Var olmanın yüküyle bedenlerini uyandırdılar bu sabah,
aynaya bakma zamanları bile olmadan yola koyulmaları gerekiyordu. Beklemezdi
ölüm... Nebahat, Nuriye, Bircan, Özlem, Güldane, Altun, Naciye ve Fikriye
bedenlerinin yüz yıllardır taşıdığı ağırlığıyla o sabah tabutlarına bindiler.
Oysa ki, varla yok arasında değer biçilen emekleri onlar tarafından yaşam kadar
kutsanmıştı, öyle ki bugünden yarınlarını yakıyorlardı.
O sabah 8 kadın İstanbul'un göbeğinde işverenleri ve
buna göz yumarak destekleyen çarkın kendilerine değer biçtiği yük taşıma
aracında, ölmenin de öldürmenin de kolay olduğu ülkede can verdiler. Onların
rüzgârı Bursa'da yatak fabrikasında Gülden, Necla, Sadife, Ayşe, Sevgi'nin
yanan çığlıklarına ses oldu.
Ayşe daha 15'inde, Sadife ise 18 ve Sevgi içinde yeni
yeşerecek hayatı taşıyordu. Kadın ve çocuk işçilerin hiçbir sosyal güvenceleri
olmadan geceli gündüzlü köle politikasıyla hizmete zorlanan ve yüzyıllardır
emeklerinin yaşamın her alanında yok sayılan kadınların ne son ne de ilk olan
çığlıklarıydı.
Onların rüzgârı 1857’de New York'ta yanan dokumacı
kadınlarının öfkesi ile 1910 yılında Türkiye'nin ilk kadın eylemi ile Bursa
İpek kadınlarının greviyle can buldu. Farklı coğrafyalarda yaşayan sorunlarıyla
bir bütün olan kadınlar için aynı tarihler yaşanır, Sosyalist Enternasyonal
1857 yılında ölen direnen kadınların yaşamı örgütlemeleri için 8 Mart’ı 1910
yılında eylem günü olarak talep eder.
Bursa'nın yanan ipek kadınlarının ölümleri bile
sistemde karşılık bulmadı öyle ki, açılan davalarda kusurlu bulundular. Yangına
karşı sigortalı olan sermayesi, hakkı olan sosyal güvencesi olmadan
çalıştırılmaya zorunlu bırakılmış, bugün aramızda olmayan kadınlarımız.
Bursa'nın İpek kadınları omuz veriyor, güneş doğmadan tarlalara akın eden
kamyon kasalarında taşınan yükü ağır ücreti düşük kadınlara. Göç yollarında
taciz, tecavüze ya da varış yerlerinde açlığa ölüme maruz bırakılan
kadınlarımıza.
Remziye, Songül, Zahide, Zeynep her gün ucuz işgücü
olarak görüldükleri, hiçbir sosyal haklarının bulunmadığı amansızca her yerde
sömürülmeye mahkûm kılınmaya çalışılmış biz kadınlar.
Tarlaları bereketli elleriyle yoğuran kadınların
dudaklarındaki ezgileri esen yel fısıldıyor, Güldünya'nın kulağına.
Geleneksel aile içinde yaşadığı tecavüzü kendi ayıbı
gören kadın, aynalara bile küskündür artık. Gerici düzenin kuşandığı geleneksel
bakış açısıyla bezenen kadın dünden bugüne yaşayan ölülerden farksızdır. Öyle
ki ölümü farzdır, gerici kültürün tetikçisi ise aynı rahimden hayata merhaba
dediği canıdır.
Din ritüellerinde şirin gösterilmeye çalışan “Allah’ın
verdiği canı Allah alır” diye ezberletilen gelişigüzel şiarlarını iş öldürmeye
gelince kendi Allah’larının iktidarını dahi yok sayan kokuşmuş egemen erk
zihniyetleridir.
Onlarca kadın Güldünya'dan Özgecan'a kadar isimlerini
saymakla bitiremeyeceğiz kadınların ataerkil, gerici kültürün kendisine dayanak
yaptığı devletin yargısıyla cinayetlerine, tecavüzlerine, tacizlerine her geçen
gün yenilerini eklemektedir. Suçu önlemek yerine suçluyu aklayan “iyi hal”,
“haksız tahrik”, “rıza”, “evlendirilmek”, “kürtaj yasası” ile çürüyen sistem
gerçekliğini meşrulaştırmakta.
Halihazırda devlet temsilcileri içlerinde taşıdıkları
ayrımcılığın telaffuzunda en amansız cümleleri sarf etmekten hiçbir zaman
çekinmediler. Ne hikmetse devlet-politika-sermaye ekseninde olan toplamında
erkek egemen güç kadını istediği gibi şekillendirip kendi istek ve talepleri
ölçüsünde de metalaştırırdı, aynı zamanda kadın bedeni üzerindeki sömürüsünü de
halk üzerinde sıradanlaştırdı. Devlet kadına yönelik şiddetin doğrudan
sorumlusudur.
Güldünya’ların, Özgecan’ların, Sevda’ların, Hatice’lerin,
Nebahat’ların yaşamlarını gasp eden, bütün coğrafyalarda çürümüşlüğüyle
yenilenen sistemin kendi eliyle beslediği insanlık suçlarının resmini bugün
Ekin Van’da gördük!
Bugün onun resmine baktığımızda görmemiz gereken
devletin toplumun kadına biçtiği, payına düşürmeye çalıştırdığı yaşamın
reddetme hali ve her şeyden arınmışlığıdır.
Bizim onda görmemiz gereken cesareti direngenliği,
aitliğin elbisesini yırtmış olan kadınlığıdır. Bu kadının çıplaklığı
erkekliklerinin galibiyet şovunun parçasıydı. “Erkekliğimiz kazandı” diye galip
geldiklerini zannettiler, fakat yanıldılar her zaman olduğu gibi ispatladıkları
tek şey tecavüzcü, gaspçı zihniyetleriydi. Ve bunu geri kalan, sözde
savundukları vatan parçasındaki kadın çocukları için yapmışlardı.
İkiyüzlülükleri kadına gördükleri yakıştırma sadece bundan ibaret, düzenlerinde
kadını itibarsızlaştırmak, hiçleştirmek için kadın bedenini en iyi araç olarak
kullandılar yüzyıllardır.
Biz kadınlar hangi coğrafyada olursak olalım bize
temsili gösterilen her kadın şiddetinde karşı “layığın bu işte kadın” derleri
gördük. IŞİD’in Ezidî kadınlara biçtiği rolde tam da budur.
Ekin ve şahsındaki bütün kadınlar havuz medyasının
çığırtkanlığı ile ne “terörist” ne “düşman” ne de “yenilginin temsiliyeti”dir.
Onun algısı erkeğin bedenlerimizi sadece “şey” olarak
değersizleştirme çabasının resmidir. Ölümleri ile diğer coğrafyalarda, her
alanda direnen kadınların estirdiği rüzgârlara karışmış, kavga ateşlerini
harlıyorlar şimdi.
Fadime Gündüz
26 Aralık 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder