Dalgalar bir indi bir kalktı. Körpe kuzunun
ciğerlerine su doldu. Can denize karıştı. Adı Aylan’dı.
Onun için kanlı kâğıdı çiziktirenler, “Aylan, bizim
kazanımlarımıza kavuşmak için yarışırken öldü, yoksa tecavüzcü olacaktı” dedi.
Adı, Charlie Hebdo idi.[1]
Aylar önce o karikatürleri kendi solcu pozisyonlarını
meşrulaştırmak için aklamaya çalışanlar, bugün derginin “Aylan yaşasaydı,
kadınları taciz eden bir sapık olacaktı” demesine laf bile etmediler.
Edemezlerdi, “bu Müslümanlar yılbaşını kutlamasın zaten, böylelikle Taksim’deki taciz olayları azalır” diyorlardı fantastik dünyalarında.
Onların faşist Pegida’nın eylemine destek için çizilmiş Charlie
karikatürüne verdikleri onay, burasıyla ilgiliydi. Yaşam tarzını önemseyen,
dünyanın her yerinde mazlumların tatbik ettiği şiddette sadece yaşam tarzına
saldırı görebiliyordu.
O dünyalarda kadın, kapitalizmin basıncıyla cinsel bir
objeye indirgenmişti. O kadın, böylesi bir obje olmanın ağırlığıyla
özgürleşmeye çağrılıyordu. Geriliğin prangaları kırılıyor, haz nesnesi olmaya
kapatılan kadın, Taksim civarındaki küçük çiftliklerde ev kölesi hâline
getiriliyordu. Kadın, tüketimin konusuydu, onun içindi, tüketilmeliydi. O
kadın, şimdi de göçmenlerle ve Aylan ile ürkütülüyor, malikâne sahiplerine
mahkûm ediliyordu. Cinsel objeye indirgenen kadına kadınlığı unutturuluyordu.
Tarla kölesini ezen, ev kölelerini hizmetine alan Batı
ve solu, Türkiye soluna “devletiniz Türk ve Müslüman üzerine kurulu, bu
sütunları yıkın” diyordu. Böylece ona devletin kendisini küçük, mikro alanlarda
yeniden üretmesine hizmet etme görevi veriliyordu. O sol, o sütunların altında
gerçek Türklerin ve gerçek Müslümanların cesetlerini hiç görmedi. Devlet statik
değil dinamikti, kendisini topluma yedirecek araçlar üretiyordu.
O devlet, baro başkanı Metin Feyizoğlu ağzından, “ben
yıkılırsam, adalet de, gelecek de, refah da, insan hakları da, aydınlık da yok
size!” diyordu.[2] Bu sözler, mikro alanda, demokrasi edebiyatı dolayımıyla
başkaları üzerinden söyleniyordu. Feyizoğlu, Tayyip’in yerine (mi)
ısıtılıyordu(?) Bunu Tayyip alerjisini politik zannedenlere sormak gerekiyordu.
Bir masanın etrafında el ele tutuşup yaptıkları ayinde solun çağırdığı ruh bu
muydu?
O ruh “(şeriat) tehlike(si)nin farkında mısınız?”
diyordu geçmişte. Bugün bu söz IŞİD üzerinden söylenir hâle geldi. Aylan
Kürdi’yle dalga geçen dergiye sahip çıkanlar, devletin ideolojik aygıtlarına
zincirlerle bağlanıverdiler. Madem mesele IŞİD, Avrupa’da ezildiği gerekçesiyle
bu örgüte katılan ve “oğlum şeker bayramında benden şeker istedi, ben de ona
‘başka çocuklar şeker yiyebilene dek sana şeker yok’ dedim” diyen babanın
katılımına neden mani olmadığını, onu neden örgütleyemediğini kimse sorgulamıyordu.
Mesele, temelde sırf ve salt örgütçü olmakta, halkı
örgütlenecek, bir ağıla toplanacak koyun sürüsü olarak görmekte, onun müşterek
kavgasına örgütlenememekte idi. Kürd’ün kavgası bu vebali örtbas edemezdi.
Demek ki “ben şuyum buyum” deyince şu veya bu
olunmuyordu. Dün Kürd’den uzak durmayı, Gezi’ye bağlanmayı öğütleyenlerin bugün
Kürd’cülük yapması manasızdı. Mana, sadece Kürd’ün ol devletin rehabilitasyonu
için bir araç olarak kullanılması noktasında mevcut olabilirdi.
Sahip olduğu, kendisine özel ve has zannettiği bilgi,
örgütçülük şahsında gerçeği kendisine büküyordu. O örgüt mikro-devletlû özne
olmakla “bensiz gelecek haram” diyordu. Bu özne, mülkiyetindeki bilgiyle resmî
ideolojiyi teşkil ediyor, burjuvazinin devletiyle sadece rekabet ediyor, bu
rekabetin kendisini siyaset zannediyordu. Oysa Nâzım Hikmet’in şiirine atfen,
“çocuklar öldürülmesin, şeker de yiyebilsinler” ise, cümleten tarla
kölelerinin[3] tarihsel öfkeli çığlığına ve kavgasına örgütlenmek gerekiyordu.
Eren Balkır
13 Ocak 2016
Dipnotlar:
[1] Eren Balkır, “Kepenek”, 22 Ekim 2015, İştirakî.
[2] “Metin Feyzioğlu’dan Tam Destek”, 13 Ocak 2015, Sol.
[3] Malcolm X, “Ev Kölesi ve Tarla Kölesi”, 14 Ocak
2016, İştirakî.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder