Hâlleri vakitleri yerinde iki kadın, konuşuyor.
İran’daki gericiliği görüp rahatlamak için geldikleri sinema salonunun
girişinde şu muhabbete tanık olunuyor:
- Nepal’i gördün mü?
- Evet ya içim yandı, çok üzüldüm.
- Sorma benim de, kahroldum, tüm o gidip gördüğümüz
yerler yıkılmış.
Binlerce insanın ölümünü kendi şahsi turistlik imkânı
adına, onca hümanizme rağmen görmeyen bir anlayış, yerleşikleşiyor. Bunun başka
bir örneği de şu: gene bir solcu, üstelik kendi coğrafyasında onca zulmü,
yıkımı görmüş bir solcu, Halep’in yıkılmış görüntülerini sosyal âlemde paylaşıp, altına “Umarım Tahran’ı da böyle görürüz!” diyor.
Buradaki rahatlama girişimleri kime ve neye hizmet
ediyor, ona bakmak lazım? Tüm ideoloji ve siyaset, burada kimin ve neyin
arabasına, at niyetine koşuluyor, mühim olan bu?
Kargadan başka kuş, Fransız Devrimi’nden başka devrim
tanımayanlar, burjuvazinin “birey”ine sunduğu imkânların bekçiliğini yapmayı
siyaset zannediyorlar. Sonra da geleceğin muhtemel tüm devrimlerini bu devrimin
ölçü ve ölçeğine vuruyorlar.
Önce o bireyin sanat eğlencesini sermayenin diye
protesto ediyorlar, sonra da kendi çıkarları doğrultusunda ve o alandaki
pastayı kaybetmemek adına, eğlenceye sahip çıkıyorlar. Toplamda o eğlencede
yeri olmayan, bilet alacak parası bulunmayan, eğlenmesini de zaten “bilmeyen”
fukaraya sırtlarını dönüyorlar. Kendi sosyalistliklerini burjuvaziden yana,
onun ölçüsüne göre ve oradan kuruyorlar. Öte yandan, AKP’nin iktidarına hem
kızıyorlar hem de seviniyorlar. Kızıyorlar, çünkü o burjuva siyaset pazarını
daraltıyor; seviniyorlar, çünkü fukara Müslüman’ı burjuva bataklığına çekmesini
“ilerleme” olarak görüyorlar.
Bir yandan da tarih konusunda bir kavga sürüyor. Tıpkı
IŞİD gibi, Müslümanlık, ancak Hz. Peygamber zamanında mümkün olabilen bir
eyleyiş, amel olarak formüle ediliyor. Dolayısıyla bugün, her türlü İslamî
sorumluluk ve yükümlülükten azad ediliyor. Yani “Peygamber’in vefat ederken 7
dirhemi vardı” diyorlar ama bir yandan da “Sana neyi infak edeceğini
sorarlar: De ki ihtiyaçtan fazlasını.” [Bakara:219] ayeti temelinde İslamî
bir mücadele vermek isteyeni devlet olduklarında ezeceklerini, bu tür
faaliyetlere asla izin vermeyeceklerini söylüyorlar.
Sonra başlıyorlar, “Fransız Devrimi olup olabilecek
tek devrimdir. Orada kim jakobense o benim, bana karşı olan jirondendir,
bonapartisttir, gericidir vs…” Ardından bu devrimle ilgili bilgi yarışmaları,
malumatfuruşluklar, algıyı-bilgiyi orada boğma teşebbüsleri…
Boğdukları, boğuldukları yer, burjuvazinin bireye
sunduğu imkânlar dünyası. Dişleri sökülmüş solculuk, burjuvaziye; dişleri sökülmüş
Müslümanlık, devlete biat ediyor. Her ikisinin burjuva ajanları, birini Paris
saraylarına, diğerini Medine’den kaçan para babalarının dünyasının hizmetine
sunuyorlar. Dolayısıyla, o sarayların dışında ideolojik-politik bir mücadele
verilme imkânlarını ortadan kaldırmaya çalışıyorlar.
Özünde burjuvazinin belirlediği siyaset alanından, bu
ajanlar memnunlar. Azınlığın çoğunluğa hükmetme tarzlarından siyaset yöntemleri
devşiriyorlar. Az sayıdaki burjuvazinin etrafına dizdiği dev aynalarında
kendilerini görmek için yarışıyorlar. Poz kesmeyi, kendine âşık olmayı maharet
zannediyorlar.
Burjuva devrimi, fiiliyatta Yahudiliğe buradan nüfuz
ediyor. Yahudi felsefesi, anarşistinden komünistine, bu aynalara göre
şekilleniyor. Her daim biricikliği, özgürlüğü anlatıyor. Herkes için çileli
olan ABD’nin “özgürlükler ülkesi” olarak anılmasının nedeni de bu.
Yahudilerin tarih boyunca gördükleri zulüm, teolojik
çağrışımları ve gerekçelendirmeleri tetikliyor. Tanrı’nın özel kulu ve kabilesi
olarak, bulundukları yere adapte olma yöntemleri konusunda ustalaşıyorlar.
Türkiye, onlar için “ön-İsrail” olarak kuruluyor. Coğrafya, iki İsrail’in fiilî
ağırlığının çilesini çekiyor.
Sol da İslam da bu ağırlığa göre biçim alıyor. Her
ikisinin mülkiyetindeki tarikatlar belirli bir İsrailiyyat’a göre varoluyorlar.
Özgüllük, biriciklik, matah bir vasıfmış gibi savunuluyor. Burjuvazinin azınlık
devrimi, bu vasıflar şahsında, Marx’ın vurguladığı çoğunluk devrimine karşı
direniyor. Söz konusu direniş, her gün kendi İsrailiyyat’ını güncelliyor.
İsrailiyyat, kralların, sultanların zavallı
dünyalarına peygamberler tarihi üzerinden uydurma dayanaklar bulmayı ifade
ediyor. İslam’ın Medine’nin kapısından dışarı çıkmasını istemeyenler ile “saray
dışında siyaset olmasın, bu siyaset İslam’la buluşmasın” diyenler de bu üsluba
ve içeriğe bir şekilde bağlanıyorlar. Bugünde, zulme karşı mümin olanın mesul
oluşunu geçersiz kılmak istiyorlar. Liberal dünyayı allayıp pulladıktan sonra,
“devlet ne güne duruyor?” diyerek, devleti aklıyorlar, onun ideolojik dayanaklarına
omuz veriyorlar. Her şeyi lime lime edip parçaladıktan sonra, onları
toparlayacak güç olarak gene bir devlete işaret ediyorlar. İsrailiyyat, tam da
burada işliyor.
Azınlıkçılık ile azınlık olmak başka şeyler. İlkinin
İsrailiyyat üretmesi kaçınılmaz. Çoğunluğa karışan, oradan kütlesel bir
başkaldırı dinamiğini örgütleyen faaliyetin kendisini biricik hissetmesi mümkün
değil. Azınlıkçılık, ister istemez, çoğalma meselesini burjuva ve
İsrailiyyat’la halletme yoluna gidiyor.
Az olanın az olma bilinci, mümkün olan çoğunluğu mülk edinmeye bakıyor. Mazrufu değil, zarfı yüceltiyor. Tarihe ve topluma dair ifadeler buna göre dillendiriliyor. Kendi küçük burjuvalığının ve az olma bilincinin bir aksini AKP’de görenler, kısa devre yöntemiyle, yol alabileceklerini düşünüyorlar.
İslamî muhalefet dinamikleri de gene aynı
şekilde azınlıkçı bir dile ve tarza yöneliyorlar. Onlar da İsrailiyyat’a,
Musa’nın asasına başvurup her şeyi halledebileceklerini söylüyorlar. Hiçbir
sonuç almadıkça, doğru sözler yanlış ağızlarda tel tel dökülüyor.
İman gırtlaktan aşağı inmeyince, dil şişiyor, çene düşüyor.
Steve Biko, “zalimin en güçlü silâhı mazlumun aklıdır” diyor ve zalimden fikren-kalben kopuşun, dirilişin imkânlarına işaret ediyor.
İsrailiyyat da İslam tarihi içerisinde fukarayı zalimlerin hikâyeleri, menkıbeleri, medar-ı iftiharı, üstünlükleri ile oyalama sanatını anlatıyor. Yahudi ya da değil, zengin kesimlerin karşısında aşağılanan Araplara sahte dev aynaları döşüyor. Müstekbir olan Araplar, Acemî olanı, kendisi dışındaki tüm kavimleri aşağılama yöntemlerini gene oradan buluyor.
“Acem”, dil bilmezliği
anlatıyor, mümin olup olmamayı değil. Zira artık oraya değil, dile bakılıyor,
onunla iftihar ediliyor. Misal İran, her daim Yahudi’nin veya Hıristiyan’ın bir
mecazı olarak iş görüyor. Oranın hiç Arap kadar Müslüman olamadığı ve
olamayacağı düşünülüyor.
Sol ya da sağ, her türlü İsrailiyyat, mazlumların
şiddet yüklü siyaset araçlarını kapı dışarı etmeyi anlatıyor. Saray
kapılarının iç huzuruna ortak olmak isteyenler, bugün Doğu’yu aşağılamayı,
küçümsemeyi, dışlamayı gerekli görüyorlar. Doğu, basit bir yön ya da konumdan
çok, mazlumların belirli bir politik ekonomisini, politik coğrafyasını ve
politik biyolojisini ifade ediyor.
O Doğu, ayağa kalkmıştır gene kalkar ama ancak kendi
devrimcileriyle. Turistler, dilbazlar, saray bekçileri ve bilcümle burjuva
ajanı ile değil.
Eren Balkır
2 Mayıs 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder