Pages

06 Mayıs 2015

Din ve Sivil Toplum: Yabancılaşmadan Kurucu Direnişe


Din, sivil toplumun (Amerikan İngilizcesiyle “kamusal alanın -public space”) parçası mıdır yoksa o sivil toplumun yapısal sınırlarına meydan okuyan bir güç müdür? Benim bu makaledeki argümanım şu: Evet, din sivil topluma meydan okur ve bunu da sivil toplumun tepki geliştirip kontrol altına almaya çalıştığı bir kurucu direniş olarak gerçekleştirir. Ama bu noktada Avustralya’dan özgül bir örnekle işe başlamam gerek, zira düşüncelerimin esas olarak yöneldiği bağlamı Aborjin İslamı teşkil ediyor.

Yaklaşık dört yüz yıl önce kuzeydoğu Arnhem Ülkesi’nde, Groote Eylandt ve Cobourg Yarımadası’nda yaşayan insanlar, denizhıyarı arayan Müslüman Makassanlarla etkileşime girdiler ve çeşitli konularda onlarla değiş tokuş yaptılar. Kaplumbağa kabuğu, inci, servi çamı, metal baltalar, bıçaklar, pirinç, kıyafet, tütün ve İslam’ı içeren birçok unsur bu değiş tokuşun konusu oldu. Yereldeki Aborjinler, Makassanların belirli mevsimlerde görünür oluşunu bir tehdit olarak algılamadılar, hatta evlilik amacıyla Makassar’a bile seyahat ettiler.[1] Dilsel, kültürel, sanatsal, teknolojik, ayinsel ve dinsel izler bugüne dek uzanıyor; bugün Müslüman etkisi, Elcho Adası’ndaki Yolngu halkı arasında açıktan benimseniyor.[2] Uzun bir geçmişi olan bu temasın farkına varan hükümetler, Asyalılarla Aborjinler arasındaki etkileşimi yasadışı ilân ettiler, böylelikle sömürgeci teşebbüslerden istifade etmek istediler.[3] Ama Aborjinler ile Endonezyalılar arasındaki etkileşim sürdü. Bu etkileşim, “ortak politik direniş stratejileri” biçimini aldı.[4] Söz konusu ortak direniş, aynı zamanda orta Asya’daki (Afgan) devecilerin on dokuzuncu yüzyılın ortasında Orta Avustralya’ya gelmesiyle tekrar ortaya çıktı. Bu deveciler, o dönemde çöllerdeki sömürge karakollarına erzak taşınması için hayatî önemdeydi ve beyazlar tarafından dışlanıyorlardı. Esasında bu deveciler, Aborjinlerle daha fazla ortak yön buldular.[5] Tıpkı Aborjinlerle Makassanlar arasındaki etkileşimin yasadışı ilân edilmesinde olduğu gibi, Afgan-Aborjin ilişkileri de birçok hükümet tarafından yasaklandı. Buna rağmen söz konusu ilişkilerin sürdürücüleri, bugün Avustralya’daki (en kötü tahminle) bini aşkın Müslüman Aborjin cemaatinin bir parçasını teşkil ediyorlar.[6] Gene de birçok Müslüman aborjin, hâlihazırda dinlerinden çıkmış durumda. Yerli dinindeki baskın Hıristiyan yapının peşinde sürüklenmek yerine kimi Aborjinler, Avustralya’da İslam’ın ırkçılık karşıtı değer ve inanç sistemine faal bir biçimde iştirak ediyorlar. Birçok muhtedi hapiste.[7] Varoştaki Lakemba Camii, Ortadoğulu, Güney Asyalı ve yerli Müslüman cemaatin ruhanî evi konumunda. Belki de kamuoyunda en çok tanınan Müslüman olmuş kişi, 1999’da din değiştiren, önceden ragbi yıldızı sonrasında boksör olan Anthony Mundine. Esasında Mundine, benim kurucu direniş dediğim şeyi doğası gereği iyi kavramış bir isim: “Yerli ve Müslüman olmak, bu toplumda hiç de iyi bir bileşim değil.”[9]

Sivil Toplum

Bilhassa Avustralya sivil toplumuna içerilmenin kabul edilmiş normlarının dışında ise böylesi bir olguyu nasıl ele almak gerekir? Sivil toplum, özgürlük ve demokrasinin temelini ifade etmiyor mu? Devletin eriştiği noktaların dışında, bireyler, özgürce konuşma, toplanma, örgütlenme, isteklerini, düşlerini ve umutlarını ifade etme imkânı bulurlar. Son yirmi-otuz yıldır birçok insan sivil toplumu şu tip bir yoldan anımsamaktadır: seksenler süresince Doğu Avrupa’daki sosyalist hükümetlere karşı muhalefet hareketleri; “totaliter Çin”deki “demokrasi”nin kaynağı; Arap “bahar”ı; küresel çevre eylemliliğinin gerçekleştirilmesi için gerekli araçlar.[10] Bu nedenle sivil toplum, bastırılması mümkün olmayan, sorgulanamaz iyi olarak kabul ediliyor. Ya da sivil toplumla ilgili kimi sorular dile dökülürse, onun yeni sesleri içerecek şekilde işleyebileceği söyleniyor. Özelde bu, küresel siyasette dinin yeniden varlık imkânı bulması ile ilgili.

Bu noktada anlamlı bir örnek verilebilir: Jürgen Habermas, kısa süre önce dinin sivil toplum dâhilinde ele alınabilineceğini söyledi. Ona göre bunun şartı, “dinî ifadelerdeki potansiyel hakikat içeriklerinin, onlar parlamentoların, mahkemelerin, idarî kurumların içerisinde bir yol bulup bu kurumların kararlarını etkilemezden önce, genel manada erişilebilir bir dile tercüme edilmesidir.”[11] Başka bir ifadeyle, Habermas’ın niyeti, tüm yürürlüğe konulabilir, kamusal açıdan desteklenebilir kararların evrensel manada erişilmesi mümkün bir dil içerisinde “formüle edilebilir” ve meşrulaştırılabilir olduğunu söyleyen “liberal hedef”e arka çıkmaktır.[12] Her zaman olduğu gibi Habermas, gene sivil toplumun sınırlarını belirlemek ve güvenliğini sağlamak amacındadır. Onun açık biçimde kabul ettiği üzere, bu alan, liberal bir alan ve burjuvazinin projesidir, o, dinler içerisinde gizlenen fanatizmi her daim dışarıda tutmak zorundadır. Habermas’ın bu noktada Zivilgesellschaft terimini devreye sokması gerçekten etkileyici. Bu terim, “sivil toplum” sözcüğünün Almanca karşılığı. Oysa burada bir aldatmaca var, zira “sivil toplum” sözcüğünün özgün Almanca karşılığı bürgerliche Gesellschaft. Bu terim, burjuvaziyle kurulmuş verili sınıf bağlarını açık bir biçimde ortaya koyan bir terim. Ancak Zivilgesellschaft bu türden sınıf bağlantılarını gizliyor, böylelikle sivil toplumun iyi huylu, sınıfsız ve neredeyse evrensel bir terimmiş gibi görünmesini sağlıyor. Habermas, onca örneğin arasından tek bir örnek veriyor ama tüm tespitlerinde sivil toplumun kendisini hiç mi hiç sorgulamıyor. Terimin az buçuk yeni bir şekle kavuşturulması, hatta süreç içerisinde güçlendirilmesi mümkün ama asla ıskartaya çıkartılamıyor.[13]

Üretim ve Yabancılaşma

Ben tam tersini iddia ediyorum. Sivil toplum, sorunun ta kendisidir ve Aborjin İslamı türünden “kendi bildiğini okuyan” dinî seslere asla benzemez. Söz konusu güçlükleri anlamak için, özel bir çerçevenin geliştirilmesi noktasında, bu argümanın Avrupalı teorisyenlerden istifade eden bir tarzda, üç aşamada ele alınması gerek. İlk aşama, Hegel’in sivil toplum (bürgerliche Gesellschaft) ülküsünün kapsamlı yeniden yorumlamasıyla ilgili.[14] Hegel’e göre, sivil toplum yenidir, üretilmiştir ve tümüyle yabancılaşmıştır. O, devletin dışında duran her şeyi, ekonomiyi, gönüllü birlikleri, dini, eğitimi, sağlığı, hukuku ve hatta polise bile içerir. Sivil toplum, burjuvazi ve kapitalizmin geliştirdiği yeni toplumsal ilişki biçimlerinin bir ürünüdür ve Hegel’in etrafında gördüğü her şeyi biçimlendiren şeydir. Esas olan bireydir, dolayısıyla her türden toplumsal bağ bireylerce oluşturulmuş bağlardır. Buradaki sorun şudur: böylesi bir birey alabildiğine yabancılaşmıştır, zira bu birey, başka bireylerle (sivil toplum) bağlantı içerisinde olan bir birey olma ile verili bir varlığa (devlete) tabi bir birey olma arasındaki gerilimi dikkate almak zorundadır.[15] Hegel’in bu yeni insanî varoluş, itin iti kırdığı bir dünyada yaşanan azgın bireysellik formundaki gerginlik[16] karşılığını onun ortaya koyduğu bir dizi çözümde bulur. Tutarlılık sağlamak adına listeye aileyi, meclisleri ve şirketleri de alsa da Hegel bunlar üzerinde durmaz. Bu nedenle gerisin geri soyut ve ideal devlet meselesine döner. Esasında devlet tarihte ortaya çıkmazdan önce vardır, o İdea’nın kendisinden başkası değildir ve (gerçekte kötü devletler olsa da) aklın bedenlenmesidir. Hegel’e göre, devlet, onun korktuğu, ailenin ve şirketlerin nihayetinde yapamadığı şeyleri aşmak zorundadır, yani etrafında ortaya çıkan bireyciliğe tepki olarak tüm insanları birleştirmelidir. Oysa devlete bu kadar çok vasıf yükleme ihtiyacı, onun çözmeye çalıştığı o çözülmesi mümkün olmayan soruna işaret eder.

Hegel’in formülleri, sadece liberal demokrasi için olmamak kaydıyla, sivil toplumu ifade özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğü alanı olarak görme konusunda bizleri uyarır. Oysa sivil toplum alabildiğine yabancılaşmıştır, özel birey ve soyut devletin talepleri arasında parçalanmıştır.

Dışlayıcı Evrensel

İkinci katkı, bu noktada, Domenico Losurdo’nun liberalizmin doğasına ilişkin görüşlerinden gelir. Liberalizm için sivil toplum hayatî önemdedir.[17] Losurdo, Hegel’in tanımladığı yabancılaşmanın içerimlerini açığa vurur ama bunu dışlayıcı evrensel bağlamında yapar. Sivil topluma ait “herkese özgürlük” sakızı, çoğunluğu dışarıda tutan “herkes”e ait bir tanıma dayanır. Başka bir deyişle, sivil toplum, evrenselin parçası olarak sayılanı sınırlar. Eğer “herkes”e dair tanıma uymuyorsanız, o vakit sizin hesaba katılmanız mümkün değildir. Din bahsinde bu, sadece belirli din biçimlerinin dâhil edileceğini ama radikal bir ötekilik iddiasında olanların kesinlikle içerilmeyeceğini ifade eder.

Biraz daha detaya giren Losurdo, liberal özgürlüğün sadece ölçek bakımından sınırlı olmadığını (ki bu ölçek, ilgili özgürlüğün genişletilmesini şart koşar) ayrıca onun belirli grupları “özgürlük” alanından dışlayacak biçimde yapılandırıldığını söyler. Esasında “özgürlük” ve “demokrasi”nin teşkil edilebilmesi için bu türden dışlayıcı yaklaşımlara ihtiyaç vardır. Bu konum, liberalizmin ideologlarında ses bulur. Bu ideologlardan biri olan John Stuart Mill, Özgürlük Üzerine isimli eserinde şunu söyler: “Despotizm, barbarlarla uğraşma noktasında meşru bir yönetim tarzıdır, çünkü özgürlük, sadece yetenekleri olgunlaşmış insanlar içindir.”[18] Bu yeteneklerden yoksun olanlarsa hayvanlardan az biraz üstün varlıklardır. Başka bir deyişle, liberalizm ve baskı aynı madalyonun iki yüzüdür. “Özgürlük” ve “demokrasi” dışlama ve mülksüzleştirme süreçlerinin ayrılmaz parçasıdır, zira dışlama işlemi mülksüzleştirmeye dayanır.

Losurdo, bu çelişkiyi liberalizmin tüm o sıkıntılı tarihi üzerinden keşfeder.[19] Bu tarih, kendisi de köle sahibi olan Thomas Jefferson’ı içerir. Jefferson “Bağımsızlık Beyannamesi”nde “tüm insanların eşit yaratıldığını” yazar ve süreç içerisinde köleler, kadınlar ve yerliler gibi kesimleri “tüm insanlar” dediği şeyin dışında tutar. İngiliz liberal toplum kurgusu dâhilinde dilencilerin, aylakların, ıslahevlerinin, ordu ve sömürge emeği için fakir çocukların kaçırılmasının gerekliğinden, hatta insan ırkının ıslahı biliminden (öjenik) dem vurur. Losurdo, bir yandan da liberalizmin bireye odaklanan yaklaşımının doğasında olan zulmün izini sürer ve sömürgeciliğin genişlemesiyle ilgilendiği noktada Avrupa’da üstün ırka dayalı demokrasinin büyümesine bakar. İçinde yaşadığımız dönemle ilgili olarak İsrail’den, yani “ifade ve örgütlenme özgürlüğü”nün bulunduğu Ortadoğu’daki yegâne “hakiki demokrasi”den bahseder. Oysa bu özgürlük, ancak çıplak gözle görülebilen bir detayın görmezden gelinmesi suretiyle elde edilebilir: “Yönetme meselesi, hukuk ve demokratik güvenceler bağlamında, ancak üstün ırk için geçerlidir, Filistinlilerinse mallarına el konulur, onlar tutuklanır, hiçbir hukukî işleme tabi tutulmaksızın hapse atılır, işkence görür, katledilir, askerî işgal rejimi altında her hâlükârda insanî haysiyetleri ayaklar altına alınır, günbegün aşağılanır.”[20] Herkes bu detayların önemli bir kısmını gayet iyi bilmektedir. Bu noktada argüman, genelde bir tür ikiyüzlülük üzerine kuruludur: Filistinliler, İsraillilerin ülkülerine uygun yaşamamaktadırlar. Losurdo’ya göre, burjuva “demokrasi”sinin ve “özgürlüğün” imkânı, doğrudan çoğunluğun mülksüz kılınmasına bağlıdır: “Özgür insanlar toplumu ve onların özgürlüğe layık olmayan insanlar üzerindeki diktatörlüğü.”[21]

Hiçbir engel olmaksızın din dâhil her şeyin kendisini ifade etmesi gerektiği sivil toplumun merkezinde “özgürlüğün” durduğu iddiasına karşılık, Losurdo, din ve sivil toplumla ilgili kapsamlı sonuçlara ulaşır. Dışlayıcılığı sayesinde sivil toplumun evrenseli, aynı zamanda dini de sınırları dışına atmakta mıdır? Bu noktada dinin önemli kimi yönlerinin sivil topluma dâhil edildiğini söyleyerek söz konusu tespite itiraz etmek mümkündür. Dinî kurumlar sıklıkla yoksulluk, mülteciler, çocuk ve yaşlı istismarı gibi konularla bağlantılı meselelere katkı sunan sosyal adalet birimlerini içerir. Bu kurumlar, aynı zamanda eğitim, gençlik örgütlenmesi, yaşlı bakımı ve tıbbî imkânlar sağlarlar. Esasında hükümetler, özelleştirme adına bu türden bir sivil toplumu desteklemeye gayret ederler. Bu nedenle dinî kurumlar hem sivil topluma karşı çıkıp hem de onu kabul etmekle ikili bir rol oynarlar. Öte yandan bu kurumlar, sivil toplumun tespit edilmiş şartlarını ve sınırlarını yeniden biçimlendirmeye çalışırlar. Aynı zamanda başka grupların sistematik biçimde dışlandığına tanık olunur. Ilımlı Müslümanlar, liberal Hıristiyanlar ve soylu Hindular gibi sadece belirli dinî sesler kabul görür. Öte yandan “aşırıcı” olarak damgalananlar dışlanırlar. İslamî militanlar, Hıristiyan devrimciler ve Müslüman Marksistler hoş karşılanmazlar. Radikal ötekiliklerine bağlı olarak bu kesimler, sivil topluma girmeyi değil, aksine onun ölmesini isterler.

Kurucu Direniş

Bu radikal dinî ötekilik ışığında ben, buradan argümanımın bir sonraki aşamasına geçebilirim. Sivil toplum, sadece burjuva toplumsal formasyonların yabancılaşmış bir ürünü ya da dışlayıcılığın genelleştirilmesi suretiyle işleyen bir alan değildir, ayrıca mevcut direnişe dönük bir tepkidir. Sivil toplum, direnişi yönetme ve kontrol altına alma gayretidir. Bu yaklaşım, ilkin Antonio Negri ve yoldaşlarınca geliştirilmiş bulunan, kurucu direniş fikrinden istifade eder. İlgili teorinin esası şudur: direniş zalim iktidara değil, o iktidarın temeline dönük bir tepki olarak meydana gelir. “Kavram, genelde karşıt manada kullanılsa da, direniş bir tür tepki veya cevaptır. Direniş, iktidar meselesinde asli unsurdur.”[22] Tarihin hâkim ve hareket ettirici gerçeği, esasta bu direniştir. İktidarlar onu asla kuşatamazlar ve kontrol altına alamazlar. Gene de iktidarlar, bu yönde bir çabayı ortaya koymak için sürekli yeni yollar denerler.

Negri, kurucu direniş teorisini ilk döneminde edindiği işçicilikten devşirir. Bu akımda işçi sınıfı direnişi hem kapitalizmin dışındadır hem de ona karşıdır. Bu direniş, kapitalizm tarafından sindirilemez, yıkım ve devrim tehdidini her daim muhafaza eder, öte yandan da ortaya koyduğu yaratıcılık, kapitalizmin asla yutamayacağı ama gene ona ait bir kurucu unsurdur. “İşçicilik, Marx’ın sermayenin işçi sınıfı mücadelelerine tepki geliştirdiğine dair iddiasına dayanır; işçi sınıfı aktif, sermaye aktif olmayan unsurdur. […] İşçicilik bunu temel aksiyom olarak alır: işçi sınıfı mücadeleleri, sermayenin başarılı yeniden yapılanma süreçlerini öncelerler ve önceden tasvir ederler.”[23]

Bu kurucu direnişi bugün din ve sivil toplum anlayışına uygulamak mümkündür. Bunu yapmazdan önce Negri’nin formüllerindeki aksiyolojik kaymayı tanımlamam gerek. Negri, yetmişlerdeki çalışmalarında işçiciliğe ve kurucu direnişe odaklanırken, sonraki çalışmaları çoklukla ilişkilidir. İşçicilik, işçi sınıfı direnişiyle ve bu direnişin ezilmesiyle bağlantılıdır. Bu tip bir direniş hem kapitalizme dışsaldır hem de onun yaratıcı hareket ettiricisidir. Ancak kurucu direniş küçük bir kayma yaşar, bu kayma, sadece işçi sınıfı kategorisinden değil, ayrıca belirgin aksiyolojik boyutlarından yaşanan bir kaymadır. Negri, bu direnişin ilerici mi gerici mi olduğunu söylemez ama analizini direnişle sınırlar. Bu nedenle bizler de ideolojik bir meselenin ötelenmesiyle karşı karşıya kalırız.

Bu aksiyolojik ötelenme, kurucu direnişin din ve sivil toplumla ilişki kurma yolu noktasında önem kazanır. Din, sivil toplumun kendisini sürekli tesis ettiği şeye karşı bir direniş biçimi hâline gelir. Ya da Negri’yi benim yaptığım ilk alıntı üzerinden yorumlamak gerekirse, “dinin mücadeleleri sivil toplumun başarılı yeniden yapılanma süreçlerini önceler ve önceden tasvir eder. Dinin ötekiliği, her şeyi aşan asli vaat olma iddiası, statükoya dönük sürdürülebilir eleştirisi, statüko olmadan yapabilen radikal dinî yaklaşımdan farksız tutumuna ebedî bağlılığı, sivil toplum içerisinde kıymetli olan her şeyi inkâr eden yaşama tarzı uygulamaları, tüm bu unsurlar, tam da sivil toplumun mevcut varsayımlarına meydan okurlar. Söz konusu direnişe cevap olarak sivil toplum bu türden bir direnişe karşı koyabilmek için kendisini sürekli yeniden biçimlendirip durur. Burada not etmek gerekir ki ben direnişin gerici ya da devrimci olup olmadığı, bu direnişin dinî sağın (homofobi, İslamofobi, antisemitizm vb.) veya dinî solun muhtelif boyutlarını (zulümden kurtulma ve komünist yaşama biçimleri) içerip içermediği konusunda bir tespitte bulunmuş değilim. Zira böylesi bir tespiti ancak mücadele içerisinde direnişin alabileceği yönü dert edinenler yapılabilir. Aksine ben, sivil toplumun tepkilerini sürekli yeniden biçimlendiren kurucu direnişi tanımlamak niyetindeyim.

Kurucu direniş, bize yeni bir yoldan, dinle bağlantılı olarak sivil toplum stratejileri geliştirmemize imkân sağlar. Daha önceden bu türden stratejileri dışlama yoluyla (Losurdo) evrenselin kurulması bağlamında nitelemiştim ama bu sefer Negri’nin yaklaşımı ışığında söz konusu stratejiler artık direnişe dönük ikincil tepkiler olarak kabul edilebilirler. Dinin özel bir mesele, “kalbe” ait bir unsur kılınması suretiyle sınırlandırılması, dinin ortaya koyduğu meydan okumayı bloke etme gayretidir. Bunlar aynı zamanda dinin dişlerini sökmek için tasarlanmış bir tür “takoz” taktiğidir. Din, hoşgörülü, liberal ve ılımlı bir forma kavuşturularak kabul edilir kılınır, tehlikeli olanlarsa redde tabi tutulur. Aynı zamanda dinler de böylesi bir sürece girebilirler ya da en azından kimi kısımları belirli sebeplerden ötürü böylesi bir yola tevessül edebilirler, eylemler ve öğretileri için ya da iç çelişkileriyle başa çıkmak adına belirli bir meşruiyet peşinde koşabilirler. Buna tepki olarak sivil toplum tepki geliştirir, meşruiyet peşinde koşanlardan istifade etmek için ifade, vaatte bulunma ve örgütlenme meselelerinin sınırlarını yeniden biçimlendirir. Ancak dinin radikal formları, belirli bir zayıflık anında uymayı düşünseler bile, genelde bu sınırlara uymazlar.

Sonuç

Avustralya’daki Aborjin İslamı’nın ortaya koyduğu itirazı anlama noktasında ben Hegel’in sivil toplumun tarih dışı olduğuna dair tespitinden istifade ettim ama onun ötesine geçerek özel bir burjuva ürün (yani bürgerliche Gesellschaft) olduğunu söyledim ve Losurdo’nun sivil toplumun dışlayıcı niteliği üzerinden elde ettiğini söylediği evrenselin ötesine baktım. Negri bu noktada bir adım daha atmamı sağladı. Din, özellikle dinin görece daha radikal biçimleri, bugün tepkisel bir sivil toplumu önceleyen ve önceden tasvir eden bir direniş biçimi hâline gelmiştir. Bu noktada aksiyolojik momentin ötelenmesi ihtiyacına dair tespitimi yinelemem gerek. Bu direniş türleri ilerici veya gerici olup olmadıklarına göre değerlendirmeye tabi tutulabilirler. Bu öteleme gerçekte bir kaymayı şart koşar, zira bu türden değerlendirme sivil toplum bağlamında değil, muhtelif direniş formları arasında, yabancılaşmış bir uzamda yapılmalıdır. O noktada saf tutmak, direnişin ilerici ve devrimci biçimlerini desteklemek mümkün olacaktır.

Roland Boer
18 Eylül 2014
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Ian McIntosh, “Islam and Australia’s Aborigines? A Perspective from North-East Arnhem Land,” Journal of Religious History 21, Sayı. 1 (1995): 62. Ayrıca bkz.: Campbell MacKnight, “The View from Marege’: Australian Knowledge of Makassar and the Impact of the Trepang Industry Across Two Centuries,” Aboriginal History 35.; Denise Rusell, “Aboriginal-Makassan Interactions in the Eighteenth and Nineteenth Centuries in Northern Australia and Contemporary Sea Rights Claims,” Australian Aboriginal Studies 1 (2004); Helena Onnudotir, Adam Possomai ve Bryan S. Turner, “Islam: A New Religious Vehicle for Aboriginal Self-Empowerment in Australia?,” International Journal for the Study of New Religions 1, Sayı. 1 (2010).

[2] Regina Ganter, “Muslim Australians: The Deep Histories of Contact,” Journal of Australian Studies 32, Sayı. 4 (2008).

[3] Peta Stephenson, “Islam in Indigenous Australia: Historic Relic or Contemporary Reality?,” Politics and Culture 4 (2004).

[4] Stephenson, “Islam in Indigenous Australia: Historic Relic or Contemporary Reality?” Daha fazla ayrıntı için bkz.: Peta Stephenson, The Outsiders Within: Telling Australia’s Indigenous-Asian Story (Sydney: University of NSW Press, 2007); Peta Stephenson, Islam Dreaming: Indigenous Muslims in Australia (Sidney: University of NSW Press, 2010). Stephenson ayrıca Malayları tartışır. Malaylar inci endüstrisinde çalıştırılmak üzere on dokuzuncu ve yirminci yüzyılda Queensland’e getirilmişlerdir.

[5] Stephenson, Islam Dreaming, s. 21-58.

[6] Ganter, “Muslim Australians.”

[7] Hapishanedeki din değiştirmelerle ilgili olarak bkz.: Stephenson, Islam Dreaming, s. 243-75.

[8] Bugüne dek Sonny Bill Williams ve Blake Ferguson gibi futbol yıldızları da din değiştirmiştir. Caroline Meng-Yee, “Sonny Bill Williams Embraces Islam,” The New Zealand Herald, 13 Şubat; Glen Jackson, “Blake Ferguson Turns to Islam en Route to Redemption,” The Sydney Morning Herald, 9 Kasım 2013.

[9] Julie Nimmo, Islam Dreaming, SBS Insight (SBS Television, 2003). Ayrıca şu tespiti yapmaktadır: “Her türden klişe üst sınıf, orta sınıf Kafkaslıyla ya da başka biriyle konuşuyorsunuz, Aborjinlerin iyi olmadıklarını söylüyorlar. Alkolik olduklarını düşünüyorlar, onlara uyuşturucu bağımlısı veya balici diyorlar. Aynı zihinsel mesaj İslam’la ilgili olarak da veriliyor: İslam kötüdür, en kötü şeydir. İnsanlar nasıl bu kadar vahşi ve barbar olabilir, ama insan gene de İslam’ı öğreniyor, kendi hakikatinin peşine düşüyor, o noktada İslam’ın barışçıl bir dinden başka bir şey olmadığını görüyorsunuz. İslam’da saldırgan olmanıza asla izin verilmiyor.” Julia Baird, Anthony Mundine: The Man, Sunday Profile (ABC Radio, 2006). Dinin sivil topluma yönelik en güçlü direniş biçimi muhtemelen Avustralya’da karşılık bulacak. Burada esas olarak Müslüman Marksizmi’den bahsediyorum. İslamî Marksizm hayli büyüleyici ve muhtemelen önemli bir dirilişin başlangıcında. Endonezyalı Tan Malaka’nın, Lübnanlı Hüseyin Mürüvvet’in, Suriyeli Sadık Celâl Azmî’nin ve Türkiyeli Hikmet Kıvılcımlı’nın sesi yavaş yavaş duyulmaya başlandı bile. Örneğin bu noktada Türkiye’den İştirakî isimli web sitesine bakılabilir.

[10] Genel, bir miktar halim selim bir inceleme için bkz.: Jürgen Kocha, “Civil Society from a Historical Perspective,” European Review 12, Sayı. 1 (2004).

[11] Judith Butler vd., The Power of Religion in the Public Sphere, Yayına Hz.: Eduardo Mendietta ve Jonathan Vanantwerpen (New York: Columbia University Press, 2011), s. 25-26.

[12] Butler vd., The Power of Religion in the Public Sphere, s. 26. Bu konum Habermas’ın ilk ifadelerini tekrarlamakla yetiniyor. Bu ifadeleri Religion and Rationality and Between Naturalism and Religion içinde bulmak mümkün. Jürgen Habermas, Religion and Rationality: Essays on Reason, God and Modernity (Cambridge: MIT, 2002); Jürgen Habermas, Between Naturalism and Religion, çev. Ciaran Cronin (Cambridge: Polity, 2008). Ayrıca “İman ve Bilgi” başlıklı 2001 tarihli dersine de bakılabilir. Jürgen Habermas, The Future of Human Nature içinde (Cambridge: Polity, 2003), s. 101-15.

[13] Judith Butler, Charles Taylor ve Cornell West’in katkılarına bakılabilir: Butler vd., The Power of Religion in the Public Sphere içinde. Ayrıca bkz.: David Herbert, Religion and Civil Society: Rethinking Public Religion in the Contemporary World (Farnham: Ashgate, 2003); Mark Juergensmeyer, Religion in Global Civil Society (Oxford: Oxford University Press, 2005); Yayına Hz.: Helen James, Civil Society, Religion and Global Governance: Paradigms of Power and Persuasion (Londra: Routledge, 2007); Yayına Hz.: Joep de Hart, Paul Dekker ve Loek Halman, Religion and Civil Society in Europe (Dordrecht: Springer, 2013). Ara sıra insan sivil toplumla ilgili kimi meselelerle yüzleşiyor. Onda gizli bir kavim merkezlilik bulmak mümkün. Sivil toplum yaklaşımında çelişkileri ve savaşı besleme eğilimi mevcut. Ama bunlar sivil toplumun iç dinamiğini keşfetmemize katkı sunmuyor. Örneğin bkz.: Ireneusz Karolewski, “Civil Society and its Discontents,” Polish Sociological Review 154(2006).

[14] Georg Wilhelm Friedrich Hegel, Elements of the Philosophy of Right, çev. H. B. Nisbet (Cambridge: Cambridge University Press, 1991 [1820]).

[15] Yabancılaşma konusuna özel bir vurgu yapan, Hegel’le ilgili en iyi politik ve toplumsal düşünce çalışması Shlomo Avineri’nin kitabıdır: Hegel’s Theory of the Modern State (Cambridge: Cambridge University Press, 1972). Hegel’in düşüncesinde sivil toplumun yabancılaştırıcı boyutuna dair zekice bir tasvir için bkz.: Anders Bartonek, “Labour Against Capitalism? Hegel’s Concept of Labour in Between Civil Society and the State,” Culture Unbound: Journal of Current Cultural Research 6(2014): s. 115-19.

[16] Gerginliğine bir örnek olarak Hegel’in aileyle ilgili yorumlarına bakılabilir: “Ama sivil toplum bireyi [Individuum] aile bağlarından kopartır, aile üyelerini birbirlerine yabancılaştırır ve onları kendi kendilerine yeterli kişiler olarak tanır.” Hegel, Elements of the Philosophy of Right, 263; #238.

[17] Dominico Losurdo, Liberalism: A Counter-History, çev. Gregory Elliott (Londra: Verso, 2011 [2006]). On sekizinci yüzyıl sonunda “liberal” sözcüğünün sıfattan isme geçişiyle birlikte liberalizm özel bir anlam kazanır. Liberalizm “gururlu özbilinç olarak doğar. Artık hem politik hem toplumsal hatta etnik bir yan anlama sahiptir.” Losurdo, Liberalism: A Counter-History, s. 244.

[18] John Stuart Mill, “On Liberty,” The Collected Works of John Stuart Mill içinde, Yayına Hz.: J. M. Robson, cilt. 18, s. 213-310 (Toronto: University of Toronto Press, 1859 [1977]), s. 224. Benzer ifadeler, Hugo Grotius ve John Locke gibi liberalizmin ilk desteklerinde de bulunmaktadır. Hugo Grotius, The Rights of War and Peace, Yayına Hz.: Richard Tuck, çev. John Clarke, 3 cilt. (Indianapolis: Liberty Fund, 2005 [1625]), I.3.8; II.5; III.7. John Locke, Political Essays, Yayına Hz.: Mark Goldie (Cambridge: Cambridge University Press, 1997), s. 180.

[19] Liberalizm, ideolojinin gelişiminde üç unsur rol oynar: İspanyalı II. Philip’e karşı gerçekleşen Hollanda Devrimi, İngiltere’deki Şanlı Devrim (1688) ve Amerikan Devrimi (1765-83). Liberalizm hâline gelen ilk ideolojilerin bu yerlerde bulunması şaşırtıcı değildir.

[20] Dominico Losurdo, “Lenin and Herrnvolk Democracy,” Lenin Reloaded: Towards a Politics of Truth içinde, Yayına Hz.: Sebastian Budgen, Stathis Kouvelakis ve Slavoj Žižek, s. 239-52 (Durham: Duke University Press, 2007), s. 245.

[21] Losurdo, Liberalism: A Counter-History, s. 248.

[22] Michael Hardt ve Antonio Negri, Multitude: War and Democracy in the Age of Empire (New York: Penguin, 2004), s. 64.

[23] Antonio Negri ve Michael Hardt, “Marx’s Mole is Dead! Globalisation and Communication,” Eurozine, sayı. 13 Şubat (2002). İşçiciliğin teori ve pratiğinin gelişimine dair mükemmel bir değerlendirme için bkz.: Yann Moulier, “Introduction,” The Politics of Subversion: A Manifesto for the Twenty-First Century içinde, s. 1-44 (Cambridge: Polity, 2005).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder