlidir. Sürekli 1999 tarihli Kemikler Kürsüsünden Vaaz Vermek
isimli kitaba ve diğer Avakian yayınlarına atıfta bulunuluyor. Yazarın
gerçekleştirdiği yayına hazırlama faaliyetinin önemli bir kısmında (s. ix)
konuşmalara dinleyicilerin verdikleri tepkileri içeren parantezlere yer
verilmiş. Bazı okurlar, “[gülüşmeler]” parantezinin ardından nispeten daha az
eğlendirici bulduğu bir pasajda can sıkıntısı yaşayabilirler. Aslında burada
yazarın dinle ilgili olarak neyi komik neyi saçma bulduğu konusunda bir
malumata sahip olsak da hiçbir netlikle karşılaşmıyoruz. Akademik bir kitap
olmamakla birlikte, gene de onu ciddi bir biçimde incelemek lazım. Karışık
düzenini takip edip, onu dergi eleştirisinde görülebilecek bir titizlikle ele
almak gerek.
Din Kötü Bir Şey
Basitçe ifade etmek gerekirse, Avakian’ın ana tezleri
şunlar: Din kötü ve zararlı bir şeydir; Kitab-ı Mukaddes’te ve Kur’an’da tarif
edilen Yahudi, Hristiyan ve İslam’ın tanrısı, dehşet vericidir (aynı zamanda
İsa hiç hoşlanılmayacak bir figürdür); Hristiyan köktenciliği, doğrudan
Hristiyan faşizmine yol açar; Hristiyan faşizmi, her yerde mevcut olan bir
tehdittir; ve insanlığın özgürleştirilmesi için ateizmin acilen propaganda
edilmesi gerekir.
Kendisini önceleyen isimler gibi Avakian da bu dünyada
korkunç acılar yaşandığına ve bazı insanların bu acıların neden yaşandığını
anlayamadığına dair gözlemini aktararak başlar: “Tanrı gizemli kimi yollardan
çalışır.” Yazar, bu noktada doğal felâketleri ve kazaları listeler, oradan
kölelik ve savaş gibi sınıflı toplumdan kaynaklanan zulümlere geçer. “Tüm
bunlar daha ne kadar sürecek, eğer bir tanrı olsaydı, onun zorba, kötücül,
hasta, sapkın ve gerçek manada canavar bir tanrı olduğunu anlayana dek daha ne
kadar zaman geçecek?” (s. 4) (Böylelikle Avakian, ilahiyatçıların “kötülük
sorunu” dediği şeye, Albert Einstein gibi isimlerde görüldüğü üzere, bir
yaratıcıya inanmakla çekilen ızdırabın nasıl uzlaştırılacağı meselesine gelip
dayanır.)
Yazar, yüzünü özellikle “Yahudi-Hristiyan kutsal
metinlerine” çevirir. Samuel’in İkinci Kitabı’ndan alıntı yapar. Burada
Tanrı’nın İsrail’i ve Yahuda’yı korkunç bir salgınla cezalandırdığından
bahsedilir. Avakian’ın bu pasajı ele almasının sebebini, sahip olduğu yöntemi
ve yaklaşımı ortaya çıkardığından, biraz daha detaylı incelemek gerekiyor.
Tanrı, Kral Davud’a nüfus sayımı yapmasını söyler.
Davud, bu işi bir generale verir. General bu öneriyi sorgular, gene de emri
yerine getirir. Krallıkta askerlik çağındaki erkeklerin sayısını çıkartır.
(Buradan nüfus sayımının amacının bu veriyi elde etmek olduğu anlaşılmaktadır).
Davud, bir sebeple nüfus sayımı yaptırdığı için pişman olur ve Tanrı’dan özür
diler. Davud’u cezalandırmayı planlayan Tanrı, ona üç cezadan birini seçmesini
söyler: kıtlık, işgal veya veba. Kral, vebayı seçer. Tanrı’nın gönlü hoş olup
merhamet etmesine dek yetmiş bin kişi ölür.
Ciddi İncil âlimleri, bu metnin zor olduğunu
söylerler. Zira burada anlatılan hikâye, ideolojik çerçevesi dâhilinde bile bir
anlam ifade etmemektedir. Tanrı, Davud’u emrini yerine getirdi diye neden
cezalandırmıştır? Bu durum çeşitli yollardan izah edilmiştir. HarperCollins
Study Bible’daki yorumu alıntılayan Avakian, kralın görevi yarım yamalak
yaptığını söyler:
“[…]
Davud, nüfus sayımını yaparken bir hata yapmıştır. Çünkü aktif görevdeki
askerler, antik İsrail’de katı bir ritüel usulleri düzenine tabidirler ve
bilhassa kültle alakalı tehlikeler karşısında hassastırlar.” [s. 5]
Bu izahat net değildir. Bu izahata New Oxford
Annotated Bible veya New Jerusalem Bible’da rastlanmamaktadır.
Eski Ahit’in II. Tarihler bölümünde bu olaya ilişkin
başka bir değerlendirme sunulmaktadır. Bu, mantıksal açıdan daha tutarlıdır:
nüfus sayımını yapmasını söyleyen, Şeytan’dır. General Davud’a “İsrail’e neden
suç işletiyorsun?” diye sorar. Burada devlet iktidarının nüfus sayımı
aracılığıyla (Tanrı’nın hilafına olacak şekilde) genişletilmesine atıfta
bulunulmaktadır. Saul yönetimindeyken krallığın kurulması, 1 Samuel 8:7-8’e
göre, Tanrı tarafından “kendisinin reddedilmesi ve başka tanrılara hizmet
edilmesi” olarak görülmüştür. Bir noktada muhtemelen nüfus sayımının ardından
veba salgını gerçekleşmiştir. Dolayısıyla, bu tarz olayların Tanrı’nın gazabı
olduğuna kanaat getirilmiş, dinî otoriteler, nüfus sayımının veba salgınına yol
açtığı sonucuna ulaşmışlardır.
Avakian, bu hikâyelerden ne alıyor? Önce ilk
değerlendirmenin mantık dışılığına vurgu yapıyor. Tanrı sadece “zorba ve
canavar” (s. 4) olmakla kalmıyor, ayrıca zorbalığına bağlı olarak verdiği ceza
konusunda da keyfi davrandığını iddia ediyor. Ardından ikinci anlatımı
tartışırken, iki değerlendirme arasındaki mantıksal çelişkiyi ortaya çıkaranın
metne ait bir hata olduğu ihtimalinin üzerinden atlıyor. Bunun yerine, ilk
değerlendirmenin ikincisinden önce dile döküldüğünü söylüyor (ki bu net değil)
ve Tanrı’nın 2 Samuel’de akıldışı bir cani olarak resmedilmesinin I.
Tarihler’in yazarına fazla geldiğini ifade ediyor. Tanrı çok zorba göründüğü
için tarihçi, onu daha makul hâle sokmak amacıyla hikâyeyi yeniden kaleme
alıyor (s. 5).
Kitaba hükmeden, Yahudi ve Hristiyanların hürmet
ettiği Tanrı’nın en kötü şekilde resmedilmesi arzusu. Avakian, “İncil’deki
deli, manyak ve cani tanrı”nın şahsiyetine odaklanıyor ve onun takipçileri de,
bize aktarıldığına göre, kahkahalar atıyorlar. (s. 6) Burada insan merak
ediyor: halkının yüzde 78’inin Hristiyan, yüzde 1’inin Yahudi olduğu bir ülkede
Avakian’ın bu kitabı kimleri hedefliyor, kimleri harekete geçirmek, kışkırtmak
veya kızdırmak istiyor?
Ardından Avakian, tanrıya inanan müminlere
odaklanıyor:
“[…]
tek bir komünist liderin bile savunmadığı eylemler tanrılarınca destekleniliyor
ama genel manada ilerici olan birçok dindar insan bile komünizmin sözde dehşet
verici eylemlerinden bahsedildiğinde kızıyor.”
Avakian, bu ifadelerle İncil’e inanan tüm insanları
savunmacı bir hatta çekmek istiyor. (s. 6). Yani aslında şunu sormuş oluyor:
otuzlarda SSCB’de ilerici bir metodistin kolektivizasyonu eleştirme hakkı var
mıdır?
Mezmurlar 137:8-9’dan alıntı yapan Avakian, “kim
böylesi bir tanrıya ihtiyaç duyar?” diye soruyor. Bu bölümde ilahi okuyan kişi,
duasında anavatanı işgal eden Babillerin küçük bebeklerinin uçurumdan aşağı
atılmasını istiyor. Yeterince adil aslında. Bu metinleri üreten antik
İsrailliler, kitlesel katliam konusunda pek rahatsız değiller. Yeşaya’nın
Kitabı’nda İsraillilerin kadınlara tecavüz edip bebekleri öldürmek suretiyle
Babil’den intikam alacaklarından keyifle söz ediliyor. Ama Yeşaya’nın “İsa’nın
Tevrat’ta en beğendiği bölümlerden biri” olduğunu söylemek, kasıtlı bir
saptırma oluyor. (s. 13) İsa’nın kanlı intikam tariflerinden muaf olduğunu
iddia etmek mümkün mü?
İlk Faşist Olarak Tanrı
Avakian, İncil’deki Tanrı’nın “2005’te A. Brooks’un
‘İlk Faşist Olarak Tanrı’ isimli önemli makalesinde analiz edildiğini”
söylüyor. (İlk okuduğumda, bu makalede “önemli” olan yönün dindar insanları
uzaklaştırmak gibi bir niyet taşıması olduğunu düşünmüştüm.) Bu makale, Eski
Ahit’teki Tanrı’yı (Yehova) veba salgını gönderdiği, İbranileri Mısır’da
köleliğe mahkûm ettiği, Kenanlıları kıyımdan geçirttiği vb. için kıyasıya
eleştiriyor. Ama (farklı kişiler olduğunu varsaydığımız) Avakian ve Brooks,
yirminci yüzyıla ait bir olgu olarak faşizmin yirmilerdeki uluslararası
komünist hareket içerisinde nasıl dikkatle tanımlanıp tartışıldığını, bu
kavramın İncil’de sunulan tanrıya nasıl uygulandığını asla izah etmiyor. (Misal,
bu tanrı, ekonomik kriz esnasında devlet iktidarı ile şirketleri mi
birleştiriyor, solu mu eziyor, kişilik kültünü mü teşvik ediyor, ırksal
üstünlükle ilgili sahte bilimsel teorilere arka mı çıkıyor, militarizme ait
değerleri mi savunuyor?) Aslında burada “faşist” tabiri, sadece bir tür sıfat,
“kötülük”le eşanlamlı bir kelime olarak kullanılıyor.
Eğer Tanrı’nın faşist niteliği üzerinde durulup bu
husus hiç izah edilmiyorsa, Hristiyan köktencilerin faşizmi de sadece beyan
edilmiş olmakla kalıyor:
“Tam
da burada şu soru gündeme gelir: ‘Bu sağcı Hristiyan köktencilere neden
Hristiyan Faşistler diyorsunuz?’ Bunun basit ve temel sebebi, onların
Hristiyan, dolayısıyla faşist olmalarıdır. [Kahkahalar] Onlar başında Hitler’in
bulunduğu II. Dünya Savaşı öncesi ve esnasında Almanya’da yaşayan Nazilerin
bugünkü Amerikan versiyonudurlar. Onlar, topluma faşist bir teokrasiyi dayatmak
istemektedirler.” (s. 16).
“Hristiyan Faşizmi” başlığına girişte son birkaç
yıldır Devrimci Komünist Partisi yayınlarını bilen herkese aşina gelecek bu tür
cümlelere yer veriliyor. Bu giriş, Avakian’ın Away With All Gods! projesi
konusunda neden ateşli olduğunu izah ediyor. Faşizm hayaleti ile mücadele etmek
için sizin onu doğuran dine (ve ilk faşist olarak Tanrı’ya) karşı çıkmanız
gerekir.
Avakian, esasen farklı bir dizi harekete ve hizbe
bölünmüş olan “sağcı köktenciler”in hepsini bir çuvalın içine doldurmaktadır.
(Avakian, dinin “Tutucu Dominyonistler”in mevcut tehditlerinden daha fazlasına
yol açtığını düşünmektedir.) Onlarla ilgili “çarpıcı” husus, bu kesimin Eski
Ahit’i değil İsa’nın öğretilerine dayanan Yeni Ahit’i desteklemeleridir. Buna
göre ilgili kesim, gerçek Hristiyanlığın özüne dair bir şeyler söylemektedir.
Hristiyanlık Konusunda Alabildiğine Cahil Olmak
Hristiyanlık anlayışı konusunda merkezde esas olarak
İsa’nın öğretileri durmaktadır. Avakian, o uzun vaazında bunun anlamını
kavrayamıyor. Onun da tartıştığı Aziz Paul, Elenleşmiş, Yunanca konuşan,
Tarsus’ta dünyaya gelmiş bir Yahudi’dir. Paul, kendi Hristiyanlık versiyonunu
Doğu Akdeniz’de Yahudilere ve Yahudi olmayanlara vaaz etmiştir. Onun teolojisi
özetle şudur: Tanrı nezdinde Yahudiler “seçilmiş halk”tır. Ona Musa zamanında
detaylandırılmış, hayatlarını yönetecek yasalar bahşedilmiştir. Tanrı, bu
yasalara sadakatleri konusunda her an yargılamakta, onları ödüllendirmekte veya
cezalandırmaktadır. Paul’ün döneminde Yahudiliğin temeli budur. Ama Musa’dan
bin yıl sonra İsa Mesih şahsında insan bedenine kavuşmasıyla vekillik, çarmıha
gerilme, vefat ve dirilişle birlikte İsa yeni bir dönem başlatmış, bu dönemde
tüm insanlıkla yeni bir ahit imza edilmiştir. Artık İsa’ya inananlar, yani
sadece Yahudiler değil herkes, iman yoluyla selamete erebilirler.
Sonrasında Hristiyanlık bu öğretiyi önemsizleştirmiş,
müminin kefaretleri yerine getirme ihtiyacına, oruç tutmasına, Kilise’ye katkı
yapmasına, hac gibi amellerle faziletlenmesine odaklanılmış, tüm bununla
kilisenin otoritesini güçlendirmiştir. On altıncı yüzyıldaki Protestan reformu,
Paul’ün bu tür “işler yerine iman yoluyla selamete ermeye ilişkin öğretisine
dönük vurguyu canlandırmıştır. Karl Marx’ın da ifade ettiği üzere, Martin
Luther “otoriteye imanı tuzla buz etmiş, zira o imanın otoritesini yeniden hâkim
kılmıştır.” Kendi diline tercüme edilen İncil ile donanmış Hristiyan mümin,
İncil’i şahsen yorumlama ve doğrudan Tanrı ile rabıtalı olan kendi varlığını
tahayyül etme imkânı bulmuş, Kilise’nin aracılığını reddetmiştir. Marx, Max
Weber, R. H. Tawney ve daha birçok ismin de işaret ettiği üzere, bu gelişmenin
önemli toplumsal sonuçları olmuştur. Roma Katolik Kilisesi’nin otoritesinin
dağılmasında ve budünyada üretken ve kâr üreten bir yaşam tarzının mümkün
kılınmasında, ayrıca erdemli bir hayatın kilisede değil de ticaret ve zanaat
kollarında yaşanmasında, feodalizmden kapitalizme geçişte bu gelişme önemli bir
rol oynamıştır.
İmanla kurtuluş öğretisinde insan, ebedi hayata
nihayetinde Tanrı ile birleşmek suretiyle kavuşabilir. Bu da İsa’nın tek
“kurtarıcı” olduğunu samimiyetle kabul etmekle mümkündür. İlk Hristiyanlar
arasında bu nihai kurtuluşun zamanlaması konusunda ihtilaflar söz konusudur.
Hristiyanların ölümden hemen sonra Cennette dirilmeleri konusunda herhangi bir
uzlaşma mevcut değildir. Birçok Hristiyan, yüzlerce yıllık Musevi yasalarına ve
cezalarına bağlı olmadıklarına kanaat getirmiş, ikinci yüzyıl ortalarında yaşayan,
Paul’ün “heretik” müritleri Marcioncular gibi kimi önemli tarikatlar, Eski
Ahit’i ve Yehova’yı reddetmişlerdir. Onların muhayyilesinde Tanrı Baba daha
yücedir, Yehova (Kral James İncil’indeki Yehova) gibi öfke krizleri
geçirmemektedir.
Paul’ün Yahudi tektanrıcılığı ile İsa merkezli mesajı
sentezlemesi, bize mantıksız hatta komik gelebilir. Ama Hristiyanlığa ciddi bir
eleştiri yöneltmek ya da ciddi Hristiyanları etkileyip onların fikirlerini
çelmek gibi bir niyetimiz varsa, bizim bu sentezi en azından anlamamız gerekir.
Avakian’ın bu niyette olduğu söylenemez. Onun Paul ile ilgili yorumları (s.
17-19) şu yorumuyla sınırlıdır: “Paul, kölelik ve kadınların zapt edilmesi gibi
meseleleri destekler.” Devrimci Komünist Partisi’nin halkın “muhtaç” olduğunu
ısrarla dile getirdiği bu kitap boyunca dile getirilen analizin düzeyi maalesef
budur.
Bu noktada Alain Badiou’nün Saint Paul: The
Foundation of Universalism [“Aziz Paul: Evrenselciliğin Temeli”] isimli
çalışmayla bu kitap kıyaslanabilir.[10] Maoizme sempatiyle yaklaşan ateist bir
felsefeci olarak Badiou, Paul’ün Yahudi seçkinciliğinden kopması üzerinde duruyor,
onun İsa için ne Yahudi ne Elen, ne hür ne köle, ne kadın ne de erkeğin söz
konusu olduğuna dair ifadelerine vurgu yapıyor. Paul’e göre Tanrı, insanlar
arasında ayrım yapmaz.[11] Badiou’nün ifadesine göre Paul, kendi döneminin
Yahudiliğini desteklemiyor. Badiou, dünya tarihinde merkezî bir yer tutan Paul
gibi bir ismi daha detaylı, derinlikli ele alıyor. Onun yazıları milyarlarca
insana ulaşmıştır, dolayısıyla zekice geliştirilmiş bir analizi hak etmektedir.
Avakian’ın yürüttüğü tartışma ise yüzeyseldir ve kibirli bir üslup dairesinde,
alabildiğine dışlayıcıdır.
Bugün Yaşasaydı İsa’yı Sevmezdik
Sonrasında Avakian yüzünü İsa’ya çevirir ve onun da
Paul gibi “köleliğin verili bir şey olduğunu kabul ettiğini” söyler. (s. 18).
(Oysa Avakian, burada kölelikle alakalı Musevi kanununa dair kimi tartışmaları
anımsatabilir, Roma kanunundan nasıl ayrıştığını inceleyebilir, hizmetin altı
yılla sınırlandırıldığını, yedinci yılda hür olunduğunu görebilirdi.)[12]
Yazar, “İsa’yı Hakiki Bir Işıkla Görmek” gibi iddialı bir başlığa sahip
bölümde,
(a) İsa’nın tıp sahasına hiç ilgi göstermemiş bir
üfürükçü olduğunu,
(b) köleliği desteklediğini,
(c) erkeğin hâkimiyetini kabullendiğini ve
(d) kimi önemli olaylarla ilgili tahminlerinde
yanıldığını söylüyor. (s. 27).
Peki Avakian, meseleye gerçekten “hakiki bir ışık”la
mı yaklaşıyor? Aklıma bu noktada Mao’nun şu veciz sözü geliyor:
“Soruşturmuyorsan, konuşmaya da hakkın yoktur.”[13] Avakian, vaaz verme hakkını
elde etmek için, konuyla ilgili gereken soruşturmayı gerçek manada yapmış
mıdır? Hakkında konuştuğu konu başlığını gerçekten biliyor mu? O, İsa’nın
Ferisiler ve Sedüsilere yönelik saldırılarından hiç bahsetmiyor, onun resmi
ibadete dönük eleştirileri ve bireyi statüsü ne olursa olsun Tanrı ile kişisel
ilişki kurması hususunda ehliyetli kılmasıyla ilgili sözleri üzerinde durmuyor.
Ayrıca, Roma İmparatorluğu’na yönelik bir itiraz olarak “Tanrı’nın
Krallığı”ndan (ya da bazen tercümede kullanıldığı biçimiyle, Tanrı’nın emperyal
yönetiminden) dem vurması, Avakian için önemsizdir.[14]
Avakian, İsa’nın tarihselliği denilen o çetrefilli
meseleyi bile ele almıyor. (Yeni Ahit âlimleri arasında İsa’nın gerçekte hiç
olmadığını söyleyen, küçük bir azınlıkça desteklenen bir görüş mevcuttur.)[15]
O, sadece Hristiyanlara ait kutsal metinlerde resmedilen İsa’ya karşı bir
saldırı gerçekleştiriyor. Örneğin Avakian, eğer İsa Tanrı’nın oğlu ise, içine
şeytan girmişçesine, insanların inançlarını sömürmek yerine, hastalığın
niteliğine dair “gerçeği insanlara neden söylememiştir?” diye soruyor. (s. 24)
İnsan burada bir kez daha merak ediyor, Avakian
esasında kime konuşuyor diye. Konuştuğu kişi, din içinde kalan, İsa’nın kutsal
olduğuna inanan ama insanın içine şeytan gireceğine inanmayan biri mi? Avakian,
böylesi bir kişinin “İsa ‘neden şeytan meytan yok. İyileştirdiğim hastalıklar
bilimsel açıdan izah edilebilir sebeplere sahip’ demedi?” sorusu üzerinden ikna
edilebileceğini mi zannediyor? O inanan kişi, İsa’nın hastaları iyileştirdiğini
varsaymıyor mu, o dönemin insanları bunu bir üfürükçülük olarak mı anlıyorlar?
Avakian, bu meseleyi anlamıyor. Müminlerin duygu ve yaklaşımları ile empati
kurmuyor. Onun için tek mesele, yürüttüğü propagandanın ne kadar etkili olduğu.
Avakian, Paul ve İsa’nın kölelik ve cinsiyetlerarası
eşitsizliği kabul etmekle kalmadığını, ayrıca bunları destekleyip yaydığını
söylüyor. (s. 23). Ona göre bu tavır, iki adamın kariyerlerinin ana yönü. Ama
milattan önce birinci yüzyılda Roma İmparatorluğu’nun bilimsel ve felsefî
niteliği için benzer bir değerlendirmeyi neden yapmıyor? Bazıları olumlu
nitelik arz eden, muazzam tarihsel sonuçlar doğurmuş bu iki insanın
öğretilerindeki yeni muhteviyatı göz ardı veya ihmal ederek Avakian,
entelektüel merak konusunda ciddi bir zafiyet gösteriyor ve geçmiş sınıflı
toplumların inançlarıyla “uğraşmayı” asla istemiyor. Onun köle sahipliği
üzerine kurulu antikiteye de bu şekilde yaklaşması mümkün. Bu toplumlardaki
dinî evrimin detaylarına bakmaktan neden bu kadar rahatsız oluyor, zira
bunların hepsi kölelik ve patriarka üzerine kurulu.
Oysa Paul’ün kölelik sistemine karşı ajitasyon
faaliyeti yürütmediği açık. O kölelerin efendilerine itaat etmelerini istemiş
de olabilir (1 Timothy 6:1 ve Titus 2:9-10, bu mektupların kimin elinden
çıktığı tartışmalı bir konudur). Ama Paul, birçok köleyi safına kazanıyor.
Romalıların Mektupları (16:6-15) bölümünde ismiyle andığı, selamladığı
insanların neredeyse tamamı köle isimlerine sahip. Paul, bu insanların hepsini
kurduğu örgütte eşit kabul ediyor. Onun ve diğer Hristiyanların köleliğe dönük
yaklaşımları devrimci değilse de önemli sonuçlara yol açmış. Romalı yönetici
sınıf, fizikî emeği hor görüyor, oysa İsa bir marangoz, Paul ise çergici,
pazarlarda sergi açan bir esnaf. İlk Hristiyanlık kölelerce icra edilen el
emeğini şerefli kabul ediyor. Dördüncü yüzyıldan itibaren Hristiyanlaşan
imparatorluk kölelere evlenme hakkı veriyor. Satış sebebiyle köle birlikleri
kolayca dağılabiliyorlar. Aynı evlilik kurumu, diğer sosyal sınıflara da tatbik
ediliyor. “Ana akım” Hristiyan hareketi, köleliğe karşı bir devrime hiç öncülük
etmiyor ama Nisalı Aziz Gregory, dördüncü yüzyılda köleliği mahkûm ediyor ve
Ortaçağ’da kölelik Avrupa’da nadir görülüyor.
Dolayısıyla, Avakian’ın ilk dönem Hristiyanlık ve
kölelik arasındaki ilişkiye dair tespiti asla diyalektik değil. Onun üzerinde
durduğu ana husus, İncil’de geçen Hristiyan figürlere asla hürmet edilmemesi
gerektiği, zira bu isimler, kendi dönemlerinde bugün birçok insanın (en azından
Avakian’ın ulaşmak istediklerinin) kanıksadığı ilkeler lehine tek laf
etmiyorlar. O, asıl üzerinde durduğu meseleyi kışkırtıcı bir biçimde dile
getiriyor:
“[…]
eğer bir şekilde İsa, bugüne taşınmış olsa ve biz onunla yüzleşme imkânı
bulsak, muhtemelen onu hiç sevmeyecektik, hatta kesinlikle sevmemeliyiz.”
(s. 83, vurgu Avakian’a ait).
Eski ve Yeni Ahit’i Birbiriyle Karıştırmak
Avakian, çalışmasında On Emir’le cedelleşiyor (s.
25-30) ve kimi geçerli noktalara temas ediyor: On Emir’in köleliği kabul edip
patriyarkayı kurumsallaştırdığını söylüyor, bunların bugün bize akıldışı ve
gaddarca gelen (tüm antikite kanunları gibi) Musevi Şeriatı’na ait paketin
içinde olduğuna değiniyor. Bu kanunların bugünde paylaşılması ve yüceltilmesi
(ki aynı durum, Hamurabi Kanunları veya Hindistan’daki Manu Kanunları için de
geçerli) tümüyle gericidir ve bu yaklaşıma karşı çıkılmalıdır. Ama ardından
Avakian, Hristiyanlığın köklerinin Eski Ahit’e uzandığına değiniyor (s. 31),
böylelikle Paulcü “yeni ahit” anlayışını önemsizleştiriyor, onun üzerindeki
Mısır, Mezopotamya ve Pers etkisini sıfırlıyor. Ölüp ötedünyaya çıkan tanrı
yeniden diriliyor! Oysa Eski Ahit’te bu anlatıyı meşrulaştıracak bir aktarıma
rastlanmıyor, ama bu konuda Osiris ve İsis, Temmuz, Mitralar gibi
Hristiyanlıktan eski inanışlarda paralel anlatılarla karşılaşılıyor.[16]
Avakian, Eski ve Yeni Ahit arasındaki tutarlılığa
fazla merak salıyor. “Birçok Hristiyan köktenci (en azından ABD’dekiler), Musa
Şeriatı’nın gereği olarak, “bildiğim kadarıyla hayvan kurban etmiyorlar” diyor.
(s. 34) Bu gözlem, “Köktenci Hristiyanlık ve Salata Barı Hristiyanlığı”
başlıklı bölümde geçiyor. Burada yazar, Hristiyanları iki tipe ayırıyor: kitaba
motamot iman edenler ve kabul ya da reddetmek istedikleri kısımları seçenler.
Yazarın ifadesine göre, birinci tiptekiler ikinci tiptekileri “salata barı
Hristiyanları” olarak nitelendirip eleştiriyorlar. Bu ikinci kesim, kendilerini
rahatsız edenleri veya yanlış bulduklarını kenara itiyor. Yazar, bu tespiti
doğru kabul ediyor. Ama ardından da sadece liberal Hristiyanların değil
köktencilerin de “seçmeci” bir tavır içerisinde olduklarını söylüyor ve hayvan
kurban etme meselesini örnek olarak sunuyor.
Yazara göre bu yaklaşım, Kitab-ı Mukaddes öğretisinin
dışına çıkmayı ifade ediyor. Oysa esasında Yeni Ahit, İsa’nın müritlerinin
Yahudi şeriatında kendisine yer bulan ritüellerle ilgili yükümlülüklerden muaf
tutulduğunu net olarak söylüyor. Bu yükümlülüklerden biri de Eski Ahit’in
üçüncü kitabı olan Levililer’de geçen hayvan kurban etme meselesi. Yeni Ahit’te
hayvan kurban eden Hristiyanlara sadece bir kez atıfta bulunuluyor. Bu da
Resullerin İşleri (21:18-29) bölümünde karşımıza çıkıyor: Paul ve diğer dört
kişi, İsa’nın kardeşi James’in tavsiyesi üzerine, Kudüs’teki Tapınak’ı ziyaret
ediyor ve rahiplere kurban kestiriyor. Bu iş, esasen (Musa Şeriatı’nın
hayatlarına hükmetmesi gerektiğine inanan) Yahudi Hristiyanlar arasında, Paul
ile ilgili olarak açığa çıkan şüpheleri ortadan kaldırmak için ifa ediliyor. Bu
ritüele katılmak suretiyle Paul, “Yahudiler arasında bir Yahudi” nasıl
olunacağını göstermiş oluyor (Badiou, s. 29). Ama Paul, kendi kurduğu Hristiyan
cemaatlerine yazdığı mektuplarda, paganlara has hayvan kurban etme törenlerine
katılmayı yasak ediyor (1 Korintliler 10:18), ayrıca Yahudi geleneğinde olan
kurban meselesine dair bir yorumda bulunmuyor, onun yerine çarmıha gerilen
İsa’nın bu türden ritüelleri geçersiz kıldığı üzerinde duruyor.
Başka bir deyişle, ABD’deki birçok köktenci
Hristiyan’ın bile hayvan kurban etmemesi, Kitab-ı Mukaddes öğretisini seçici
bir biçimde ret ve kabul etmesi meselesi değil. Burada asıl mesele, Avakian’ın
Hristiyanlık ile Eski Ahit arasındaki ilişkiyi yanlış anlaması, kendisini
takdir eden cemaatinin huzurunda vaaz verirken seçtiği konu başlığının
detaylarına pek özen ve dikkat göstermemesi.
“Salata Barı Hristiyanları”:
Seçseler de Seçmeseler de Lanet Gitsin Cümlesine
Hem liberal hem de köktenci Hristiyanlara birlikte
hitap eden Avakian şunları söylüyor:
“Ama
sonrasında şu temel soru çıkıyor karşımıza: Kitab-ı Mukaddes ve Hristiyan dinî
geleneğinin tüm zamanlar ve her yer için doğru ve geçerli olduğunu inkâr
ettiğimizde peki ‘ilahi otorite’ nerede kalıyor?” (s. 33).
Dolayısıyla, bunun ardından da “birçok Hristiyan
köktenci tutarlı olmak istiyorsa, çocuklarını dövmeli, eşcinselleri öldürmeli,
âdet gören kadınlardan uzak durmalı, cadıları öldürmeli, kadınlara tecavüz edip
onları savaş ganimeti diye sırtlayıp götürmeli, Hristiyan olmayanları
katletmeli” diyor. Devamında da şu tespiti yapıyor:
“Bunlar,
Hristiyan faşist köktencilere yöneltilmesi gereken meşru ve çok önemli
sorulardır. Siz hangisisiniz? Ya Kitab-ı Mukaddes’in tamamına, tanrının
‘yanılması mümkün olmayan kelâmına’, her bir kelimesinin kesinlikle doğru
olduğuna ve bu sözlere iman edilmesi gerektiğine inanıyorsunuz ya da
inanmıyorsunuz.”
Avakian, genel manada köktenci olanlardan “bu
Hristiyan faşist köktencilere” ani bir geçiş yapıyor. Öfkeli bir tonla Avakian,
“bu insanların Kitab-ı Mukaddes ve Hristiyan dinî geleneği konusunda
zırvalamalarına ve yan çizmelerine, bunların bugün için uygunsuz olduğunu
söyleyerek kıvırmalarına izin vermemek gerek” diyor (s. 34)
Avakian, liberallerden daha ateşli bir biçimde,
köktencilere “salata barı” suçlamasını yöneltiyor. Onları “Bunların Tanrı’nın
mutlak kelâmı olmadığını, her kelimesine ve her kısmına tam olarak iman
etmediklerini kabule zorlamak” istiyor. (s. 34). Oysa genelde onun liberal
Hristiyanlara seslenmesi beklenir, zira muhtemelen onun kitabını liberal
Hristiyanlar okuyacak. Ama onlar da muhtemelen şu cevabı verecekler.
Hristiyanlık, köklü bir geleneğe sahiptir. Bu gelenek, İskenderiyeli Origen’e
dek uzanan, 200’lü yıllar civarında gelişen ve Eski Ahit’e ait mitleri sembolik
düzeyde yorumlayan bir akımı da içerir. Bu liberal Hristiyanlar, Avakian’a
yirminci yüzyılın en önemli teologlarından olan Rudolf Bultmann’ın (1884-1976)
Yeni Ahit’i “mitlerden arındırma” hareketine öncülük ettiğini anlatacak,
Kitab-ı Mukaddes’in motamot, kitabî olmayan yorumlarının birçok Protestan papaz
okulunda birer standart hâline geldiğini söyleyecektir.[17] Bu liberal
Hristiyanlar, muhtemelen Avakian’a kendisini Hristiyan olarak tanımlayan birçok
kişinin Kitab-ı Mukaddes’i Tanrı’nın “mutlak” kelâmı olarak görmediğinden ya da
onu “salata barı” mecazının varsaydığından daha sofistike bir şekilde
yorumlayan kimi özel fikirlere sahip olduğundan bahsedecektir.
Bilime Karşı Din Konusunda Ürkek Bir Değerlendirme
Ardından Avakian şu uyarıyı yapıyor: “Tüm bu
hususların çok ciddi meseleler olduğunu anlamak gerçekten önemlidir.” (s. 35).
Burada okurun “tüm bu hususlar”dan neyin kastettiğini anlaması mümkün değil.
Dinin varlığı mı kastedilen? Tanrı, İsa ve Paul’un korkunç şahsiyetleri mi? On
Emir mi? Salata barı mı? Ama Avakian, tartışması dâhilinde, tekrar “Hristiyan
faşistlere” dönüyor.
“Bu
insanlar, sokaklarda dolanan birer akıl hastası değil sadece. Ayrıca aile
değerleri koalisyonu ve George W. Bush gibi ‘saygı gören’ tipte insanlar.
Bunlar, sadece tanrıyla kişisel bir ilişki içerisinde olduklarına inanmakla
kalmıyorlar, ayrıca Irak’ın işgali gibi konularda talimatlar veriyorlar.”
Ardından Avakian, Pat Robertson’ın (1991’de dile
getirdiği) iç karartıcı ifadelerini alıntılıyor. Robertson, orada dindar sağın
“şeytanî güçlere karşı yürüttüğü manevi savaş”tan bahsediyor.
Bu şeytanî güçler ateistleri, komünistleri,
eşcinselleri ve dindar “deliler”in başında olduğu devletleri içeriyor. (s. 37)
Devamında yazarımız, Napolyon türünden yöneticilerin
bireysel düzlemde dine karşı kayıtsızken, onu gerici amaçları doğrultusunda
kullandıklarından bahsediyor. Ronald Reagan’ın kişisel manada agnostik olmasına
karşın, dini ve köktenci Hristiyanlığa özgü ahlakı fiilen teşvik ettiğini
söylüyor. (s. 41) Buna ilişkin kanıt olarak ABD’nin solcu gerillalara karşı
Hristiyan Rios-Montt’un desteklenmesini öne sürüyor. Reagan’ın SSCB’nin
bombalanmasına dair o ünlü “esprisine” atıfta bulunuyor ve gene Reagan’ın
(Kaliforniya valisi iken) Simbiyoniz Kurtuluş Ordusu’nun talebi olan yoksullara
gıda dağıtımıyla ilgili olarak “umarım gıda zehirlenmesi ile sonuçlanır”
demesinden bahsediyor. (s. 38-42). Esasında Avakian’ın bu örnekleri dinî
köktencilikle nasıl bağlantılandırdığı meçhul. Zira Reagan’ın dış politikası,
kendilerini gerici “aile değerleri” meselesine vakfetmiş Hristiyan köktenci
örgütlerden çok seküler yeni-muhafazakârların nüfuzu altında şekillenmiştir.
Avakian’ın ilerleyen bölümlerde ele aldığı konu
başlıkları şunlar: evrime dönük köktenci saldırı, “zekâ tasarımının” teşvik
edilmesi, ordu içerisinde Hristiyan faşist köktenciliğin yayılması ve yeni
karanlık çağlar tehdidi (s. 43-45). Herhangi bir yapıdan muaf olan bu bölümün
ardından Avakian şu soruyu soruyor: “Eğer Tanrılar Yoksa İnsanlara Neden Onlara
İnanıyorlar?” Ardından şunu söylüyor: “Bir adım geri çekilip tarihten daha
kapsamlı bir resim elde etmeye çalışalım.” (s. 46). Oysa bu konuyla ilgili kalem
oynatmış, Ludwig Feuerbach ve diğer teorisyenlerden etkilenen Marx ve Engels’i,
William James’i, Max Müller’i, Max Weber’i, Mircea Eliade’yi, James Campbell’ı,
James George Frazer’ı, E.E. Evans-Pritchard’ı, Victor Turner’ı vb. içeren
zengin literatürden faydalanmak yerine Avakian, sorduğu soruya epey yavan bir
cevap veriyor.
Devamında Avakian, Yaradılış denilen hikâyenin
“bilimin bize öğrettikleriyle örtüşmediğini” (s. 46) ve “her yerde insanların
geldikleri yerlere benzeyen şeyleri izah etmek için mitler icat ettiklerini”
söylüyor (s. 47). “Mitler” diyor “doğanın doğru bir tarifini vermez, dinî
hikâyeler ve kitaplar esas olarak mitlere dayanırlar.” (s. 47-8). Nuh’un
gemisine dair herhangi bir kanıtın bulunmadığından bahsediyor. (Sanki onun bu
sözüne inanan herkes “yo belki de doğrudur” diyecek. Bu türden ilkel bir
tartışma gerçekten gerekli mi?)
Avakian’a göre, bu türden hikâyeler zararsız, ama gene
de “insanların zihnen köle olmalarını sağlıyor.” (s. 51). Sınıflı toplumun
ortaya çıkışından beri bu hikâyeler, yönetici sınıflar eliyle insanları sömürüp
onlara zulmetmek için kullanılıyorlar. Yazar, anlaşılan, “İnsanlar neden
tanrılara inanıyorlar?” sorusuna bu tatmin edici cevabı buluyor.
Soru-cevap seansı, “İnsanlar Neden Farklı Tanrılara
İnanıyorlar?” sorusu ile devam ediyor. Buna yazar, “fetihler yüzünden” diye
cevap veriyor (“Meksikalılar Aztek tanrılarına inanıyorlar, zira fatihler
Hristiyanlığı onlarla tanıştırmadı” diyor Avakian, s. 52-3); ihtiyarî
gelişmeler farklı yerlerde yeni bir inancı koşulluyor. Ayrıca, “toplumdaki
güçlü kurumlar farklı tanrıları benimsiyorlar ve onlara ibadet etmeleri
konusunda insanların beyinlerini yıkıyorlar (s. 57). Koyu harflerle yazılan
Birinci Bölüm bir tür özetle son buluyor:
“Tanrı
veya tanrılar anlayışı, insanlığın, onun hamlığının ve cahilliğinin icadıdır.
Bu anlayış, yönetici sınıflar eliyle süreklileştirilmektedir. […] İnsanlık için
yeni, daha iyi bir dünya ve gelecek kurmak, bu türden sınıfları alaşağı etmek
demektir.”
Marksist literatüre aşina olan ve bu meselenin son 160
yıl içerisinde birçok kez gündeme getirildiğini bilen kimi okurlar, Avakian’ın
vaazının bu meselede bizlerin ne kadar derinleşmemizi sağladığını merak
edebilirler.
Teklif Edilen Alternatif Yaklaşım
Onu okumanın zekâ gerektirmesine saygı duymakla
birlikte, Avakian’ın aşağıdakine benzer cümleleri neden dile dökemediğini insan
gene de merak ediyor:
“Friedrich
Engels’in bir keresinde ifade ettiği biçimiyle, ‘Düşünceyi düşünen maddeden
ayırmak imkânsızdır.’[…]
Tanrı’yı
tahayyül eden herkes, Tanrı’yı yaratıcılık, irade, duygu ve akla sahip bir şey
olarak düşünüyor. Bunlar biz insanlarda var. Ama ne zamandır var? Düşünce,
sinir sistemlerine bağlı beyinlerden neşet ediyor. Beyin, bu gezegende
(balıkların beyinlerinden başlayarak) yaklaşık 450 milyon yıldır var. Memeli
beyinleri ise 200 milyon yıldır burada. Homo sapiens, bu dünyada muhtemelen
250.000 yıldır yaşıyor.
Marx
ve Engels’in de ifade ettiği üzere, biz kendimizi hayvanlardan üretmek ve
etrafımızdaki dünyayı ileriye yönelik olarak değiştirmek üzerinden
ayrıştırıyoruz. Belirli bir noktada doğal olguları izah etmek için (kimi
akademisyenlere göre 50.000 yıl önce) dil kullanmaya başladıktan sonra
tanrıları icat ettik. Çocuklarımızı sakinleştirmek için onlara fırtınanın
fırtına tanrısınca yaratıldığını, onun kısa süre sonra patlamaya
sonlandıracağını anlattık. Mevsimlerin değişmesini tanrıların ölüm ve yeniden doğumları
ile açıkladık. Kitab-ı Mukaddes’teki Tanrı’nın İnsan’ı kendi suretinde
yaratmasına dair hikâye, esasında belirli bir geçmişe sahip: insanlar tanrıları
yarattılar ve onlara insanî nitelikler yüklediler. Onlar, tıpkı bizim gibi
yaratıyor, seviyor ve öfkeleniyorlardı. Doyurulmak istiyorlardı. Kendilerini
memnun edene ödül, etmeyene ceza veriyorlardı.
3.000
yıl önce kimi toplumlar, sadece tek bir tanrının ya da küçük tanrıların yardım
ettiği tek bir Yaratıcı-Tanrı’nın olduğu fikrini ürettiler. Orta Asya ve
Persya’da Zerdüştlük, antik Hint düşüncesinde kimi okullar, İbranîlerden de
önce Tek Tanrı’yı fikrettiler, esasında İbranîleri asıl etkileyen, Babillerin
esiri iken maruz kaldıkları Zerdüştlüktü. Eski Ahit’teki tanrı Yehova, ilk
başta İbranîlerin kabile tanrısı idi. Ama sürgünde olanlar, onun Babil’e dek
kendilerine eşlik ettiğine inandığından, bu tanrı daha da büyüdü, tüm kozmosun
efendisi hâline geldi.
Yahudi
tektanrıcılığı, Büyük İskender’in Ortadoğu’yu fethettiği dönemde Grek
düşüncesinden etkilendi. Judea, ticaret yollarının merkezinde idi ve Roma
dönemi boyunca nüfusu epey arttı. Yahudilik içerisinde diğer dinlerden
etkilenen çokça yeni eğilim ortaya çıktı. Hristiyanlık bunlardan biriydi. Bu
din, insanî form kazanan, korkunç bir ölümle ölen, ardından ölü bedenden
yükselip ruhları kurtaran, Yahudi dışı bir Tanrı anlayışını ödünç aldı.
Buradaki özgül unsur, Tanrı’nın gayet insanîleştirilmesi idi. İsa bağışlayan,
adil, kibar, sevgi dolu ideal insandı. Bu tanrıya ibadet ederken insanlar,
hayale dayalı veya canavar benzeri figürlere tapmaya dair ilk pratiklerden
uzaklaştılar, uzak bir Tanrı Baba’ya yüzünü döndüler ve kendilerinin idealize
edilmiş bir versiyonuna tapmaya başladılar. (Feuerbach’ın “Hristiyanlığın özü”
dediği şey buydu.) Ama içimizde Hristiyan olanlar ya da bu dinden etkilenenler
dâhil biz, bu tarihi akılla anlamaya başlar başlamaz, ondan ve diğer dinî
tefekkürden koptuk. Din, insan aklının bir ürünüdür. Marx’ın da tespit ettiği
üzere, onda huzurlu ve güzel bir yön mevcuttur: O, hem çekilen çilenin bir
ifadesi hem de o çileye yönelik bir protestodur. Ama bir daha ifade etmekte
fayda var: düşünen maddeyi düşünceden ayırmak, Tanrı’yı dini yaratan homo
sapiens’ten ayırmak imkânsızdır.
Mevcut
bilimsel düşünceye göre, içinde yaşadığımız, giderek genişleyen kozmos, bir
‘büyük patlama’da yaklaşık 14 milyar yıl önce ‘yaratıldı’. Ondan önce neler
olduğunu kim biliyor ki? Belki de her daim büyük çöküşleri takip eden büyük
patlamalar yaşandı. Belki de (en son) büyük patlamanın ardından bilinç ortaya
çıktı. Uzay ve zaman arasındaki ilişki büyüleyici, bu ilişkiyi incelemek ya da
onun üzerine dogmalardan ve her türden kolayca başvurulan mitolojik izahattan
ari tefekkür etmek en azından dinî inanca bağlanmak kadar yapmaya değer bir
şeydir.”
Bu türden şeyleri işiten dindar bir insan, belki de
söylenenlere aldırmayacak, verilen mesaja direnecektir. Ama muhtemelen bu
söylenenler, kafasına işlenecek ve zaman içerisinde tefekküründe kimi
değişikliklere yol açacaktır. Kanaatimce Avakian’ın yaklaşımından daha hayırlı
bir yaklaşımdır bu, zira onun yaklaşımı esas olarak ilkel bir analize ve kaba
bir hicve dayanmaktadır.
Cahil Cesaretiyle Yapılmış Bir Yeni Ahit Tefsiri
Away With All Gods! isimli
çalışmasının ikinci bölümünde Avakian, Hristiyanlık ve İslam’ın ortaya çıkışına
dair tarihsel bir değerlendirme sunmaya çalışır. Burada köktenciliğin günümüz
dünyasında neden geliştiğini sorar. Hristiyanlıkla ilgili tartışması, büyük
ölçüde ilk dönem Hristiyanlık üzerine çalışmalar kaleme almış olan Bart D.
Ehrman ve James D. Tabor’ın eserlerine dayanır. Ehrman’ın Misquoting Jesus:
The Story Behind Who Changed the Bible and Why [“İsa’nın Sözlerini Yanlış
Aktarmak: Kitab-ı Mukaddes’i Kimin ve Neden Değiştirdiğinin Hikâyesi” -2005]
isimli çalışması, Kitab-ı Mukaddes’in yazanların eklediği pasaj ve materyalleri
nasıl içerdiğini izah etmektedir.[18] Avakian bu kitaptan, Kitab-ı Mukaddes’in
insanların kaleme aldığı kimi belgeleri içerdiğini göstermek için yararlanır.
Tabor’ın The Jesus Dynasty: the Hidden History of Jesus, His Royal Family,
and the Birth of Christianity [“İsa Hanedanlığı: İsa’nın Gizli Tarihi,
Kraliyet Ailesi ve Hristiyanlığın Doğuşu” -2006) isimli kitabı ise Avakian’ın
daha ihtilaflı bulduğu bir çalışmadır.[19]
Tabor’a göre, İsa’nın yerine hareketin başına Peter
yerine yarı ağabeyi(?) James geçer ama sonra Peter lider kabul edilir. Paul ise
Yahudi olmayanlar arasında yeni bir Hristiyanlık versiyonunu yayar. James’in
“çizgi”si galebe çalınca Hristiyanlık bir tür Yahudi tarikatı olarak gelişir,
bir dünya dini hâline gelmez.[20] Avakian, bu kitabı Hristiyanlığın bu son
bahsedilen form dâhilinde ortaya çıkışının kaçınılmaz ama bir bakıma da
tesadüfî olduğunu söylemek için kullanır. Paul daha erken ölmüş olsa, her şey muhtemelen
daha farklı gelişecektir (s. 79).
Avakian’ın üzerinde durduğu ana noktalar arasında
herhangi bir ihtilaf söz konusu değildir ve Hristiyanlık tarihi üzerine
çalışmalar yapan seküler ve liberal din âlimlerince kabul edilmektedir. Ama
onun kimi detayları yanlış ele aldığı açıktır. Avakian’a göre, “ilk dönem
Hristiyanlar, Yahudilerdeki beslenme kısıtlamaları ve sünnet uygulaması
yüzünden harekete insan kazanma konusunda çok güçlük çekmişlerdir.” Buna göre
“ilk dönem Hristiyanlar” hâlen Yahudi tarikatı olan bir yapıya Yahudi
olmayanları kazanmaya çalışmışlar ve adam kazanma konusunda başarısız olunca da
hayal kırıklığına uğramışlardır. Esasında hareketi Yahudi olmayanlara taşıyan,
Paul’dür. Paul, sünneti ve Musa şeriatına bağlanma gerekliliğini reddetmiştir.
Bunun sebebi, “bu şartları dayatma noktasında çok güçlük çekmiş olmaları”
değil, onun eski şeriatı gereksiz kılan “yeni bir ahit teolojisi” sunmasıdır.
Galatyalılara Mektup’ta (1-2. Bap) açıkça ortaya konduğu biçimiyle, Paul bu
konuda James, Peter ve John’dan ciddi bir itirazla karşılaşmıştır.
İlk Dönem Hristiyanlık Tarihi Konusunda Kimi Kafa
Karışıklıkları
“Paul’ün Öncü Rolü ve Etkisi” (s. 72 ve devamı)
üzerine vaaz veren Avakian, Badiou’nün gayet iyi kavradığı bir şeyi yanlış
anladığını ortaya koyar: “önceki zorunluluğu dâhilinde şeriat onu takip
ettiğini iddia edenler için bile artık kabul edilebilir bir şey değildir. […]
aniden hâkim hâle gelen hakikat için ölüm ilkesi devreye girer.”[21]
Hristiyanlar, Eski Ahit’in şeriatından kurtulmuşlardır. Temel mesele, artık
Paul’cü tarzda, “iman üzerinden meşruiyet kazanmaktır.” Avakian ise Paul’ün
“iman üzerine özel vurgu yaptığını” söyler ve bu vurguyu “budünyaya yönelik bir
kaygıdan varolduğu düşünülen ötedünyaya dönük bir meşguliyete kaydırma
girişimi” ile bağlantılandırır (s. 81) ve asıl meseleyi anlayamaz. Esasen imana
vurgu, Yahudilerin özel olduğuna dair yaklaşımdan “bu dünya”ya ait olağanüstü
anlamlarla birlikte evrenselciliğe geçişi ifade eder.
İsa’nın çarmıha gerilmesi konusunda kimin mesul olduğu
meselesi, sıkça tartışılmıştır. Avakian bu meseleye hiç el atmaz ama şunu
söylemekle yetinir: “Yahudilerin İsa’nın çarmıha gerilmesinden sorumlu
tutulması mümkün değildir.” Devamında da İncil değerlendirmelerinin her daim
antisemitizmi teşvik etmek için kullanıldığını söyler (s. 76-7). Şu tespiti ise
yanlıştır: “Âlimler, Yahudilerin çarmıha gerilme meselesinden sorumlu olduğuna
dair anlatıların Hristiyan geleneğe İsa’nın ölümünden yüzyıl kadar sonra girdiğini
göstermişlerdir” (s. 77). Burada yazar, yaklaşık MS 130 yılında (muhtemelen
70-100 yılları arasında kaleme alınmış olan) dört İncil’in bu sorumluluğu
Yahudilerin sırtına yüklemek için değiştirildiğini iddia etmektedir. ama
Avakian, bu konuyla ilgili tek bir âlimden bile alıntı yapmaz.
Tüm İnciller, idamı emredenin Roma maliye memuru
Pontius Plate olduğunu göstermektedir. Bu memurun idam emri verme yetkisi
bulunmaktadır. İnciller, ayrıca mahkeme ve infaz sürecini başlatanın Pilate
olmadığını da ortaya koymaktadır (İsa’yı tutuklayan Yahudi mahkemesi
Sanhedrin’dir, oysa John İncil’inde mahkemenin ajanlarına bir Roma lejyonunun
eşlik ettiği söylenmektedir). İsa’nın ölümü konusunda en genel manada
Yahudileri sorumlu tutmak, elbette ki mantıkdışıdır ve kötü bir yaklaşımın
ürünüdür. (İnciller bazen bunu yaparlar; örneğin bkz.: Matthew 27:25, yüzlerce
yıl Yahudilerin öldürülmesinde Hristiyan antisemitistler bu metni istismar
etmişlerdir.) Ama İncil’de geçen senaryonun desteklenmesi mümkün değildir:
Tapınak’ta tefecilerin masalarını devirdiği ve sert eleştiriler dile getirdiği
için Sanhedrin (Mark 11:15, Matthew 21:12-16, Luke 19:45-46) İsa’yı dine küfür
ettiği için tutuklamış, sonra da Pilate’ten halkı Roma’ya karşı isyana teşvik
ettiği için idam etmesini istemiştir. Roma Yahudileri tarihçisi Josephus, Eski
Yahudi Eserleri (MS 90) isimli çalışmasında şunu yazmaktadır: “Pilate, en
yüksek mercideki insanların suçlamalarını dinledikten sonra onun çarmıha
gerilerek idam edilmesine karar verdi.”[22]
Bu “sorumluluk” meselesinin her hâlükârda
sorunsallaştırılması zorunludur. İsa’nın ölümüne yol açan olaylar zincirini
tetikleyenin Yahudi yetkililerin olduğunu söylemek, sorumluluğu o dönemde
yaşayan tüm Yahudilerin sırtına yüklemek demek değildir. Roma’nın elindeki
Judea ve diğer yerlerde yaşayan Yahudiler arasında Hristiyanlar da vardır ve
liderlerinin aldıkları kararlardan ötürü tüm bir halkı suçlamak elbette ki
mümkün değildir. Ama Yahudilere suç isnat ederken kullandığımız İncillerde
(bilhassa John İncil’inde) teolojik bir bağlam mevcuttur: Yahudi olmayanlardan
oluşan bir hareketin içindeki Hristiyanlar, Yahudileri kendi Mesih’lerini
reddettiklerini düşünmektedir. Kudüs’teki tapınağın MS 70’te, Birinci
Romalılar-Yahudiler Savaşı esnasında yıkılması, Mesih’in hep birlikte
reddettikleri için Tanrı’nın tüm Judealılara verdiği bir cezadır.[23]
Avakian’ın ifadesine eşlik eden o uzun dipnotta,
“âlimlerin Yahudilerin sorumluluğu meselesinin İsa’nın ölümünden yüzyıl kadar
sonra Kitab-ı Mukaddes’e girdiği” yazılıdır. Ama Avakian, bu konuda kimseye
atıfta bulunmamaktadır. Bunun yerine Jerry Falwell ve Pat Robertson gibi
Protestan Hristiyan köktencilerdeki antisemitizmin kendisini Mel Gibson’ın The
Passion of the Christ filmine dönük desteklerinde açığa çıktığını ve bu
desteğin İsrail devletine sunulan destekle uyuştuğunu ifade eder. (s. 77-8).
Buradaki kelime tercihleri de ilginçtir: Avakian, neden “Falwell ve Robertson
gibi Hristiyan faşistler” demekten kaçınıyor, neden sadece “köktenciler”
demiyor? Avakian’ın bu terimleri kullanması arasında belirli tutarsızlıklar söz
konusu. Yaklaşımındaki ana fikir şu: “ABD’li emperyalist yöneticilerin dünyada
ABD emperyalizminin bir enstrümanı ve askerî karakolu olarak İsrail’e destek
vermeleri gerek.” Bu nedenle Avakian’ın ilk tartışmasını takip edersek,
Devrimci Komünist Partisi’nin İncillerde bulduğu antisemitizmi benimseyen
Hristiyan faşistlerce yönetildiği dönemde bile bu insanların İsrail’e verilen
desteği ve Hristiyan köktenciliğini (iki çelişkili unsuru) İkinci Zuhur
öğretisi üzerinden uzlaştırmaları gerekiyor. Kökenini Vahiy Kitabı’ndan alan bu
öğreti, İsa’nın merkezi Kudüs olan kanlı bir savaşın ardından, bir kopuş
döneminde geri döneceğini söylüyor.[24] ABD’deki köktenci Hristiyanlar, İsrail
devletinin ateşli birer destekçisi, oysa bunlar, İsa’nın döndüğünde Nihai
Yargılama’ya inanmadıkları için Hristiyan olmayanları cezalandıracağına
inanıyorlar.
Bu değerlendirmede kimi doğru yönler mevcut. İsrail
meselesi, Avakian’ın ele aldığı konu başlığında merkezî bir yerde durmasına
karşın, insan, gene de bu konuyu neden iki sayfa tutan bir dipnotta ele
aldığını merak ediyor. ABD’li emperyalistlerin İsrail’i niye destekledikleri
meselesi, salt İsrail’in “askerî karakol” olmasına indirgenemez. Ana akıma
mensup burjuva analistler bile İsrail’i desteklemenin ABD’li emperyalistlerin
çıkarlarına ters düştüğünü söylemektedirler. Orada ABD üsleri yok, oysa ABD
Ortadoğu’da İsrail civarındaki ülkelerde askerî karakollara sahip. ABD’nin
İsrail’e verdiği desteği izah etmek için bizim İsrail lobisinin muazzam kaynaklarına
vurgu yapmamız gerek. Seküler Yahudi Siyonistler ve ateşli Hristiyan
evanjelistlere kadar geniş bir örgütler ağını içeren bu lobi, seçmen ve politik
bağışçı olarak önemli bir prestije sahip. Belki de burada mesele, siyasetin
emperyalizmin “ihtiyaçlarından” çok iyi örgütlenmiş dinî (ve seküler
milliyetçi/Siyonist) güçlere dayanıyor olmasıdır.
Avakian, çalışmasında İmparator Konstantin’in
Hristiyanlık tarihinde oynadığı öncü role de değiniyor (s. 63-4). O, bir yerde,
tektanrıcılığın Roma’nın birleşmesi ve yeni toprakların fethedilmesi konusunda
avantaj sunmasından bahsediyor (s. 79). Esasında Roma o dönemde en güzel
günlerini yaşıyor. Konstantin’den sonra yeni bir toprak fethedilmiyor, ele
geçirilemiyor.[25] Hâlihazırda mevcut olan, dağınık durumdaki imparatorluğun
birleşme sürecinde Hristiyanlığın sahip olduğu değeri incelemek gerçekten kıymetli
bir iş. Ama maalesef Hristiyanlık tarihinde olumlu yönler bulmamaya
programlanmış olan Avakian, bu düşüncenin izini asla sürmüyor.
Avakian, çalışmasında dördüncü yüzyılda Hristiyanlığın
legalize olduğundan, (325’te toplanan tartışmalı İznik Konsili’nde) standardize
edildiğinden ve tüm Romalı yurttaşlara dayatıldığından (380) bahsetmiyor.
Devletin dayattığı kitabîlikle özel kimi metinler Yeni Ahit olarak
benimseniyorlar ve politik açıdan belirli bir din ortaya çıkıyor, öte yandan
kitaba uymayan metinlerse yakılıyor, “heretik” okullar yıkılıyor. Dolayısıyla
Avakian’ın eleştirdiği Hristiyanlık, esasında başlarda birbirleriyle rekabet içerisinde
olmuş birçok versiyon içerisinde sonradan muzaffer olmuş, bir tür Hristiyanlık.
Roma İmparatorluğu dinî çeşitliliğe her daim
hoşgörüyle yaklaşmış, oysa kilise muzaffer olunca muhalefete zulmetmiş.
Avakian, kendi muhayyilelerinde gördüklerini varsaydıkları zulümlere dair
şikâyetlerde bulunan ABD’deki köktenci Hristiyanlardaki tuhaflığa işaret ediyor
(s. 69). Ama öte yandan, kendisi de abartılı bir yaklaşımla, Konstantin
döneminden bugüne dek “Hristiyan dünyada” Hristiyanlığı uygulamayı reddeden
herkes için hayatın cehenneme çevrildiğini söylüyor (s. 72). Başka yerlerde
olduğu gibi burada da o, düşmanda eksik olduğunu düşündüğü bakış açısına dair
bir ölçüt sunuyor.
Mağrur bir yaklaşımla Avakian, şu soruyu soruyor: “Ben
bu meseleye neden bu kadar kapsamlı bir ölçü dâhilinde eğildim?” (s. 81)
Kendisinin sorduğu bu ipe sapa gelmez soruya verdiği cevap şu hususları
içeriyor:
(a) Hristiyanlık, dünya tarihi üzerinde kapsamlı bir
nüfuza sahiptir;
(b) bu din, birçok yönetici sınıf tarafından devlet
dini olarak ele alınmıştır;
(c) ABD’de bu dine “iltimas geçilmektedir”, Amerika’da
Hristiyanlığı resmi devlet dini yapma konusunda güçlü çevreler hamleler
yapmaktadır;
(d) Hristiyanlığı anlamak önemlidir. O, dünyevî
faktörlere dayanmaktadır. Hristiyanlığı kuşatan gizemli perdeyi kaldırmamız ve
(daha önce aktarıldığı üzere) “İsa’yı pek fazla sevmememiz gerekmektedir” (s.
83). Zira Avakian’ın tarifine göre, “tüm bunlar sonuçta geçmişe aittir.”
(s.84).
İslam’a Yüzeysel Bir Bakış
Avakian’ın kitabının bir sonraki bölümünün başlığı
“İslam Hıristiyanlıktan Daha İyi Değil (Hatta Ondan Daha Kötü)” kendi kendini
izah eden bir başlıktır. Görünüşe göre her ne kadar alıntı yapılmayıp kaynakça
bölümüne alınsa da, Maxime Rodinson’ın konuyla ilgili uzmanlığına başvuran bu
bölüm, kitabın belki de en az sorunlu bölümüdür. Burada Avakian, İslam’ın
yedinci yüzyıl başlarında doğuşuna tarihsel materyalist bir açıklama getirmeye
çalışmaktadır.[26] Yazar, genel kanaatine dikkatleri çekmektedir: Kur’an,
Kitab-ı Mukaddes gibi köleliği ve patriyarkayı meşrulaştırmaktadır. Bölümün
sonunda ise şu soru sorulur: “İslam’ın Allah’ı ile Yahudi-Hıristiyan din
geleneğinin Tanrı denilen ilk faşisti arasında anlamlı herhangi bir fark var
mıdır?”[s. 95]
Esasında “Allah”, Arapça “Tanrı” demektir
(İbranicedeki “Elohim”e yakındır) ama Kur’an’da tarif edilen bu tanrısallık,
Eski Ahit’in Yehova’sından ve Hıristiyan Teslis’indeki Baba’dan farklıdır.
Kur’an’a göre Allah, hak yolundaki Yahudi, Hıristiyan, Sabi veya Müslüman’ın
Cennet’e girebileceğini söyler [Bakara:62].
Bunlar ehli kitaptır. (Oysa Hıristiyanlığın kutsal
metinlerinde Hıristiyan olmayanlar cehenneme giderler)[27] İslam’da insanları
zorla dine döndürme yoktur [Bakara:191 ve Bakara:226]. Bu ilkeye her zaman
uyulmamış bile olsa, genel İslam tarihi, Hıristiyan toplumlarında görülenden
daha fazla hoşgörüye sahiptir. Halifeler döneminde, Müslüman İspanya’da ve
Balkanlar’da insanlar, İslam’a vergi muafiyetleri konusunda bir çare bulmak
için ihtida etmeye teşvik edilmiş, ama Yahudiler ve Hıristiyanlar işlerine devam
etmiş, hatta yüksek mevkilere gelmişlerdir.
Bu tip meselelerden bilhassa “İslamofaşizm” denilen
sözde tehdidin üzerinde duranlarca sürdürülen o kötü amaçlı Müslüman karşıtı
kampanya bağlamında bahsetmek gerek. Devrimci Komünist Partisi, bu kampanyaya
uygun bir dille karşı çıktı. Ama “Hıristiyan Faşist” tehdidi söyleminin
savunucusu olan Avakian’ın İslamofaşizm denilen konu başlığını neden ele
almadığı, merak konusu. Muhtemelen İslamofaşizm ve Hıristiyan Faşizmi arasında
bir kıyaslama yapıldığında bu kıyaslama, Avakian’ın Hıristiyan Faşizminin yol
açtığı iddia edilen tehdide ilişkin yaklaşımını zayıflatıyor.
Avakian, sonrasında “teröre karşı savaş” meselesine
yüzünü çeviriyor ve İslamî köktenciliğin diğer dinî köktencilik biçimlerinden
daha kötü ve daha tehlikeli olduğunu iddia ediyor. Ardından İslam’da din-devlet
ayrımı olmadığına dair eleştiriyi ele alıyor (s. 97). Ama bu meseleyi somut
olarak ele almıyor, Müslümanların çoğunluğu teşkil ettiği seküler devletlerin
bulunduğundan, bunların bazılarının (Musaddık’ın İran’ı, Saddam’ın Irak’ı ve
Baasçı Suriye) ABD emperyalizminin saldırısına uğradığından, bu devletlerden
bazılarının en baskıcı biçimi sergilediğinden bahsediyor, bir yandan da ABD’de
kilise ile devlet arasındaki ayrımın eksik ve tehdit altında olduğundan söz
ediyor. (Devamında Müslüman dünyada seküler rejimlerin çökertilmesine yönelik
ABD eliyle ortaya konulan çabaları tarif ediyor (s. 106 ve devamı) ve köktenci
İslam’ın ABD saldırılarına tepki olarak ortaya çıktığına vurgu yapıyor) Doğru
bir ifadeyle, “teröre karşı savaş”ı emperyalist bir savaş olarak nitelendiriyor
ve 1997’de yaptığı konuşmasından alıntı yapıyor. Avakian, o konuşmasında “iki
gerici kutbun”, “McDünya ile McHaçlı Seferleri’nin (batı karşıtı İslamcılarla
ABD emperyalizminin) savaştığını, bu iki gücün birbirine karşı olmasına karşın,
birbirini pekiştirdiğini söylüyor (s.100).
Dinî Köktencilikteki Artışın İzahı
“Günümüz Dünyasında Dinî Köktencilik Neden Büyüyor?”
başlıklı bir sonraki bölümde Avakian, sorduğu soruya ekonomiye dayalı bir
izahat sunmaya çalışıyor. Dinî köktencilikteki artışı Üçüncü Dünya’daki
kentlerde “enformel ekonomi”nin yoğunlaşmasına, kitlelerdeki artan
güvensizleşmeye ve istikrarsız yaşam koşullarına bağlıyor, bu koşullarsa,
insanların dinî köktenciliği bir “tutamak” olarak görmelerine neden oluyorlar
(s. 102). (Bir dipnotta Avakian, ABD’de Hıristiyan köktenciliğin yaşadığı
yükselişi farklı bir sınıf dâhilinde, orta sınıf bağlamında ele alıyor [s.
104]). Gözlemine göre, İslamcılaşanların çoğu, bir kuşak önce Maoist. Endonezya
ve diğer Müslüman ülkelerdeki komünist hareket ABD emperyalizmi tarafından yok
ediliyor (s. 110-2). Öte yandan ABD, Afganistan’da Sovyetler’e karşı cihadîleri
aktif olarak destekliyor (s. 107).
Birden yazar, vites değiştiriyor ve isim vermeksizin
birilerini “dinî köktenciliğe ve genelde dine karşı kibirli bir yaklaşım
sergiledikleri için” azarlıyor. Oysa o ana kadar kitabı okuyanların Avakian’ı
bu kibirlilikle suçlaması mümkün. Ama bu noktada bir güvence sunuyor ve şunları
söylüyor:
“Birçok
insanın dine olan derin inancını ciddiye almamak, kibrin en derin biçimidir.
Adaletsizliğe ve zulme karşı mücadelede gerekli olan, dinî inançlarını taşımayı
sürdüren insanları en geniş manada birleştirmektir.” (s. 114).
Devamında Avakian, Marksist politik ekonomide ifade
edildiği biçimiyle, üretimin toplumsallaşması ile mülkiyetin özelleşmesi
arasındaki kapitalizmin temel çelişkisine geçiş yapıyor. Söz konusu çelişkiyi
ileri teknoloji ve bilimle “örgütlü cehalet”teki artış arasındaki çelişkiye
bağlıyor. (s. 115). Üretim güçlerinin gelişiminin ister istemez “daha fazla
aydınlanma”ya yol açmadığını, kökünü dinden alan cehaletin “kapitalist birikim
sistemini perçinleyebileceğini” söylüyor (s. 117). İkinci Bölüm, bu yeterince geliştirilmemiş
ama ilginç kimi hususlarla birlikte sona eriyor.
Temel Hıristiyan Öğretileriyle Alay Etmek
Üçüncü Bölüm, en kısa ve en az değere sahip bölüm.
Burada Avakian, “Hıristiyan Faşizmi”yle ilgili tezini geliştiriyor. Önce
Yahudiliğin, Hıristiyanlığın ve İslam’ın patriarkal inanç sistemleri olduğunu
gösteriyor. Daha önce ele aldığı bu hususa dair ek örnekler veriyor. İşe
İsa’nın Tanrı’nın “oğlu” olarak resmedilmesine bakıyor ve John 3:16’dan şu
alıntıyı yapıyor: “Tanrı dünyayı çok sevdiği için tek oğlunu verdi, bu nedenle
ona inanan yok olmaz, ebedi bir hayat yaşar.”
Avakian, neyin ileri sürüldüğüne, neyin teşvik
edildiğine daha derinlemesine bakılmasını öneriyor (s. 122). Yaratılış
efsanesine yeniden bakıyor, cennetten düşüşü ele alıyor ve şunu söylüyor: “Bu
ayete göre, insanlığın tamamı ayvayı yemiş. İşte bu, hepimizin aklımızda
tutmamız gereken şey.”
İkinci husus ise şu: “Neden oğul? Buradaki fikir çok
saçma. [Gülüşmeler] Tanrı’ya inanıyorsunuz değil mi, o vakit onun istediği
kadar oğlu olabileceğini de düşünüyor olmalısınız. [Gülüşmeler]” (s. 122).
Avakian, bu noktada erkeklerin hâkim olduğu bir toplumda kız çocuklarının pek
bir değer taşımadıklarını söylüyor. Argümanını daha net ifade etmek için şunu
aktarıyor: “Bir düşünün, İncil’de ‘Tanrı size tek kızını verdi’ yazıyor,
inandırıcı gelmiyor değil mi? [Gülüşmeler]” (s. 123).
Başvurduğu alaycı ton (dinleyenlerin tepkileri) onun
Teslis’e yönelik önceki atıflarını anımsatıyor.
Sayfa 27’de ifade ettiği üzere, “İsa doğaüstü bir
varlık değil, Tanrı’nın bir parçası, aynı zamanda onun oğlu.” Avakian, bu
konuda aynı sayfaya şu dipnotu düşmüş: “Burada amacım, Hıristiyanlara ait
teslisle ilgili esrarlı öğretiyi keşfetmek değil.” Oysa konuyu gündeme getiren
kendisi! Sonrasında da şunu yazıyor: “Öğretiyi anlayan da yok. Bir de şu kutsal
ruh saçmalığı var. Kimse bunun ne anlama geldiğini bilmiyor!” [Gülüşmeler] (s.
64).
Oysa teslisin ne anlama geldiğini, onu savunanlar için
neyi ifade ettiğini biliyoruz. Ta Tertullian döneminden beri Hıristiyan
yazarlar, bu meseleyi açıklığa kavuşturmuş (terim ilk kez MS 216 civarı
kullanılmış), düşünce tarihçileri teslisin yeni Eflatunculuk ve Hint düşüncesi
ile ilişkilerini incelemiş. Tüm bunlar, Avakian’a saçma, alay edilecek birer
malzeme, gülünüp geçilecek bir konu gibi gelebilir ama Augustine’den
Feuerbach’a kadar birçok düşünür, konuyla ilgili yaratıcı fikirler geliştirmiş
(Feuerbach 1841 tarihli, Marx’ın da beğeniyle bahsettiği, Hıristiyanlığın
Özü çalışmasının bir bölümünü ilginç bir psikolojik teslis analizine tahsis
etmiş).[28]
Burada da ben, gene Avakian’ı kimlerin dinlediği
sorusuyla yüzleşiyorum. O kime ulaşmaya çalışıyor? Galiba Cornel West, Rahip
George W. Webber ve Keşiş Daniel Berrigan gibi dindar isimleri etkilemek
niyetinde. Bu isimler, geçmişte kendisinden bahsetmiş kişiler. Tahminimce
derdi, ateistlere ve agnostiklere seslenmek değil. Hedefinde, Tanrı’nın
varlığını sorgulamaya açık olan ama kendilerini Hıristiyan olarak tanımlayan,
kendi zihin dünyalarında Hıristiyan öğretisini daha derinlemesine yorumlayan
insanlar var.
Örneğin Hıristiyan olarak yetiştirilmiş bir kişi,
teslisi şu şekilde izah eder: “Yaratılmış, bir anlamda kozmosu yöneten bir yüce
zihin”. Bu “Baba” Tanrı’dır. Bu varlık erkek değildir, insanın anlayışının
ötesindedir. İnsanların zihinleri, bu Zihin’den türemiştir. Bu karşılıklı
bağlantılık ise Kutsal Ruh’tur, kozmik zihinle insanlık arasındaki dinamik,
süregiden etkileşimdir. İsa, yani Oğul, Baba Tanrı’yı ve insanlığı kısa
insanlık tarihi süresince insan biçiminde yeryüzünde varolan kutsal varlık
olarak birbirine bağlar. İsa hem tanrı hem insandır; O, geride model ve ahlakî
öğreti miras bırakmıştır.
Teslisi bu şekilde ele alan bir kişi, Avakian’ın
yaklaşımı için “ne kadar bayat” diyecek, hatta bu yaklaşımı “aşağılayıcı”
bulacaktır. Avakian’ın ağırlıklı kısmı Hıristiyan olan kitleye hakaret ettiği
düşünülecek ve “onca aşağıladığı, hakaret ettiği insanları bu adam nasıl
birleştirecek?” diye sorulacaktır.
Din ve Patriyarkaya Dair Dolambaçlı Fikirler
Avakian, Teslis’i patriarkal değerlere bağlıyor. Oysa
Teslis, bu kadar basit bir mesele değil. İlk dönem Hristiyan hareketi dâhilinde
kimi tarikatlar, Tanrı’yı Baba-Anne-Oğul teslisi olarak anlıyorlar ya da bazen
(dişi kabul edilen irfan anlamında) Sophia, Anne’nin yerini alıyor. Ama
Avakian, sonrasında galebe çalmış olan Hristiyanlık yorumunu tenkit etmekle
ilgilendiğinden, mağlup edilmiş olan İrfanî [gnostik] Hristiyanları doğalında
hiç incelemeye tenezzül etmiyor. Bu yüzden de ondaki ilk dönem Hristiyanlığa
dair cinsiyet tartışması, basit bir içerikle somutlaşıyor.
Başlarda İsa’nın partiyarkayı kabul ve teşvik ettiğini
iddia eden Avakian (s. 20) anneyle (“Bakire Meryem”le) ilgili inancı kadınların
kontrolü ve onların cinsiyetinin erkeğin mülkü olarak görülmesi meselesine
bağlıyor. Bu noktada (s. 124-5) ana mevzusuna geri dönüyor. Uygun (ama
gülüşmelerin eşlik ettiği, küstah) bir dille, İsa’nın bir bakireden doğduğu
iddiasının onun nesebinin (Matta 1:16’da yapıldığı üzere) “Meryem’in eşi Yusuf”
üzerinden izinin sürülmesi arasında bir uyuşmazlık tespit ediyor (Luka 3:23
“İsa’nın Yusuf’un oğlu olduğunun düşünüldüğünden” bahsediyor.). Avakian ise
Hristiyanlığa göre Meryem’in nesebinin önemsiz olduğunu söylüyor: “Neden? Çünkü
o bir kadın” (s. 124).
Bu söylenenlerin hiçbirisinde yanlışlık yok. Esasında
Bakire Meryem inancına dair feminist yazını yinelemekle yetiniyor. Oysa bu
söylenenlerin tek taraflı olduğunu görmek gerekiyor. Avakian, Meryem’in rolünün
“evladını seven, çile çeken ana” olduğunu söylüyor, onu zulüm gören kadınlığa
dair bir model olarak takdim ediyor. Onun “Tanrı’ya yalvarırken insanların
başvurduğu bir tür aracı” olarak iş gördüğünü söylüyor (s. 124-5). Ama bir an
durup şunu düşünmüyor: Hristiyanlık, Meryem Ana’yı müminler için hürmet duyulacak
bir kişilik hâline getiriyor, yüzlerce yıl Hristiyanlar, açık ve gizli
yollardan, ona “Tanrı’nın Anası” ve “Cennet’in Sultanı” olarak ibadet ediyor.
Onunla ilgili inanç, muhtemelen Hristiyanlık öncesi “toprak ana tanrıçası”
kültlerinden kök alıyor ve bu kültleri içselleştiriyor. Söz konusu inancın
Hristiyanlığın zuhur ettiği patriyarkal toplumda patriyarkayla kurduğu ilişki,
incelenmeyi hak eden bir mesele.
Aziz Paul’ün İsa’da “artık kadın-erkek ayrımı
kalmamıştı” demesi de önemli (Galatyalılar 3:28). Diğer önemli bir husus da
onun Romalılara yazdığı mektubu bir kadın papaz yardımcısı ile göndermiş olması
(Romalılar 16:1) ve ilk Hristiyanların Tekla’nın İşleri’ni yüceltme noktasında
Paul Kanunları’nı üretmiş olması. Tekla, Aziz Paul’un bir refiki, ilk
Hristiyanları vaftiz eden ve onlara vaaz veren bir kadın. Kadınların kilisede
nasıl susturulduklarını göstermek için Havva hikâyesini anımsatmak ya da (Paul’a
atfedilen, yazarı tartışmalı) 1 Timothy 2:11’den alıntı yapmak, pek yeterli
değil (s. 123). Kadınların Hristiyanlıktan nasıl etkilendikleri, daha olgun
analizleri hak eden, karmaşık bir mesele (zira patriarkanın her yerde, tüm
sınıflı toplum süresince hâkim olduğu son iki bin yıl boyunca Hristiyan dünyayı
kuşatan patriarkal geleneklere veya patriarkanın hüküm sürdüğü bölgedeki
Hristiyanlık öncesi döneme ait formlara karşıt bir dinamik söz konusu.).
Aniden konuyu değiştiren Avakian, devamında Kuzey
Afrika’daki patriarkal toplumlardan Fransa’ya göç eden (erkek) Müslüman
göçmenlerin geleneksel çerçeveleri açısından kadınların aşırı özgürlükle
yüzleşmeleri karşısında daha da dindarlaşmalarından bahsediyor ve dünya
genelindeki belirsizlik koşullarının insanları “güçlü bir baba figürüne
bağlanmaya ittiğini” söylüyor. Avakian’a göre, birçok insan için insan
formundaki güçlü baba figürü yeterli gelmediğinden, her şeyi bilen, gören,
kudretli Tanrı imajı devletin güçlü lideri ile temsil olunuyor” (s. 128) diyor.
Avakian’a göre, bu tür bir durum, ABD’de gey evliliği
konusunda bir ihtilafa yol açıyor, patriyarka birçok gey ilişkisinde ana mesele
olduğundan, gey evliliklerinin patriyarkanın altını oyacağı, onu yok edeceği
düşünülüyor (s. 129). Oysa Hristiyan faşistlerin gey evliliğine itirazlarının
amacı, “geleneksel ahlâkı güçlendirmek” (s. 131). Avakian, kitabında bu
meseleye birkaç sayfa ayırıyor, faşist eğilimlere sahip bulunmayan birçok
Hristiyan’ın olduğu, sadece Aziz Paul’a bağlılık üzerinden kitabî literalizme
eğilimli olduğu gerçeğini zerre dikkate almıyor. Aziz Paul, eşcinselliğin
“doğadışı” ve Tanrı’nın emrine karşıt olduğunu düşünüyor (Romalılar 1:26-7),
dolayısıyla bugün Hristiyanlar, gey evliliğine bu temelde karşı çıkıyorlar.
Programında eşcinselliği sosyalizmde elimine etmeye dair bir dili içeren 2.000
kişilik parti kongresinin şu veya bu derecede dinî temelli homofobiyi (veya en
azından gey evliliğine karşıtlığı) “faşizmle” birleştirebilmesi, gerçekten
dikkate değer bir konu.
ABD’deki patriarkal, Hristiyan faşist güçler bedensel
cezayı teşvik ediyorlar. Ama Avakian ahkâm keserek şunu söylüyor: “Açık ve net
olalım. Kız çocukları, genelde tüm çocuklar, ebeveynlerinin malı olarak
görülmemeli, bu şekilde yetiştirilmemeli. Bizim hedeflediğimiz dünya, bu değil”
(s. 133). Ardından da uygun çocuk yetiştirmeyle ilgili yorumlara yer veriliyor
ve “özgürlük”le ilgili tartışmanın ardından, büyük harflerle şu sonuca
ulaşılıyor: “bize devrim gerek” (s. 135).
Avakian, ardından Kitab-ı Mukaddes’e imanın güçlü
olduğu ABD eyaletlerinde linç kültürünün neden yaygın olduğunu ve köktenci
dinin tarihsel düzlemde köleliği nasıl meşrulaştırıp kışkırttığını, Jim Crow
yasalarına nasıl zemin hazırladığını, (Martin Luther King’i de içeren)
Güney’deki Siyahî vaizlerinse sistemden kopamayışlarını ve bir mücadeleye
öncülük edememelerini ele alıyor (s. 136-49). “Hristiyan Faşizmi ve Soykırım”
ile ilgili düştüğü kısa not ise bize Kitab-ı Mukaddes’in eşcinsellerin
öldürülmeleri gerektiğini söylediğini anımsatıyor. Aynı Avakian, 1998’de Pat
Robertson’ın suç ve ceza ile ilgili yorumlarını, “ülkenin orta kesimlerindeki
kentlerde halk kitlelerine karşı önerilen ‘nihai çözüm’e dair tümüyle
yanlışlanamaz bir öneri” olarak niteliyor (s. 150). On yıl sonra başkanlık
kampanyasında da görüldüğü üzere, dinî sağın yaşadığı büyük yenilgilerin ve
ülke siyasetindeki azalan nüfuzunun ardından, bu türden lafların fazla dramatik
ve tesir yaratma amaçlı olduğunu söylemek gerek. Avakian, hâlâ “Hristiyan
faşizmi”ne ilişkin ikna edici bir analiz sunmuyor, o bu konuda işlevsel bir
tanım bile dile getiremiyor.
Kitabın Üçüncü Bölüm’ü, genelde dine, özelde günaha
dönük inancın “köle zihniyeti”ni oluşturduğu iddiası ile son buluyor. İşin
garibi, o (tepeden tırnağa dindar bir isim olan) Malcolm X’in sözlerini farklı
kelimelerle dile getiriyor: “Buraya duymak istediğiniz şeyleri söylemeye
gelmedim” (s. 153). Özünde Avakian şunu söylüyor:
“Gerçekliğe
olduğu biçimiyle karşı koymayı istemeyen ya da karşı koyamayan ezilen insanlar,
köle ve ezilen kalmaya mahkûmdurlar.”
“Solcu” Bir Hahamın Uzun Eleştirisi
Bob Avakian’ın kitabının son kısmı, iki din âlimine
karşı yürüttüğü polemiğe ayrılmış: Rabbi Michael Lerner ve Karen Armstrong.
Avakian, konuya geçiş cümlesi için, “Lerner’in kitaplarına dair tartışmaya
geçiş yapmak istiyorum” diyor, sonrasında hahamın dinlerle ilgili ilerici
faaliyetine itiraz ediyor. (Avakian söylemiyor ama Lerner, Berkeley İfade
Özgürlüğü Hareketi’nin üyelerinden biridir ve uzun süredir savaş karşıtı
faaliyetler içerisindedir, aynı zamanda halk arasında bilinen bir aydındır.
Cornel West, onu “önemli bir aydın ve neslimizin manevî lideri” olarak
tanımlamaktadır. Birkaç yıl önce Maneviyatçı İlericiler Ağı’nı kurmuştur.
Eskiden Katolik rahibe olan Karen Armstrong ise Tanrı’nın Tarihi’ni
ayrıca Buda ve Muhammed ile ilgili çalışmaları da içeren, dünya dinleri ile
alakalı konu başlıklarında çok sayıda eser ortaya koymuş bir isimdir.)
Avakian, kitabının 43 sayfasını (yaklaşık beşte
birini) Lerner’in The Left Hand of God: Taking Back Our Country from the
Religious Right [“Tanrı’nın Sol Eli: Ülkemizi Dindar Sağdan Geri Almak”]
isimli çalışmasına ayırır.[29] Bu kitapta Lerner, (Demokrat Parti içerisindeki
solcuları da içerecek biçimde) tüm “sol”un din karşıtı oldukları suçlamasından
kurtulmaları, dindar sağın ve onun savaş yanlısı, bilim karşıtı, gerici “aile
değerleri” anlayışının karşısına maneviyat temelli bir savaş karşıtlığıyla,
bilim yanlısı, ilerici bir gündemle çıkması gerektiğinden bahseder. Avakian,
Lerner’le birlik olmayı gerektirecek çok şeyin bulunduğunu kabul eder (s. 160),
ama onu birkaç hususla ilgili olarak eleştirmekten de geri duramaz.
Avakian’a göre Lerner, “kapitalizmin temel
çelişkisinin toplumsallaşmış üretimle özel mülkiyet arasında cereyan ettiğini
anlamamaktadır” (s. 163). Aktardığı kadarıyla, Lerner, bu tip şeyler yazmak
suretiyle, “az çok feodalizmi romantize eden şeyler” söyleyip durmaktadır:
“örneğin o, Ortaçağ Kilisesi’nin işçi istihdam edenlere ‘adil ücret’
vermelerini, pazarda mal satanlara ise ‘adil fiyat’ belirlemelerini
emrettiğinden bahsetmektedir. […] Başkalarıyla ilgilenmek, Hristiyan olmayı
ifade eden ana özelliklerden biridir.”[30]
Haham Lerner, dindar sağdaki herkesin “kötü dürtüler”e
sahip olduğu iddiasında değildir. Bu noktada “büyük çoğunluğu motive eden
ilkelerdir, bunlar, dünya için en iyi olanı isteyen insanlardır” demektedir.
Avakian, bu yaklaşımı “epey çocuksu” bulur ve tekrar tekrar Lerner’in Hristiyan
Faşizmini anlamadığını söyler (oysa bu kavramın Avakian tarafından hâlâ
açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.)
Lerner, “güvenli, yasal ve nadir bir eylem” olması
sebebiyle kürtajı destekler ve onun kadına “duygusal açıdan çok acı verdiğini”
söyler. Buna karşılık Avakian, “doğru değil” der (s. 186). Dindar bir isim
olarak Lerner, “içimizden akıp giden hayatın mucizesine” inanan biridir. Bu,
Avakian’ın, gülüp geçtiği, alay ettiği (s. 187), alkışlarla protesto ettiği bir
yaklaşımdır (s. 189).
Bu sebeple Avakian, belli bir yere kadar Devrimci
Komünist Partisi ile çalışmış olan (Bizim Adımıza Savaşmayın Kampanyası’na imza
atan) Lerner’e saldırır. Saldırmasının sebebi, onun ateist ve komünist
olmaması, DKP’nin “Hristiyan Faşist” kavramını desteklememesidir. İnsan,
Avakian’ın polemiğinin Lerner’in siyonizminden veya İsrail’in NATO’ya girişine
destek olmasından neden bahsetmediğini merak ediyor.
Kitabın tüm bu bölümünde görünüşte ana husus,
dindarların (DKP öncülüğünde gerçekleşecek) devrimi yapmada bir rol alıp
almayacakları, almalarının gerekli olup olmadığıdır. Zira dindarlar da
emperyalist savaşa karşı çıkmakta, ülke içerisindeki baskılara ve ekonomideki
erimeye itiraz etmekte, en geniş ittifakın sağlanmasına katkı sunmaktadırlar.
Oysa Avakian, (henüz tanımlamadığı) Hristiyan Faşizmi tehdidine karşı bir
savunma olarak, ateizmin popülerleşmesine odaklanmak niyetindedir.
Mitler Tarihinin Yanlış Anlaşılması
Son olarak Avakian, Armstrong’un A Short History of
Myth [“Kısa Bir Mit Tarihi”] isimli çalışmasını ele alır ve onun mitin
niteliğine dair yorumunu sorgular.[31] Armstrong’a göre “mit […] doğrudur, zira
o olgulara dair bilgiler vermektedir, ayrıca hayatın anlamına dair derin bir
görüş kazandırmaktadır.”[32] Armstrong’un kitabı, Yontma Taş Çağı’nda
avcılıkla, onun inanç ve ritüelle ilişkisine dair bir tartışma ile başlar,
devamında da Cilâlı Taş Çağı’nda yeryüzünün ve tarımsal emeğin miti nasıl
biçimlendirdiğini, bildiğimiz hâliyle dinin milattan önce 800 civarında mitin
içinden nasıl çıkıp geliştiğini inceler.
Açık ki burada bahsi edilen “doğruluk, sembolik,
kültürel, antropolik ve psikolojiktir. Bu noktada “biz, mit üreten
yaratıklarız, bizim acil ihtiyaçlarımızın ötesini görme tutkumuzun önemini
anlamamız için mite ihtiyacımız vardır. Bizler, miti sadece bir ‘kaynak’ olarak
kullanmıyoruz, ona dünyaya bir kez daha kutsal bir şey olarak hürmet etmemize
katkı sunduğu için ihtiyaç duyarız.” Böylelikle Armstrong, tanrı ve tanrıçalara
düz mânâda inanmaya ihtiyaç duymadığımızı söylemekte, insanlık tarihinde mitin
yaygınlığına dair bir gözlemde bulunmaktadır. Sonunda da bugün mitin işlevinin
bir roman içerisinden alınanlarla ifa edildiğini söylemektedir (buna şunu
eklemek mümkün: bu işlev, liderlerin mitlerde görülen vasıfları kendi
hanelerine yazma girişiminde ve günümüzde politik hayat içerisinde mevcut
irrasyonel ama güçlü inanışlar eliyle ifa edilmektedir.)
Ne var ki Avakian, Armstrong’un “mitik inanç eskiden
bir yönüyle doğruydu” tespitinden rahatsız olur ve Armstrong’u “pragmatizmle ve
araçsalcılıkla” suçlar, “gerçekliğe dair öznel bir tanımda bulunmakla”
eleştirir (s. 203). İnsan tabii merak ediyor, Armstrong da birçok Marksist
gibi, Avakian’ın Lenin’deki mitte bulunan her türden hakikati inkâr etmeyi
rasyonel bulan “felsefî rölativizm”e yönelik itirazına başvuracak mı?
Avakian, Away With All Gods [“Tüm Tanrılardan
Kurtulun”] başlıklı kampanyasında Armstrong’un çabasını tümüyle yanlış
anlamaktadır. Belki de kitabın bu entelektüel seviye ile son bulması daha uygun
olurdu.
Sonuç bölümünde Avakian, evrim teorisinin doğru
olduğunu yineler; dinin kitlelerin afyonu olduğunu, insan doğasının sabit
değil, zaman içerisinde değiştiğini, insanların sosyalist devrim yoluyla
özgürleştirilebileceğini söyler. Bunların hepsi kesinlikle doğru. Peki ama
insan sormaz mı, SSCB ve Çin’de sosyalist devrimler yenilgiye uğradıktan sonra
bu ülkelerde insanlar, akın akın neden dinî hareketlere koştular? İnsanlara
ateizm telkin etme gayretleri neden hayal kırıklığı yaratacak ölçüde eksik
kaldı ve hızla tersine döndü? Dinî inanca ait bu olgulara yönelik kusurlu bir
analiz üzerinden söz konusu süreç, biraz kaba ve hassasiyetleri gözetmeden
işlemiş olabilir mi?
Bayağılığın Kürsüsüne Çıkıp Vaaz Vermek
Avakian, bu kitabında herhangi bir teorik sıçrama
gerçekleştiriyor mu? Yoksa sırtını yaslayıp, ağdalı bir bayağılığın kürsüsünden
vaaz mı veriyor? Üç İbrahimî dini gayet iyi anladığını söylüyor, ama bu
tespitin beni hiç ikna etmediğini söylemeliyim. Elinden geleni yaptığı açık. Bu
dinleri benimseyen insanlara empatiyle yaklaşıp onları Tanrı merkezli dünya
görüşlerinden vazgeçirmeye çalışabilirdi. Hristiyan Faşistlerin belirli
insanlara soykırım uygulayacağı ve öngörülebilir bir gelecekte teokrasiyi hâkim
kılacakları üzerinden, Amerikan halkını tehdit ettiğini söylüyor, ama bu
yaklaşımı da beni ikna etmedi. 237 sayfanın ardından bu kitabın “önemli bir
toplumsal mesele” hâline gelebileceği, hatta gelmesi gerektiği iddiası da hiç
ikna edici değil.
Devrimci Komünist Partisi, Avakian’ın “takdir, terfi
ve popülerleşme kültürü”nü kabul etmiş durumda. Parti, misyonerlere has bir
çaba dâhilinde, bahsi geçen yazarı büyük bir düşünür ve lider olarak tanıtmak
derdinde. Avakian’ın ileride nasıl biri hâline geleceğini hep birlikte
göreceğiz.
Belki de günün sonunda Avakian, Armstrong’un “bir mit
doğrudur, çünkü etkilidir” sözüne inanacak. Belki de bu kitap ve onun üzerinden
yürütülen kampanya, “sahneye çıkıp muazzam bir tesire yol açacak.” Ama açık
konuşmam gerek ki ben bu iddiaya ancak güler geçerim.
Ben, Bultmann ile aynı fikirdeyim. Her şeyi mitsel
niteliğinden arındırmamız gerek. Tanrılardan kurtulalım elbette! Ama bunu
onlarla aynı safta olduğumuz sırada yapalım, tüm “o her şeyi küçümseyen
kurtarıcılardan da kurtulalım.”
Pavel Andreyev
Ekim 2008
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Die Neue Zeit, Cilt. 1 (1894-5), İngilizceye çeviren: Institute of
Marxism-Leninism, USSR, 1957. Kaynak: Marx/Engels Collected Works (Moskova:
Progress Publishers, 1975-2005), cilt. 27, 445-69.
[2] Preaching from a Pulpit of Bones: We Need
Morality But Not Traditional Morality (Şikago: Banner Press, 1999).
[3] 2 Samuel 24:1-24.
[4] 1 Chronicles 21:3.
[5] Revolution, sayı 15-23 (25 Eylül-20 Kasım
2005).
[6] “Dominyonistler”, yeryüzünde “hâkimiyet” kurma ve
insanları “boyun eğdirme” konusunda Tekvin 1:28’de Tanrı tarafından yetki
verildiği iddia edilen Hristiyan gruplar toplamıdır. ABD’de “Hristiyan Yeniden
İnşacılar” ve “Krallık Şimdi Teolojisi” savunuları olarak bölünen
dominyonistler, Hristiyanlara ilahi yasa yorumlarını topluma dayatmaları için
politik iktidarı ele geçirme çağrısı yapmaktadırlar. Bir analiz için bkz.: Chip
Berlet ve Matthew N. Lyons, Right-Wing Populism in America: Too Close for
Comfort (New York: Guilford Press, 2000).
[7] Marx, bu hususu 1844 tarihli ünlü çalışması Hegel’in
Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı’da dile getirir. Buna göre, “din
kitlelerin afyonudur”. Öte yandan Marx, dinin asli yönünün yanlış bilinç
olduğunu söyler ve Protestan reformunun tarihsel açıdan olumlu bir işlev
gördüğünü tespit eder.
[8] Max Weber, The Protestant Ethic and the Spirit
of Capitalism (Almanca baskısı 1905;); R. H. Tawney, Religion and the
Rise of Capitalism (New York: New American Library, 1954).
[9] Roma Katolikliğine yol açan Hristiyan tarikatlara
dair bir giriş için bkz.: Adolf von Harnack, Marcion, the Gospel of the
Alien God (ilk Almanca baskısı 1921; Durham, N.C.: Labyrinth Press, 1990).
[10] Stanford University Press, 2003.
[11] Badiou, s. 9, yer aldığı bölümler: Galatians 3:28
and Romans 2:10.
[12] Exodus 21:1.
[13] “Preface and Postscript to Rural Surveys” (Mart
ve Nisan 1941), Selected Works, Cilt. III, s. 13.
[14] Ferisiler ve Sedusiler, milattan önce birinci
yüzyılda Roma’nın elinde bulunan Judea’da hâkim politik ve dinî gruplardır.
[15] İsa’nın tarihselliğini reddeden âlimlere dair
kimi örnekler için bkz.: Robert M. Price, The Incredible Shrinking Son of
Man (Amherst: Prometheus, 2003) ve G. A. Wells, The Jesus Myth (Şikago:
Open Court, 1998).
[16] Hristiyanlara has ölüm ve diriliş mitinin pagan
mitolojisinden ödünç alındığına dair anlayış, en azından Sör James George
Frazer’ın 1890’da yayımlanan The Golden Bough: A Study in Magic and Religion
[“Altın Dal: Büyü ve Din Üzerine Bir Çalışma”] isimli kitaptan beri
akademik çalışmanın bir konusu olagelmiştir. Hristiyan inancının rasyonel bir
eleştirisinin oluşturulmasında bu denli hayatî öneme sahip, apaçık ortada olan
bir mevzunun Avakian’ın dikkatinden kaçması, gerçekten şaşırtıcıdır. Zira O,
Kitab-ı Mukaddes’e dikişsiz bir bütün olarak bir araya getirilmiş, binlerce yıl
içerisinde üretilip düzenlenmiş ve yeniden düzenlemeye tabi tutulmuş,
birbiriyle alakası olmayan metinlerin bir toplamasından ibaret bir kitap olarak
yaklaşma konusunda hâlâ ısrarcıdır.
[17] Örneğin bkz.: Rudolf Karl Bultmann, Jesus
Christ and Mythology (New York: Scribner, 1958), ayrıca, Karl Jaspers ve
Rudolf Karl Bultmann, Myth and Christianity: An Inquiry into the Possibility
of Religion without Myth (New York: Noonday Press, 1958).
[18] San Francisco: Harper San Francisco, 2005.
[19] Esasında 500 yıl öncesine uzandığı iddia edilen
ama birçok arkeologun sahte olduğunu söylediği, New Mexico’daki büyük kaya
parçası üzerine İbranî harfleri ile kazınmış On Emir versiyonun gerçek olduğunu
söyleyen Tabor’ın tüm kariyeri, ciddi tartışmalara yol açmıştır.
[20] Tabor, s. 75, 80.
[21] Badiou, s. 27.
[22] Josephus, Jewish Antiquities 18.63-64.
[23] Yayına Hz.: Judith Lieu, John A. North ve Tessa
Rajak, The Jews Among Pagans and Christians: In the Roman Empire (Londra:
Routledge, 1992), s. 83.
[24] Bkz.: 16:16 ve devamı, burada Armageddon Savaşı
tarif edilir.
[25] Trajan döneminde (ö. 117) imparatorluk esasında
azami sınırlarına ulaşmıştır.
[26] Maxime Rodinson, Muhammed, Prophet of Islam
(New York: Pantheon, 1980).
[27] Örneğin: John 3:18, Resullerin İşleri 4:12.
[28] Ludwig Feuerbach, “Chapter VII: The Mystery of
the Trinity,” The Essence of Christianity içinde, yayına hazırlayan ve
kısaltan: E.Graham Waring ve F. W. Srothmann (New York: Frederick Ungar
Publishing, 1973), s. 31-3.
[29] New York: HarperCollins, 2006.
[30] Lerner, s. 59, akt.: Avakian, s. 164.
[31] Edinburgh: Canongate Books, 2005.
[32] Armstrong, s. 10.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder