Deepa Kumar Söyleşisi
Jacobin
21 Aralık 2015
İslamofobi aşırı sağ şahsında zirveye ulaştıkça
dilinin de daha bir zehirli hâl aldığı görülüyor, ama bu dil, aynı zamanda
ortanın soluna da sirayet ediyor. Örneğin Donald Trump’ın “tüm Müslüman göçünü
durduralım” önerisinde bulunduğu aynı hafta içerisinde liberal yazar Michael
Tomasky, Müslümanlara seslenerek, “iyi bir Amerikalı olduğunuzu ispatlayın”
dedi. Mevcut havayı nasıl değerlendiriyorsunuz? İslam düşmanlığı (İslamofobi)
denilen dilin bu mevcut yaygınlaşma düzeyini endişe verici buluyor musunuz?
Bu artış, bizi iki sebepten ötürü endişelendirmeli.
İlk sebep şu: San Bernardino ve Paris sonrası İslamofobi ve ona eşlik eden
nefret suçları arttı. Glenn Greenwald, bir hafta içerisinde Müslümanlara
yönelik tehditler ve saldırılarla ilgili bir liste hazırlamış, ortaya çıkan
sonuç gerçekten ürkütücü. 11 Eylül sonrası ilk kez bazı dostlarım,
başörtülerini kapşonlarıyla örtmek zorunda kaldılar. Bu insanlar, kendilerine
tanımadıkları kişilerin saldırmalarından korkuyorlar.
Irkçı ve yabancı düşmanı saldırılar yeni değil ve
giderek yoğunlaştı. 11 Eylül’den beri bu türden tepkilere tanık olmuştuk.
Örneğin İkiz Kuleler’in bulunduğu yere yapılması düşünülen Sıfır Noktası Camii
ile ilgili tartışma ve Boston Maratonu’nun bombalanması ile bu söylem, iyice
güçlendi. Yaşanan, esasında “terörle mücadele” konseptinin ürettiği yeni bir
gerçeklik. İslamofobi, ABD toplumunun dokusuna işlemiş durumda. Çünkü o, hem
imparatorluğu hem de devletin aşırı şişmiş ulusal güvenliğini meşrulaştırıyor.
İkinci sebepse, zamanlama. Saldırılar, Paris
saldırılarının hemen ardından gerçekleşti. Zaten kutuplaşmış olan uluslararası
havaydı bu gelişmenin sebebi. Ayrıca ülke, seçim atmosferine girmişti.
Cumhuriyetçiler, daha çok oy almak için İslamofobi korosuna katıldılar. Bu,
önceki seçimlerde de başvurdukları bir yöntemdi.
Aşırı sağ ve para kaynakları ile iyice semirmiş
İslamofobi ağı, ırkçı fikirleri destekliyor. Söylemleri siyasetçilerin ağzından
akıyor ve baskın bir hâl alıyor. Paris saldırılarından beri küresel İslamofobi
ağı ya da kendisini adlandırdığı biçimiyle, “cihad karşıtı hareket” aşırı sağcı
fikirler üretiyor. Bu fikirler, muhtelif Cumhuriyetçi Parti adaylarınca
yankılanıyor ve besleniyor. Trump, sadece en sivri dilli olanı.
İngiltere’de bir grup, cihad karşıtı hareketlerle
ilgili bir rapor hazırladı. Rapor, bu hareketin küresel ölçeğini ve
fikirlerinin nasıl hâkim hâle geldiğini ortaya koyuyor. Trump gibi insanlar, bu
sürecin hızlanmasında araçsal bir rol oynuyorlar.
Bugünlerde aralarında başka Cumhuriyetçi adayların da
bulunduğu birçok kişi, Müslüman göçünün durdurulması ile ilgili yorumu
konusunda Trump’ı kınadı. Politik müesses nizamdaki ve uzmanları arasındaki
genel uzlaşma dâhilinde Trump’ın çok ileri gittiği ve başkan adayı olmaması
gerektiği söylendi.
Trump ise bu eleştirilere aklındaki planın Pearl
Harbor sonrası Başkan Roosevelt’in 1942’de uyguladığı plandan farksız olduğunu
söyleyerek cevap verdi. Roosevelt, 110.000 Japon kökenlinin (ki bunların yüzde
altmışından fazlası Amerika doğumlu idi) enterne edilmesi konusunda yetki veren
bir kararnamenin altına imza atmıştı. Esasında Trump, Soğuk Savaş döneminden
teröre karşı savaşa kadar ABD emperyalizminin desteklenmesi ve ulusal güvenlik
devletinin pekiştirilmesine katkı sunulması noktasında Cumhuriyetçilerin ve
Demokratların ırkçı politikalara başvurduğunu söylerken haklı. Aslında
emperyalizmle güvenlik devleti arasındaki bağın kökleri, ülkenin kuruluşuna dek
uzanıyor.
Ama Trump’ın tarihsel bir emsal bulmak için 1942’ye
bakmasına gerek yok. Onun enterne kampı önerisi 11 Eylül’den beri farklı
biçimler altında zaten uygulanıyor. On binlerce Müslüman göçmen ve yurttaş,
illaki hapishane-sanayi kompleksinin içinden geçiyor.
11 Eylül’den hemen sonra 1.200 civarında Müslüman ve
ABD yurttaşı FBI ve yereldeki emniyet teşkilatları tarafından gözaltına alınıp
sorgulandı. Bu kişilerin 11 Eylül’le veya terörizmle herhangi bir bağlantısı
bulunamamasına rağmen gözaltı ve sınır dışı etme faaliyetleri o günden beri
artarak devam etti. Camiler, cemaat merkezleri hatta çocuk spor ligleri hem
Bush hem de Obama döneminde gözetim altına alındı.
Trump, tüm Müslümanların kayıt altına alınacağı bir
veri tabanı oluşturulmasını istediğinde Hillary Clinton yazdığı tweet’inde
bunun “şoke edici bir söylem” olduğunu söyledi. Oysa Clinton, on yıldan fazla
bir süredir bu tip işlerin yapıldığını görmezden geliyor. Kocasının çıkarttığı
1996 tarihli terörizm kanununa dayanan, 2002 tarihli Ulusal Güvenlik
Giriş-Çıkış Kayıt Sistemi buna bir örnek. Sistem, yirmi beş farklı ülkeden
gelen on altısından büyük erkek göçmenlerin fotoğraflarının çekilmesini, parmak
izlerinin alınmasını, onlarla mülâkat yapılmasını ve finansal bilgilerini beyan
etmelerinin sağlanmasını öngörüyor. 2003 sonbaharından beri bu sisteme 83.000
göçmen kaydedilmiş.
Demek ki mevcut durum, Demokratların ve
Cumhuriyetçilerin bir eseri. Donald Trump, bugün geçmişte İngiltere’de o berbat
“Kan Nehirleri” konuşmasını yapan Enoch Powell’ın oynadığı türden bir rolü
oynuyor. Konuşma, ırkçı ve göçmen karşıtı bir söylemi içeriyordu, bu söylem,
Powell’ı politik açıdan toplumu kutuplaştırıcı bir isim hâline getirmişti.
A. Sivanandan, Powell’ın yol açtığı etkiyi şu şekilde
tarif ediyor: “Enoch Powell’ın bugün söylediğini Muhafazakâr Parti ertesi gün
yineliyor, İşçi Partisi de bu konuyla ilgili kanun çıkartıyor.” Yetmişlerin
sonundan beri ABD’de benzer bir dinamiğin işlediğini görüyoruz. Politik
tartışmanın çapının bu ülkede bu kadar dar olmasının nedeni bu. Dolayısıyla
Trump’ın sistem üzerinde çok az etkisi olabilecek çatlak bir adam ya da tek
tabanca takılan bir isim olarak görülmesi mümkün değil.
Michael Tomasky, Müslüman Amerikalıların sadakatlerini
ispatlamasını istediğinde, Obama’nın 6 Aralık’taki konuşmasındaki sözlerine
destek çıkmış oluyor. Obama, o konuşmasında, “kimi Müslüman cemaatler
içerisinde aşırıcı ideoloji yayıldığından bu sorunla yüzleşmek Müslümanların
sorumluluğudur” demişti.
Muhtemelen Obama’nın kitabında Planlı Ebeveyn avcısı
Robert Dear’ın eylemlerinden ötürü Hristiyanlığın suçlanması gibi bir şey
yazmıyor ama o, Müslümanların San Bernardino’dan sorumlu tutulabiliyor. Oysa
biz biliyoruz ki Robert Dear evanjelik Hristiyan’dı ve bir dizi bombalama ve
cinayetten sorumlu Tanrı’nın Ordusu’na tapıyordu. Sağcı teröristlerin 11
Eylül’deki cihadcılardan daha fazla insan öldürdüğü açık.
O vakit neden beyaz Hristiyanlara “aşırı sağın
sorumluluğunu üstlenin” denmiyor? Dear’ın işlediği suçlara bakılmıyor da San
Bernardino’ya neden bakılıyor? Obama, “radikalleşmeye yol açan yanlış
fikirlerin kökünün kazınması tüm dünya Müslümanlarının sorumluluğudur” derken
esasen İslamofobinin liberal versiyonunu dillendirmiş oluyor. Bu yaklaşıma
göre, birçok Müslüman “barış yanlısı” olsa bile, İslam Müslümanların uyguladığı
şiddetten ötürü suçlu.
Dolayısıyla her tartışma sonrası süreç, İslamofobinin
sağcı ve liberal türevleri üzerinden işliyor. Bu süreç, devamında iyice sağa
evriliyor. Bu sebeple Cumhuriyetçilerin Trump’ı kınaması boş. Zira onlar,
Trump’ın başvurduğu mantığın sıkı bir destekçisi. Aynı durum, Demokratların
Cumhuriyetçilere yönelik eleştirileri için de geçerli.
Sağ, Batı ülkelerindeki tüm Müslümanları bir sorun ve
casus olarak görürken, liberallerse teröristlerle Müslümanların çoğunluğu
arasında ayrım yapmakla daha makulmüş gibi görünüyorlar. Ama liberaller, gene
de tüm bir halkı sorumlu tutuyorlar. Liberallerin “ılımlı Müslümanlar
teröristleri kınamalı” demelerinin, solcuların ve ırkçılık karşıtlarının
politik doğruculuktan kurtulmaları gerektiğini söylemelerinin, herkesin teröre
karşı savaşı ve savaş pratiklerini, gözetimi, gözaltının ve insansız hava aracı
saldırılarını desteklemesini telkin etmelerinin nedeni bu.
Oysa buradaki tartışmanın bağlamında imparatorluğun
kendisi yok. Emperyalist müdahalelerin ülke dışında nelere yol açtığına, bu
müdahalelerin Amerika’da nasıl tepkiler ürettiğine, ırk ayrımcılığının ne demek
olduğuna, ülke içinde ve dışında şiddetin kışkırtılması ve emperyalist
müdahalenin artırılmasında Amerika’daki tüm müesses nizamın ne tür bir rol
oynadığına bakılmıyor.
Bu bağnazlık ve panik ateşine medya nasıl odun
taşıyor?
Trump’ın delice söyleminin nasıl oluştuğuna dair çokça
tartışma var. Şirket medyası, buna epey dikkat kesildi. Söylenenlerde haklılık
payı da var elbette.
Şirket medyası, ihtilaflı ve sansasyonel malzemeyi
köpürtüyor. Böylece seyircisi artıyor ve elde edilecek sonucu kendince
yumuşatıyor. Trump’ın milyonlarca Latin Amerikalının/göçmenin sınır dışı
edilmesini ya da tutukluların basınçlı suyla işkenceye tabi tutulmasını içeren
o korkunç söylemi bu sebeple kıymetli bulunuyor. Ana televizyon şirketleri, bu
nedenle Trump fenomeniyle ilgili tezahürat yapmalarında finansal bir çıkar
güdüyorlar.
Ama İslamofobideki artışı, basit manada Trump’ın veya
şirket medyasının bir ürünü olarak görmek yanlış. İslamofobi ile ilgili İslamofobi
ve İmparatorluğun Siyaseti isimli kitabımda “İslamofobi matriksi” adını
verdiğim bir olgudan bahsediyorum. Bu olgu, Müslüman karşıtı ideoloji ve
pratiğin biçimlendirilmesinden sorumlu yapıların ve kurumların ana hattını
veriyor. Bunlar, Demokratları ve Cumhuriyetçileri içerecek biçimde tüm politik
müesses nizamı, ulusal güvenlik aygıtını, üniversiteleri ve düşünce
kuruluşlarını kapsıyor. Tüm bunlar, liberal ve muhafazakâr İslamofobinin
üretilmesine katkı sunuyorlar.
Bu fikirlerin propaganda edildiği en önemli alan,
anaakım medya. Bunlar, söz konusu kurumlarda üretilen söylemi köpürtüyorlar ama
aynı zamanda liberal-muhafazakâr kutupları arasındaki tartışmanın çapını da
daraltıyorlar. Bu alana bir solcunun girmesi çok zor. Bu da ancak medyayı
tartışmanın çapını genişletmeye zorlamak için yeterli olacak gösterilerin ve
toplumsal hareketlerin bir ürünü olarak gerçekleşebiliyor. (Bu konu, 1997
tarihli UPS Grevi ile ilgili Outside the Box [“Kutunun Dışında”] isimli
kitabımda inceleniyor.)
Medya, Müslüman olmayanların işledikleri şiddet
eylemlerine kıyasla San Bernardino ve diğer şiddet eylemlerini nasıl ele aldı?
Önce şunu söylemem gerek: silâhlı saldırı denilen şey,
elmalı pasta kadar Amerikalı bir olgu. Hastalıkların Kontrolü Merkezi raporuna
göre, 2001’den beri ABD’de ateşli silâhlar yüzünden 406.496 Amerikalı ölmüş.
Terörizmse dünya genelinde 3.380 kişinin ölümüne sebep olmuş. ABD’de
cihadcılar, 11 Eylül’den beri 44 kişi öldürmüşler. Başka bir deyişle terörizm
yüzünden bir kişi ölmüşse, silâha dayalı şiddet eylemlerinden ötürü on bin kişi
ölmüş.
Okullara ve kitlelere silâhla saldırı vakalarında
suçlular, çoğunlukla beyaz erkekler ve gençler. Oysa San Bernardino vakasında
görüldüğü üzere, bir Müslüman Amerikalı bu Amerikan geleneğine bir biçimde
bulaştığında, ilgili vaka bir anda savaşı, imparatorluğu ve ulusal güvenlik
devletini meşrulaştırmak için gerekli bir fırsata dönüştürülüyor.
ABD’de medya, şiddet eylemlerini iki şekilde ele
alıyor. Bu noktada beyazlarla Müslümanlar arasında bir ayrım yapılıyor.
Beyazlar suç işlediğinde, şiddetin sebebi bireysel düzlemde ele alınıyor
(örneğin akıl hastalıklarına işaret ediliyor), bu erkek ya da kadın (ki genelde
erkek) suçluların tevkif edilip mahkeme önüne çıkartılması konusunda çözümler
dile dökülüyor.
Müslümanlarsa mesele, şiddet “medeniyetler
çatışması”nın bir sonucu olarak izah ediliyor. Bu aşamada tüm bir halka savaş
açmak, en uygun cevap olarak görülüyor. Fransız felsefeci Albert Memmi’nin
“çoğul olanın damgalanması” dediği şey de buna işaret ediyor. Buna göre, ırk
ayrımcılığına maruz kalan ötekilerin eylemleri tüm gruba teşmil ediliyor. Oysa
beyazların eylemleri bireysel bir eylem olarak ele alınıyor.
Bu esasen, hem muhafazakârlarda hem de liberallerde
geçerli bir mantık. Liberalizm savunucuları bireysel hakların ve özgürlüklerin
savunuculuğunu yapıyorlar ama ülke içerisinde ve sömürgelerde ırk ayrımcılığına
maruz kalan “ötekiler”in bireyselliklerini ve haklarını inkâr ediyorlar.
San Bernardino ve Donald Trump’ın yorumları ülke
siyaseti üzerinde ne türden bir etkiye yol açtı?
Daha önce ifade ettiğim üzere, Trump tıpkı Enoch
Powell türünden bir etkiye yol açtı. Demokratlarla Cumhuriyetçiler arasında
karşılıklı bağımlılık ilişkisi söz konusu.
Bir yandan Demokratların teröre karşı savaş, ulusal
güvenlik devletinin inşası ve Müslümanlara karşı sistematik ayrımcılık
konusunda suç ortaklığı yapması, sadece Cumhuriyetçilerin bu gelişmelerdeki
rolünü meşrulaştırmakla kalmıyor, ayrıca Cumhuriyetçilere daha uç konumlar alma
serbestiyeti veriyor.
Diğer yandan ise Cumhuriyetçiler giderek daha sağa
kaydıkça, Demokratlar da Cumhuriyetçilerin aşırıcılığına işaret ederek, kendi
kusurlarını örtme imkânı buluyorlar, ayrıca daha az kışkırtıcı bir dil
tutturmalarına, sadece “kötü” Müslümanların peşinde olduklarına dair güvence
vermelerine karşın daha aşırı tedbirler alabiliyorlar.
Bu bağlamda Donald Trump, Demokrat Parti için politik
açıdan bulunmaz bir nimet. O, 2016 genel seçiminde “Trump olmasın da kim olursa
olsun” diyenleri örgütlemek için bir tür öcü olarak kullanılıyor.
Bunun en açık örneği, New York Times’ın yayın
yönetmeninin kaleme aldığı yazı. Orada Trump’ın ırkçılığının ortaya koyduğu
faşizm tehlikesinden bahsediliyor. Bunun karşısında yazar, ona karşı çıkacak
makul bir insana işaret etmiyor. Gazete, İslamofobinin baskın olduğu havanın
suçlusunun Cumhuriyetçiler olduğunu söylüyor. “Faşizm hayaleti”nden söz eden
makale, böylelikle Demokratların kusurlarını görmüyor. Oysa Demokratlar da bu
havaya ciddi bir katkı sunuyorlar.
Gazete, ayrıca Demokratların eline koz veriyor.
Faşizme karşı birleşik cephe anlayışı, onlara kendi emperyalist ajandalarını
uygulama ve solun her türlü eleştirisinden kaçıp kurtulma imkânı veriyor.
Trump’ın ABD siyasetinde korkutucu bir sapmayı temsil
ettiği açık. Ama bu noktada bizim Trump’ı mümkün kılan, daha az korkutucu
olmayan politik dinamiği anlamamız gerekli. O, tüm politik sistemin bir ürünü
olan dinamiğin parçası. Bu olguyu sistem bağlamında anlamalıyız. Trump, tek bir
bireyin ya da tek bir politik partinin ürünü değil.
Trump, göçmen karşıtlığında kullanılan bir sopa aynı
zamanda. Bu sopa, Müslümanlar kadar Meksikalılara da sallanıyor. O, günah
keçisi aramaya mecbur olan düzenin bir silâhı. Trump’ın mensup olduğu sınıfın
tüm üyeleri gibi o da göçmenlerin ucuz işgücü kaynağı olduğunu, bu işgücünün
ABD ekonomisinde önemli bir unsur olarak kullanıldığını biliyor. Bu, özellikle
bugünün baskın bir gerçeği. Trump, ayrıca göçmenler ne kadar zayıfsa o denli
ucuz olacağını da biliyor. Onlar, ne kadar günah keçisi hâline getirilirlerse
Amerikan işçi sınıfını bir bütün olarak etkileyen sıkıntılı koşulların
dikkatlerden kaçması da o ölçüde mümkün hâle geliyor.
ABD yönetimi, uzun zamandan beri insanları yerinden
yurdundan ediyor, göçe zorluyor (örneğin: NAFTA, Ortadoğu’da savaşlar, Meksika
ve Orta Amerika’da uyuşturucu savaşları), göçmenleri cezalara çarptırıyor
(örneğin Obama’nın kitlesel sınır dışı politikaları). Tüm bunlar, bize
ırkçılığın, kapitalist ilerleme tarihinin mütemmim cüzü olan sınıf sömürüsü ile
emperyalist tahakkümün bir ürünü olduğunu anımsatıyor.
Aşırı sağcı Ulusal Cephe, Fransız seçimlerinin ilk
turunda oyların yüzde 28’ini aldı, sonraki turda hiçbir bölgede kontrolü ele
geçiremedi. Avrupa’daki diğer yabancı düşmanı partiler de yükselişte. ABD’de de
aşırı sağ, Avrupalı muadiline kıyasla farklı olsa da uzun bir tarihsel geçmişe
sahip. Avrupa’daki aşırı sağ yapılara kıyasla ABD’deki İslamofobi hakkında
neler söyleyebiliriz?
Esasında aşırı sağın İslamofobiyle ilişkisi, Avrupa’da
farklı. Ana farklılık şu: Avrupa’nın Ortadoğu’da, Kuzey Afrika ve Güney Asya’da
uzun bir sömürgecilik geçmişi söz konusu. Dolayısıyla Müslümanlarla ilgili
ırkçı söylemler, burada ideolojik ve pratik açıdan daha köklü.
Fransa örneğine bakalım: Napolyon’un 1798’de Mısır’ı
işgal etmesi, Fransa’nın Cezayir’i fethetmesi, ırkçı ve oryantalist söylemin
üretilmesinde birer araç olarak kullanıldı. Bu ülke, aynı zamanda önce Cezayir
sonra diğer sömürgelerde bir dizi kanunu [Code de l’indigénat] yürürlüğe
soktu. Bu kanuna göre, yereldeki halklar alt statüde değerlendirildiler.
Sömürgeciliğin sona ermesinden sonra bile ırkçı fikirler ve uygulamalar
varlığını korudu. Ulusal Cephe, bu uzun tarihsel sürecin bir yansıması.
Oysa ABD’de İslamofobi, daha yakın bir döneme ait. II.
Dünya Savaşı sonrası ABD’nin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki Fransa ve
Britanya’nın geride bıraktığı enkazı devralması ardından gündeme geldi.
ABD’deki oryantalizmi ve İslamofobiyi biçimlendirense İsrail ile kurulan sıkı
ilişkiler. Yetmişlerde “terörist tehdidi” söylemi oluşturuldu. 1979 İran
Devrimi, bu süreçte önemli bir rol oynadı. Seksenlerdeki “İslam tehdidi”
söyleminin gelişimini tayin edense neokonların Likud ile yaptığı ittifaktı.
ABD’nin İslamofobi ile tanışması, aşırı sağın
doksanlarda bu alana yönelmesi ile gerçekleşti. 11 Eylül ise ciddi bir ivme
kattı. Bunun kısmî sebebi, ülkede göçmen karşıtı söylemin Müslüman göçmenlerle
ilişkilendirilmesi idi. Öncesinde esas günah keçisi, Latinlerdi. ABD’de aşırı
sağ, Avrupa’daki aşırı sağcılarla işbirliği kurdu ve onlardan öğrendi. Küresel
cihad karşıtı hareket konusunda iki taraf birbirini besledi.
Avrupa’da aşırı sağ, ABD’deki muadiline kıyasla
Müslüman karşıtı söylemi seçim başarıları konusunda daha fazla kullandı. Dönüm
noktası, 2010 yılıydı. Bu tarihte aşırı sağ partiler, tüm Avrupa’da göçmen ve
Müslüman karşıtı söyleme başvurdular. Hem kendi ülkelerindeki hem de Avrupa
Parlamentosu’ndaki seçimlerde eşi benzeri görülmemiş bir başarı elde ettiler.
Kökleri geçmişteki faşist partilere dayanan Britanya
Ulusal Partisi, bir milyon oy topladı, Avrupa Parlamentosu’nda iki koltuk
kazandı. Hollanda’daki Geert Wilders’in Hürriyet Partisi ciddi kazanımlar elde
etti. Hollanda ve İsveç gibi nispeten liberal kabul edilen ülkelerde bile aşırı
sağcı partiler önemli başarılar kazandılar. İsveç’te İsveçli Demokratlar,
Müslüman karşıtı kampanyaları ile mecliste güç kazandılar. Lideri Jimmie
Akesson, göçün sınırlandırılmasını talep etti ve İslam’ın İsveç milletinin yüzleştiği
en büyük tehdit olduğunu söyledi.
Avrupa aşırı sağı, uzun zamandır süren ekonomik kriz
dâhilinde ciddi kazanımlar elde etti. Bu gelişme de ırkçı söylemlerin işçi
sınıfının giderek kötüleşen hayat koşulları ile ilişkisini resmeden bir olgu.
Avrupa’daki hükümetler bu sürece tasarruf tedbirleri ile cevap verdiler ve en
zayıf kesimlere saldırdılar. Maalesef geleneksel sol partiler alternatif
sunmayı beceremediler. Bu politik boşlukta sağ da Müslüman göçmenleri günah
keçisi ilân ederek, seçmenlerin kaygılarından istifade etmeyi bildi.
2010’da Fransız senatosu, burkanın yasaklanmasını
büyük bir çoğunlukla kabul etti. Yasama organında yapılan görüşmede sol
(sosyalistler, yeşiller ve komünistler) çekimser kaldılar. Müslümanları ilkeli
bir tutumla savunup, atılan adımı geri attırmak yerine seçime katılmamayı
tercih ettiler. Sosyalist Parti, daha da ileri giderek peçeye karşı çıktığını
söyledi ve anayasal tedbirlere karşı çıkmadı. Bu acınası tepki, sadece aşırı
sağın güçlenmesine katkı sundu.
Avrupa, eğer aşırı sağcılar geri püskürtülmez ise
ABD’de hâkim siyasetin mevcut düzeyinde neler olup biteceğini gösteren bir
ayna. Avrupa, ABD solu için önemli derslerle yüklü.
Irkçılığa ve İslamofobiye karşı örgütlenme
yöntemlerimizi bu benzerlik ve farklılıklar nasıl etkiliyor? ABD’de ve diğer
yerlerde sol İslamofobi’deki artışla mücadele etme konusunda neler yapmalı?
Avrupa’dan çıkartacağımız ilk ders şu: sağa karşı
mücadeleyi ortada durarak veremeyiz. Müslümanları sürekli şeytanlaştıran söylem
karşısında korkakça bir tutum almak, ılımlı bir tavır sergilemek, sadece aşırı
sağı güçlendirecektir.
İkinci ders ise sağın sıradan insanlar nezdinde önemli
bir direnç görüyor oluşudur. Bu insanlar, ırkçılık karşıtı mücadele ile
tasarruf tedbirlerine karşı mücadeleyi birbirine bağlayan küçük aşırı sol
gruplar içinde örgütleniyor. Avrupa ülkelerindeki çizgi dışında duran sol, sağ
ile mücadelenin neleri gerektirdiğine dair önemli bir tarihsel hafızaya sahip.
Örneğin Britanya’daki Nazi Karşıtı Birlik, faşist
Ulusal Cephe’yi başarıyla püskürtmeyi bilmişti. Bu cephe, Britanya Ulusal
Partisi’nin öncüsü idi. Nazi Karşıtı Birlik, iki cephede örgütlenmişti. İlkinde
ırkçılık karşıtı ilkeli bir savunma gerçekleştirildi. İkincisinde ise ırkçılığı
kapsamlı bir politik ekonomi içine yerleştiren geniş bir politik zemin
kurgulandı ve sistematik eleştiri geliştirilerek, ilerici bir alternatif
sunuldu.
İslamofobinin imparatorluğun beslemesi olduğunu akılda
tutmak gerek. Kendi başına defolup gitmeyeceği açık. Dinlerarası diyalog ve
İslam eğitimi yetersiz. Bizim müşterek seslerimizin işitilmesini sağlayacak
gösterilerin, yürüyüşlerin ve başka eylemlerin gerçekleştirilmesi gerek.
Ama bize aynı zamanda dünyanın tüm Trump’larının
teşvik ettiği aşırı sağ tehdidiyle başa çıkmamızı sağlayacak ve bu (ve benzeri)
tehditleri açığa çıkartan ana sebepleri ele alacak bir strateji gerek. Başka
bir deyişle, bizim hem yürüyüp hem sakız çiğneyebilmemiz, uzun erimli değişim
ihtimallerini ortadan kaldırmaksızın bugünde yangını söndürecek kısa erimli
taktikleri devreye sokabilmemiz, ayrıca uzun erimde daha büyük ve daha sık
yaşanan ateşlerle mücadele edebilmemiz lazım.
Solun uzun süredir ana zafiyeti bu. Korku anında kısa
erimli taktikler tercih ediliyor. Bizim bugüne nasıl geldiğimizi bilmemiz
gerekiyor. Nereye gitmek istediğimizi ve bunu nasıl yapacağımızı anlamak
zorundayız.
İslamofobi ve genel manada ırkçılık ile mücadele etmek
için (ister tek tek birey olarak isterse tek bir politik parti hâlinde)
bunların en berbat tezahürlerine karşı bir araya gelmek gerekli. Daha da
önemlisi, İslamofobinin dayandığı kurumsal ve yapısal kurumların sökülüp
atılması, onun yaşamasını sağlayan liberal ve muhafazakâr yapıların
dağıtılması.
Başka bir deyişle, bize radikal bir yaklaşım gerek.
Her sorunun kökenini anlamak, teröre karşı savaşa son vermek, ulusal güvenlik
devletini söküp atmak ve bu aygıta payanda olan sınıf iktidarını yıkmak
zorundayız. Bu da kitlesel hareketlerin güçlendirilmesinin ve politik
sistemimizin demokratikleştirilmesinin olağanüstü önem arz ettiği bir
politikayı gerekli kılıyor.
Söylediklerim zormuş gibi görünebilir ama eğer
meseleye böylesi bir yaklaşımdan mahrum bir hâlde odaklanır isek, bu dönemde
bizim ve dünyanın geri kalanının yüzleştiği gerçek tehdidi ve onunla en iyi
nasıl baş edeceğimizi gereğince bilemeyiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder