Türkiye’de mebzul miktarda örgüt vardır ama komünist
parti yoktur.
Komünist parti, verili duruma ve döneme göre, mevcut
dinamikleri örgütleyen ve onlara örgütlenen örgütlerin devrimci kolektifidir.
Bu gerçeği, “kutsal birey” putuna kurban etmek ve onun kaprisleri önünde diz
çöktürmek, hatalıdır. Dolayısıyla komünist parti, üç-beş kişinin fantezisi,
kurgusu değil, kolektif mücadelenin sürece dair bir ürünüdür.
Bugün örgütler, belirli özel şahısların hikâyelerine dairdirler. O şahısların fiziği, kimyası ve biyolojisi, esası teşkil etmekte, onun dışındaki gerçek, ona göre eğilip bükülmektedir.
Örgüt şeflerinin
“içimizdeki zararlı unsurları kustuk” demeleri ile Erdoğan’ın ülkeyi kendi
bedenine dair bir imge olarak kullanması arasında fark yoktur. Zaten bu
örgütlerin muhalefeti, basit bir garez ve haset üzerine kuruludur.
Fizik, kimya ve biyoloji tekil şahıslara kapatılınca,
dış dünya ancak aritmetiğin konusu olabilmektedir. Belirli bir fiziği, kimyası,
biyolojisi olan, ona tapan özneler, pratikte ancak aritmetikten söz
edebilmektedirler.
“Sayma becerisi” olarak aritmetik, bitmiş fizikî,
kimyevî ve biyolojik bir varlığın olgun meyveleri dallarından toplamasıyla
ilgilidir. Örgütlerin birbirlerinin olgunlaşmış kadrolarına, imkânlarına,
araçlarına, yöntemlerine, teorik birikimine göz koymalarının sebebi burada
aranmalıdır. Mülkiyetçilik ve rekabetçilik, burayla ilgilidir. Bu hatta
girilince, fizik, kimya ve biyoloji, basit rakamlara kapatılmak zorundadır.
Sol, bu kapatmanın adıdır.
Bugün esasen sol şefler şahsında hareketin fiziği
kilitlenmiş, kimyası çözülmüş, biyolojisi çürümüştür.
Taksim’e çıkmak, ortak fiziğin, kimyanın, biyolojinin
emri, ihtiyacı doğrultusunda talep edilmemektedir. Daha fazla kitleye ulaşmak,
kilitlenen yerleri açmak, çözülen yerleri bağlamak, çürüyen alanları diriltmek
değildir amaç. Kilitlenmeyi, çözülmeyi, çürümeyi isteyenler bellidir.
Bitmiş-tamamlanmış özne, kitlelerin derdine-öfkesine
örgütlenmeyi de bilememektedir. Özne, sanki o kitlelerin fiziğinden,
kimyasından, biyolojisinden ürktüğü için özne olmuş gibidir.
Engels “İhtiyaç her şeyin anasıdır” demektedir,
Avusturya İşçi Marşı ise “Anamız işçi sınıfı.” Demek ki ihtiyacın sınıfsallığı
belirlenmeli, sınıfın ihtiyacı gözetilmelidir. Özel şeflerin kendi özel
fiziğini, kimyasını, biyolojisini koruma çabası, ihtiyacı ve sınıfı kapı dışarı
etmek zorundadır.
Koruma çabası, ona uygun kadro üretmektedir. Kadrolar,
ancak o özel kişilerin özel ihtiyaçlarını görebilmektedirler. Bu da kadroların,
ezilenlerin-sömürülenlerin fiziğine, kimyasına ve biyolojisine karşı
körleşmelerine neden olmaktadır. Hayat, bir süre rakamlarla oyalanarak
geçmekte, sonra gerçek rakamlar (maaş, kariyer, basamaklar, arkadaş sayıları
vs.) baskın hâle gelmektedir.
Zımnî anlaşma gereği, şefler, herkesin kendisi gibi
olmasını istemekte, ama kimsenin kendisi gibi olmasına izin vermemekte, bunu
istememekte, sonuçta da kadrolar, kısa sürede hareketi terk etmektedirler.
Ortada devrim gibi ağır bir iş süreci varsa, ağır bir
yükü kaldırmak için başkalarına ihtiyaç duyulması gibi, bu iş için de her daim
başkaları gözetilmelidir. Ötekicilik, postacılık, bu başka hayatı, başka
insanları, başka dinamikleri kendi oldukları yerde boğmaya yazgılıdır. “Bana
dokunma, ben de sana dokunmayayım” diyen bir sözleşme yürürlüktedir.
Sınıf derken, bu açıdan, meslekî ideolojilerin kendi
dünyalarına benzetmek istedikleri bir yapıdan söz edilmemektedir. Sendikalar ve
odalar, politikmiş gibi görünme imkânından başka bir şeye yaramamaktadırlar.
Herkes her şeyi kendisine boğduğundan, bu tip mevziler de basit birer mevkie
dönüşmektedir. Aritmetik bilinci, buralardaki fizikî, kimyevî ve biyolojik
süreçleri örtmek zorundadır.
Devrim denilen iş süreci, ortaklaşmayı zorunlu kılar.
Devrim, şiddetini hissettirdiğinde, dip dalgada bir toparlanma söz konusu olur
iken, yüzeydeki köpükler olarak sol örgütler sağa sola kaçışırlar. İşten kaçan,
kaytaran insanlar başa geçerler. Mahallesindeki bakkalla, otobüsteki
insanlarla, yolda, orada burada halkla teması artık devrim değil, kendi
bireyselliğini korumak ve yaldızlamak amaçlıdır.
Oysa Taksim, bir imgedir. Tarihselliğiyle devrimcidir.
Taksim’e çıkma iradesi, ara sokaklara, o sokaklarda bulunan ve artık örgüt
bürolarının yerini almış bar ve kafelere işaret etmekle ilgilidir. Aritmetik
bilinci, “dostlar alışverişte görsün” anlayışını anbean güncellemeye mecburdur.
Eylemler, rakama indirgenmiş arkadaşların görüldüğü
bir ziyaret yeridir. Bu anlayış, kendi fiziğini, kimyasını ve biyolojisini
mutlaklaştırmak, kitlelerin fiziğine, kimyasına ve biyolojisine ise ancak
rakamlar üzerinden tahammül edebilmek zorundadır.
Aritmetik anlayışının bir yansıması da, parçası olduğu
yapı tarafından içi boşaltılmış, tasfiye edilmiş Antikapitalist Müslümanlar’ın,
iş işten geçtikten sonra, ittifak konusu olabileceğini söylemektir. “İttifak”
sözü, AKM’nin yerli, kendisini dışsal görmekle ilgilidir muhtemelen. Burada,
Soros vakıfları türünden, yerli ortaklar aranmaktadır. Onun sahip değil, ait
olduğu fizik, kimya ve biyoloji, asla ciddiye alınmamaktadır. Ya da kendisini
yerli kabul etmekte, İslam’ı yabancı unsur kabul eden Kemalistler gibi, onu
kandırma yoluna gidilmektedir. AKM, toplum denilen niceliksel toplama ait bir
hesap kalemi olmadığına göre, buradaki ittifak arayışı, üst, yönetsel hesaplara
dairdir, alta, devrimci olana değil.
Burjuvaziyle sahte, yalan bir eşitlikçi hülya ile
ilişkilenen, işine geldiği yerde onun sofrasına oturan küçük burjuvazinin, ezilenlerin-sömürülenlerin
fiziğinden, kimyasından ve biyolojisinden korkması, onları rakamlara hapsetmesi
kaçınılmazdır. Kurtuluş mücadelesi, bir yönüyle, bu hapisten kurtulmakla da
ilgilidir.
Taksim, ya zindan ya da hürriyet kapısıdır. Tercihi
belirleyecek olan, gene ihtiyacın sınıfsallığı, sınıfın ihtiyacıdır.
Eren Balkır
30 Nisan 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder