“Heves konusuna gelince, iktidarın
eşiğinde olduğuna inandığınız
bir partiye mensup olmak için pek fazla heves gerekmez.”
[Karl Marx]
“Zaferin ne zaman geleceği ile
meşgul olmayın.
Hak ile batıl arasında nerede duruyorsunuz, ona bakın.”
[Seyyid Kutub]
Marksizm, her daim, teorik planda bütünleştirici,
pratik düzlemde bölücü, yıkıcı bir eyleyişe dairdir. Teoride esnaf ve zanaatkâr
ideolojisinin, pratikte sınıfı ve sınırı dışlamak isteyenlerin ona düşman
olması kaçınılmazdır. Bu açıdan, yenilgileri takip eden dönemlerde saldırının
ilk hedefi, her zaman Marksizm olmuştur.
Marksizm ve türevlerinin belirli bir “devlet
ideolojisi” formu kazanmasını eleştirmek, devlete karşı mücadelenin ihtiyaç
duyduğu teorinin, ideolojinin ve politikanın önünün açılacağını düşünmek,
yanılsamalı bir yaklaşımdır. Aslında Marksizm şahsında inkâr ve reddedilen,
teorik bütünleyicilik ve pratik parçalayıcılıktır. Bu inkâr ve reddin teoride
bütüncü, pratikte parçacı bir eyleyişle el ele ilerlediğini görmek gerekir.
Kızı Jenny’nin kendisiyle yaptığı anketteki, “temel
özelliğiniz nedir?” sorusuna, “tek bir amaca odaklanmak”; “Sizce mutluluk
nedir?” sorusuna ise, “mücadele etmek” diye cevap veren Karl Marx’ın teorik
külliyatı, bütüncülüğün ve parçacılığın saldırısı altındadır. Dolayısıyla bu saldırı,
Marx’ın mülkiyetinde olmayan, aksine onun ait olduğu adsız-adressiz kavganın
odağını kaydırmak, mücadeleyi ve onun üyesi bulunduğu “parti”yi tasfiye etmek
zorundadır. Küçük burjuvalar, kendisinden başka bir gerçek tanımadıklarından,
kendi odağı, kendi başlattığı mücadele ve kendi kurduğu “özel parti” lehine,
Marx’ı her fırsatta kenara itmek zorundadırlar.
Marx, politik hayatı dâhilinde, özel bireylerin özel
kurgularına itibar etmediği için suçlanmış bir isimdir. Yoldaşı Engels’in
ifadesiyle, ait oldukları “parti”, komünizmin öznesidir ve o komünizm bir
doktrin değil, harekettir, kaynağını ilkelerden değil, gerçeklerden alır.
Gerçeği bu ilkelere kapatan ve oradan da onu kendi mülkiyetine alan küçük
burjuva için kendisine ait olmayan bir gerçek aslında yoktur, dolayısıyla onun
gerçeklerden hareket etmesi mümkün değildir. Maddî olana, kaba anlamda, eldeki
malzemeye (material) bakmak zorunda olan materyalizm, küçük burjuva
öznenin kendi özel sınırlarına çıkıldığında, iptal olur. Onda materyalizm kendi
bedenine; diyalektik ise kendi aklına ait beceridir sadece. O ancak, tarihi
aklının, toplumu bedeninin sınırları dâhilinde anlayabilir.
Özel insanların özel felsefeleri ve özel ilkeleri
galebe çalacaksa bugüne, demek ki, önce Marx’tan uzaklaşılacak, sonra da
marksizmden. İlkeler ve felsefeler uyarınca sınıfsızlık vücut bulmuşsa,
sınıfsal olan; sınırsızlık tanımlanmışsa, sınıra ait ve dair olan tasfiye
edilecektir. Yazının başında alıntılanan cümlenin öncesinde Marx’, “ben de
herkes kadar fedakârlık gösterdim, fakat bireyler için değil, sınıf için.”
demektedir. Sınırsızlık için sınıfı tasfiye etmek, siyaseti ve teoriyi bireylerin
özel çıkarlarına kapatmak, onları tecimsel, ikbal ve kariyer amaçlı bir pratiğe
indirgemek yönünde atılmış bir adımdır.
Söz konusu tasfiye işlemi, burjuva hayatın içinde
rahat nefes alıp vermek için yapılmaktadır. Marksizm, imge, simge ve bilgi olarak
kısıtlayıcı olduğundan, terk edilmek zorundadır. Toplumu, hatta tüm dünya
insanlığını kucaklaması gereken bir felsefenin böylesi ayrıştırıcı, bölücü
sapmalara ihtiyacı yoktur. Marksizmin kısıtlayıcılığı “sınıf” kavramından ileri
geliyorsa sınıf; “devrim” anlayışından kaynaklanıyorsa, devrim derhal terk
edilmelidir.
Sınıfın böldüğü toplum; devrimin böldüğü ise tarihtir.
Tarihi aklının, toplumu bedeninin sınırları dâhilinde anlayabilen küçük burjuva
özne, mülkiyetin ve rekabetin seyri itibarıyla, o sınırları aşmak isteyecektir.
Tarihteki sınırlayıcı unsur devrim; toplumdaki ise
sınıftır. Sınırları aşma iradesi, rekabet alanının genişlemesi ile ilgilidir.
Öznenin kendisi dışında sınırları aşma gayreti söz konusu değildir ve
sınırların aşılması istemi, sadece onun aklında ve bedeninde karşılık
bulmaktadır. Bu özne, yenilginin yendiği bir unsurdur.
Bütünsel bir toplum ve tarih bilgisini burjuvaziden
ödünç alan sol, ya sınıfı ya da devrimi çöpe atacaktır. Sınıfsal devrim,
devrimci sınıf, sınıfın devrimi, devrimci sınıf iktidarı, hepten ıskartaya
çıkartılacaktır. Bir zamanlar özel bireylerin özel kurgularını eziyor diye
küfredilen Marx’taki proletarya, tekrar düşman hâline getirilmelidir. Bu
zihniyetin şu türden cümleler kurması tabii ki kaçınılmazdır:
“Bir
insanı alıp işçileştirdiğiniz her durum, insana aykırıdır, yabancılaşmadır.
İşçide yüceltilmesi gereken, insanın hapsedildiği işçilik değil, kullandığı
emeğin dünyayı değiştirme gücüdür. Komünizm mücadelesi burjuvaziye olduğu kadar
işçiliğedir de. Burjuvazi yok olduğunda işçilik de yok olacaktır. Devrimcilik
ise insanlaşma mücadelesidir.”
Buradaki yaklaşıma göre, sınıftan ve sınırdan azade
duran bir insanlık soyutlaması var ve somut insanlara bu soyutlama önünde diz
çökmeleri emrediliyor. İşçiyi burjuvalar gibi araçlaştırıyor ve tıpkı bir
burjuva gibi, ondaki emek gücüne değer verebiliyor.
Patron olamamış, ama her an olmayı gözeten ya da o
hâli kendince taklit eden bir solcunun bu türden “işçi düşmanı” sözler
sarfetmesi doğal. Böylesi ifadelerin sahipleri, ötedünya, tanrı gibi akıl dışı
şeylere taptığı için dindar insanlarla alay ediyorlar, ama kendisindeki
apolitik tutumu kesinlikle anlamıyorlar. Somut gerçeklerin karşısına bir
ilkeler demeti ve ancak o özel bireyde saklı olan bir öz çıkartılıyor. Bu öz,
dinsiz, dilsiz, cinsiyetsiz ve sınıfsız olarak formüle ediliyor. Sınıf ve
ezilenler saf, steril, mutlak bir özün lügatinde basit birer kelime olabiliyor.
Saf, steril ve mutlak özün politika gibi bir derdi olmuyor, zira politika, bu
saflık, sterillik ve mutlaklık için önemli bir tehdit. Bu saflık, sterillik ve
mutlaklık “şu okullar olmasa Maarif’i yönetmek ne kadar kolay olurdu”dan başka
bir şey söylemiyor.
Eli hiç iş tutmayan, elini; hiç yürümeyen bacaklarını
kesmek istiyordur, çünkü onları fazlalık görüyordur ya da seyir içerisinde,
görmek zorundadır. “Öz” denilen şey de geri kalan neyse odur. Tersiz, emeksiz,
cedelsiz, kavgasız bir boşluk… Ölçü bu boşluktan yana çekildiğinde, her şey
fazlalık görülür. Ama ölçüyü buradan çekmek, çok daha fazla sayıda insanı
kucaklayacağına dair yanılsamayı da üretir. Esasında bu, yenilginin inkâr ve
reddi ile ilgili bir meseledir, kişilerin özel zafiyetleriyle değil.
Yenilginin diyalektiğini kavramak için, onun
maddîliğini anlamak şarttır. Bugün bir sokakta bayrağı dalgalanıyor, bir
militanı sloganlarını haykırıyor diye, var olduğunu düşünen ve varlığını bir
başarı olarak gören sol örgütler mevcuttur. Böylesi koşullarda, yenilginin
diyalektiğinin ve maddîliğinin de bir anlamı kalmamaktadır.
Yenilgi, politik alanın tümünü eşdüzlemde gören bir
yere çıkartmaktadır özneyi. Bu yerde kalmak, yenilmenin somutta kabul
edilmesidir aslında. Yenilginin maddîliği, bu politik düzlemde olmayı,
diyalektiği ise eyleme geçmeyi emreder. Yenilginin bizatihi kendisi olmak ise,
politik alanı yukarıdan izlemek demektir. Politik alanı eşdüzlemde görmek,
kendisine eş arayan öznenin bir yanılsamasıdır.
Yenilginin dayattığı bir husus da kitleleri de
eşdüzlemde, homojen bir gerçeklik olarak görmektir. Homojenleştirme, “ezilen”,
“işçi”, “halk” ya da “insan” gibi kavramlarla dile dökülebilir. Yukarıdaki
alıntıda ifade edildiği gibi, işçi-burjuva ya da kadın-erkek ayrımlarının
silindiği soyut bir gerçeklikten bugüne bakmak, yenilginin dışavurumudur. Bu,
“devleti görmezden gelirsek, yok olur gider” diyen anarşist reflekse
kapaklanmakla sonuçlanır. Söz konusu ayrımların silindiği soyut bir
gerçeklikten bakmak, bugünün somut gerçekliğinden pespaye, en sığ, uzlaşmacı
siyasetle ve ideolojiyle sonuçlanır.
Kavgası olmayan sınıf yoktur, kavgayla çekilmemiş bir
sınır da. Dolayısıyla sınırsız ve sınıfsız bir fikriyat ve ameliye,
kavgasızlıktan başka bir şeyi örgütleyemez. Bu kavgasızlık tasavvurunun,
sömürülenlerin ve mazlumların varoluş kavgasını görmesi, ortaklaştırması,
kendisini o kavgayla tanımlı kılması mümkün değildir. Yenilgiye yenilmek budur:
yenilmeye sebep olan kavga, mücadele ve savaşın yeryüzünden silindiği bir
ütopyaya hapsolmak…
Sınırların ortadan kalkmasını kısa devre yaparak,
sınıfların da ortadan kalkmasına dair bir alamet sayanlar, bugün, sınıfın
sınırlandırıcılığına karşı kazan kaldırmaktadırlar. “İşçiliğe düşman komünizm
mücadelesi” verenler, Soma’da katledilen işçilere, sadece “işçilik belâsından
kurtuldunuz, sevinin” diyebilirler.
Sınırsız ve sınıfsız “İnsan” kategorisiyle
düşünenlerin sınır boylarındaki mücadeleye ve sınıflararası kavgaya dair tek
bir sözü ve eylemi olamaz. Çünkü o sınır boylarında direnen somut, canlı-kanlı
insanlar değil, soyut, ilahi bir “İnsan” putudur.
Yenilginin diyalektiği, keskin bir kılıç misali,
mücadeleyi bölüp birleştirmektedir. Burjuvazinin kendisine armağan ettiği
“İnsan” kategorisinden, emperyalistlerin kurduğu “Dünya”ya bakanların
teslimiyetten ve yılgınlıktan başka bir şey öğretmesi beklenemez. Dünya’nın
Ortadoğu’ya daraldığı momentte, Dünya’cılığın ezberlerini Arap-Müslüman’ın
başına boca etmek, cehalettir. Cehalet, Dünya’yı düz tepsi zannetmektir. Bu
cehalet, Filistin direnişi için en geniş politik birliği kurmuş devrimcilere,
“aranıza neden Hamas’ı alıyorsunuz?” demek zorundadır. Çünkü Hamas, düz tepside
bir engel, sınır, ayrı bir “sınıf”a dair bir mecazdır.
Yenilginin bir sonucu da başarıcılıktır. Geri kalan
kadrolar, artık tabanını daha kısa erimli, sonuca odaklı, bir çalışmaya
örgütlemek zorundadırlar. Ne zaman olacağı bilinmeyen bir devrim hayalinden
ziyade, parlamentoya bir milletvekili sokmak, devrimden daha kıymetli
görülecektir. En geri sendikada en geri siyasî çalışmayı tesis etmiş olmak, başarı
addedilecektir. Militanlar, 3, 5 ya da 10 yıl sonra devrim olacağına
inandırılacak; bu süre bitiminde örgüt şefleri yeni oyuncaklar bulacak, kısır
döngü, teoriyi ve pratiği dirhem dirhem azaltacaktır.
Yenilginin bir dışavurumu da Marksizmin tasfiyesidir.
Tarihi ve toplumu parçalayan, bölen bir unsur olduğundan ve örgüt, kısa vadede
çözüme ulaşmak istediğinden, o tarihi ve toplumu kendinde bütünlemek isteyecek,
ister istemez, Marksizm, burada “haylaz çocuk” ya da heterodoksi konumuna
düşecektir. Yenilginin koşulladığı bu reflekse göre, Marksizm, ya mutlak bütün
ya da mutlak öz-parça olarak formüle edilmek zorundadır. Bu da Marx denilen
kişinin yapıp ettiklerini unutmayı emredecektir.
Marx’ın kişi olarak yaşadığı dönemdeki politik
yoğunlaşmalar, politikleşen coğrafya ve ekonomi bağlamında belirli alana
yoğunlaşmış olması, doğalında, onun kişisel eksikliği ve zafiyeti olarak takdim
edilecektir. Marx 19’uncu, Lenin 20’inci yüzyıla hapsedilecek; yeni “İnsan”
partisinin kadük hizipleri 21. yüzyıl sosyalizmine yelken açacaklardır.
Oysa bu dönemde “eski, gerici ve gayri modern” olmak
şarttır. “Yeni hayat”, “yeni toplum”, “yeni insan”, “yeni parti” gibi tabirler,
özünde, Marx’sız, Marx öncesi dönemin orta sınıf-küçük burjuva dünya
görüşlerine bağlanma arzusunu ifade ederler. Her yeni, eskinin kötü bir
karikatürüdür, çünkü dövüşsüzlüğü, kavgasızlığı, dövüşün ve kavganın
biriktirdiklerini tasfiye etmeyi anlatır. Yeni-lgi, yenenin yenisine
teslim olmayı emreder.
Marx’ın ait olduğu “partiyi, mücadeleyi ve odağı” terk
etmek, yenilginin bir sonucudur. Çünkü yenilgi, yenilginin sebebinin o parti,
mücadele ve odak olduğunu fısıldamaktadır. Fırsat ve imkânlara işaret eden
yenilgi, yenenin öznel, kolektif iradesine aittir. Onun işaret ettiği fırsat ve
imkânlar, yenenin fırsat ve imkânlarıdır. Yenenin partisi, mücadelesi ve odağı,
Marx’ı tasfiye etmek zorundadır. Oysa Marx ve Marksizm, sömürülenlerin ve
mazlumların kurtuluşuna ait devrimci bir kavşaktır. O kavşağa uğramadan, orayı
solumadan, herhangi bir mücadelenin toplumsal-tarihsel anlam kazanması mümkün
değildir.
Marx’ı biraz daha Kant, Spinoza ya da Hegel okuyarak,
düşünsel düzlemde “aşmak” mümkündür. Ama bu noktada aşılan şeyin Marx’ın ait
olduğu parti, mücadele ve odak olduğunu da görmek gerekir. Üç filozofun mızrak
gibi Marx’a karşı sivriltilmesinin sebebi, Marx’ın düşünsel planda
talileştirilmesi, bireyselleştirilmesi ve üzerine çarpı atılmasıdır. Dünyayı
değiştirmeye bakan birisine doğrultulan mızraksa ancak sahibini yaralamaktadır.
Ayrıca Marx, üç filozofu dikine kesen teorik bir iradedir. Marx’ın şahsında
görülen talilik ve parçalılık, bu üç filozoftan biriyle giderilmeye
çalışıldığında, bu irade anlamsızlaşacaktır.
Marx’a yönelik mantıksal safsataya (ad hominem)
dayalı saldırıların amacı, onu tarihten silmektir. Bu saldırılardan biri de
onun “intihalci” olduğuna ilişkindir. Onda intihal bulanlar, kolektif tarihsel
bir varoluşa değil, tekil bireysel olana odaklanmakta, Marx’ın önceki dönemde
yaşadığı yıllarda ortaya konulan toplam eseri, proletaryanın kolektif devrimci
pratiği, kendi ifadesiyle, fedakârlık gösterdiği sınıf adına, süzgeçten
geçirdiğini, parçalayıp yeniden bütünlediğini görememektedirler. Burjuva
iktidar, burjuva toplum ve burjuva akla dair tüm yazılar, Avrupa ölçeği ve
proletarya ölçüsü üzerinden disipline edilmiştir. Avrupa ve proletarya nicel
değil, nitel olgular olarak ele alınmış; teorik faaliyet niteliksel dönüşüme
bağlanmıştır.
Yenilginin diyalektiği, bu dönüşüme bağlı kalmayı
emreder. Dolayısıyla, eski, gerici ve gayri modernist olmak zarurîdir. Marx ve
Lenin’de uluslaşma, totalitarizm, birey karşıtlığı, özgürlük düşmanlığı,
çitlenme, sınır ve sınıf gibi tüyleri diken diken eden anlayış ve yaklaşımlar
bulanlar, yenilginin yendiği unsurlardır. Yenilgiye yenilmemek için, söz konusu
anlayışların ve yaklaşımların güncellenmesi, derinleştirilmesi,
kalıtlaştırılması gerekir. Yenilgi, hem dost hem düşmandır; hem hayır hem
şerdir, diyalektiği bununla ilgilidir.
Adsız ve adressiz, kolektif bir oluş olarak
proletaryanın karşısına kendi adını, adresini ve bireyselliğini çıkartanlar,
yenilginin ürettiği bir zafiyettirler. Bunların sesinin bugün daha çok çıkıyor
olması, hayra alamettir. Adsız-adressiz, kolektif bir oluş içinde, onun adına,
başı-sonu kimsenin mülkünde olmayan bir kavgaya iştirak etmek, dirilmek için
şarttır.
Altında sahil var diye sökülüp atılan kaldırım
taşları, kavgayla örülmüştür. Plajda dinlenmek isteyenlerin kaprisine terk
edilmeyecek denli kıymetlidir. Belli bir kesitte burjuvazinin tayin ettiği
siyaset alanında nefes almak, yol bulmak, yanılsamalara yol açmamalıdır.
Burjuvazinin yapamadığı, eksik bıraktığı ya da inkıtaya uğrattığı işlere talip
olmak, politik açıdan, ancak yerinde ağır olan taşlardır. Tarihi ve toplumu bu
işlerin sınırlarına hapsetmemek gerekir. Esasında “sınırsızlık” meselesine
kilitlenmiş ve sınıfsızlığı bu düzeyde ele alan, söz konusu işlerin emir
erliğini yapmaktadır. Sınıfsızlık, belirli bir sınıfa; sınırsızlık belirli bir
sınıra hizmet eder.
Kaldırım taşlarının altında sahil ya da özgürlük
olduğunu düşünmek, bir yenilgi biçimidir. O sahille ve özgürlükle
dövüşülmüyorsa, taşları sökmek, kavgayı yolsuz ve yönsüz bırakacak, bugüne
teslim olmayı getirecektir.
Bütüncülüğün ve parçacılığın saldırısı, egemenlere
aittir. Mutlak bütünlük ve mutlak parça olduğunu, o düşünmektedir. Yenilenler
ve hemen kazanmak için burjuvaziyi taklit etmeyi yol belleyenler, ya
bütüncülüğe ya da parçacılığa sarılacaklardır.
İşçi sınıfının veya ezilenlerin mutlak bütün ya da
mutlak parça olarak anlaşılması arasında bir fark yoktur. Kimlikçilik
eleştirileri, işçi sınıfını aslî, mutlak kimlik olarak anlayanların
geliştirdiği bir eleştiridir; aynı şekilde, sınıfçılık eleştirileri, ezilenleri
mutlak ne’lik olarak anlayanlara aittir. Sınıfın ve ezilenlerin somut pratikte
bu mutlaklıkla bir ilişkileri yoktur.
Yaşanan yenilgiler üzerinden, burjuvazinin ve devletin
öznel pratiğini, onlardan öğrenilen mutlak olmaklığı, işçi sınıfına ve
mazlumlara yansıtan tüm aynalar kırılmalıdır.
Eren Balkır
İştirakî dergisi
Sayı: 3-4
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder