I
Bilhassa köy sosyolojisi üzerine uzman olan Behice
Boran, Türkiye İşçi Partisi’nin başında iken gençler gelirler ve köylüler
arasında çalışma yapılmasını isterler. Basit bir oy toplama talebinin ötesine
işaret eden bu soruya, Boran şu cevabı verir: “Bize köylülerden dayak mı
yedirteceksiniz?”
Köylülerden korkan, salt Boran değil, altmış
darbesiyle açılan sol burjuva siyaset alanıdır. On yıl içerisinde bu alanın
tıkandığını, mücadeleyi sınırlandırdığını anlamak, o köylerden gelen gençlere
düşer. Sol burjuva siyaset ise intikamını, köylüyü köylülüğe, genci gençliğe,
işçiyi işçiliğe politik-ideolojik olarak kapatmakla almıştır. Tıkanan tıkamış,
sınırlanan sınırlamıştır. Kendi içerisine aldığı dinamikleri, özel bireylere
bölüp parçalamış, o gençlerin çığlığını o özel bireylerin özel sancılarına
kapatmıştır. Sol, bu batılı burjuva siyaset alanına sırtını dayadığı ölçüde,
dağılıp parçalanmıştır.
Altmışların sonu itibarıyla belirli bir
siyasî-ideolojik tıkanmanın yaşandığı aşikârdır. Bu anlamda, esasen Deniz
Gezmiş’te zinde kuvvetler-askerdeki; Mahir Çayan’ın devrimci gençlikteki;
Kaypakkaya’da işçi-köylüdeki tıkanmanın aşılma iradesinin dil bulduğu
söylenebilir. Üçünde de aşma pratiği, doğuya doğrudur.
Umut filmini
çekerken yaşadığı güçlüklere karşı, öfkeyle, “bu ülkenin sadece
Ankara-İstanbul’dan ibaret olmadığını öğreteceğim onlara” diyen Yılmaz Güney’in
çığlığı da bu aşma pratiğine dâhildir. Bu nedenle, üç aşma pratiğinde de
Kürd’ün varlığı ve eylemliliği önemli bir rol oynar. Ama bugün tarihsel açıdan
bir kapanma yaşanmakta, elli yıllık süreç içerisinde devrim olmadığı için, üç
ismin aştığı yere doğru yönelme (HDP başlığı altında) fiilîleşmektedir. Umut,
gene Ankara-İstanbul hattına bağlanmıştır.
Söz konusu tıkanmayı giderme girişimleri arasında da
geçişmeler yaşanır. Mahir’lerin Maltepe Cezaevi’nden kaçtıklarını gazeteden
okuyan Sait Kırmızıtoprak (Dr. Şivan) “keşke buraya gelseler, birlikte mücadele
ederdik” der. Orası Güney Kürdistan’dır. Şahıslardan bağımsız olarak, burjuva
siyasetinin genişletilmesi ile ona karşı konumlanma arasında fiilî bir gerilim
söz konusudur.
İbrahim’se Kürecik Raporu’nda Sinan Cemgil’den
ve arkadaşlarından bahseder. Buradan onun Deniz’lerin aşıp ilerlediği yoldan
yürüdüğü görülür. İbrahim ilerledikçe, o yol da ilerler. Onların “burjuva
subaylarının darbesine ve burjuva reformculuğuna bel bağladıklarını, halktan
uzak durduklarını” söyler.[1] Bu noktada Kaypakkaya, özellikle silâhlı mücadele
konusunda, çobanların ayak izlerine bakar. Onda perspektif de paradigma da
değişmiştir.
II
Örgütler, kaleme aldıkları geçmiş değerlendirmelerinde
hikâye anlatıyorlar, tarih değil. Hikâye ile tarih arasında ciddi bir fark var.
Örgütlerin kendi hikâyelerini anlattıkları çalışmalarda Marksizm yok. Sadece
özel insanların özel hikâyeleri, toplantıları, eylemleri anlatılıyor. Bu
hikâyelerin ve pratiğin bağlamı irdelenmiyor. Dinamikler, süreçler, dip dalga
yok orada. Dolayısıyla örgüt-lenme meselesi, o hikâyeye ikna olanların
toplanması olarak algılanıyor. Hangi bağlama girildiğinin, geçmişe dair hattın
neresinde olunduğunun, temel dinamiklerle nerede buluşulduğunun anlaşılması
geçersizleşiyor. İbrahim, bu noktada da ayrıksı bir yerde duruyor. Mustafa
Suphi ve ilgili dönemi kavramaya çalışmasını buradan anlamak gerekiyor.
Üç ismin aşma pratiğinin alameti olduğu doğru ise,
onların öncelikle burjuva siyasete dair bileşenleri eleştiriye tabi tuttukları
görülmelidir. İbrahim, “işçi-köylü”yle aşar, somut işçi ve köylüye gider.
Burjuva siyasetinin sınırlarını zorlayıp aştıkça, dolaylı olarak, girdiği
bilinmez coğrafyada ilerleyebilmek için, önceki devrimcilerin adımlarını izler.
Bu hikâyeyi kendi öznel hikâyesiyle aynılaştıran, onu mülk edinen yaklaşım,
burada bilinmeze yürüme iradesini boşa düşürür. Deniz, Mahir ve İbrahim, küçük
burjuva ideolojisinin müdahalesiyle, gerisin geri, sınırın öte tarafına
fırlatıp atılır. Onlar, bazı şeyleri eksik bilmektedirler, bazı adımları doğal
olarak yanlıştır. Üç önder göndere çekilir, böylece burjuva siyaseti alanından
yaşanan huruc anlamsızlaştırılır. Her ne kadar İbrahim, “köylü partisi”nin
küçük burjuva bir parti olacağını söylese de[2], takipçileri, hareketi bu
çizgiye çekerler.
Niceliğin, hikâye anlatımının, belirli özel şahısların
başlatıp bitirdiklerinin merkeze oturduğu yerde aritmetikten başka bir şey
hâkim olmayacaktır. Merkezdeki üç-beş özel insanın bir araya geldiği toplam,
sonuçta başkalarına ihtiyaç duymayacaktır. Her şey onda bittiği için, ihtiyaç
ortaya çıkmayacak, zorunluluklar görülmeyecek, ihtiyaç duymayınca
örgütlemeyecek, başka süreçlere ve dinamiklere örgütlenmeyecektir. Oluşan
dinamikler ve hareketler, o KP’nin hücreleri hâline gelmeyecektir. Her şeyi
kendisine kapatanın başkasına, başkasının sözüne ve eylemine ihtiyaç duyması,
mümkün değildir. O, ancak kendi suretinde, kendisine benzer bir yapı inşa
edebilir.
Örgütlerin hikâyesinden KP tarihine geçmek zorunludur.
Örgütler, özel kişilerin özel toplantılarını, özel eylemlerini anlatıp
durmaktadırlar; teorik, nesnel, kolektif olanın içerisinde neler yaptığından
bahsedilmemektedir. Bu noktada etiket, kariyer, imza, vitrin vb. belirleyici
hâle gelmektedir.
Çetin Altan, Dr. Şivan’a, “siz dağa çıkın, biz sizi
buradan destekleyecek yazılar yazarız” der. Şivan da şu anlamlı cevabı verir:
“Biz yazı yazmasını da dağa çıkmasını da biliriz.” Altan, seksenlerde
“Dersim’de, Munzur kıyısında tenis oynanıp vals yapıldığı günlerin hayalini
kurduğunu" söyler. İbrahim’in hurucu iptal edildiğinde, o gerisin geri,
Altan’ın hayaline ait bir figürana dönüştürülür. Hurucun ricata dönüştüğü
momentte, birileri bunu görür ve bataklıktan kurtulmak için çeşitli çabalar
ortaya koyar, ama sırtlar başta belirtilen batılı burjuva siyasetine
dayandırıldığı için, bu çabalar sonuç vermez. Niteliksel ve niceliksel manada
Doğu’ya dönmemek, İbrahimî geleneği de o düzleme eklemleyerek ilerleyecektir.
İlerleme de burjuva bir yanılsamadır.
III
Parlamentarizme yönelik itiraz, burjuva siyasetinin
çektiği sınırlara dönük bir itirazdır. Bu itiraz, sırtını Batı’ya vermiş bir
tür solculuğun reddini ifade eder, o böyle kavranmalıdır. Deniz’in, Mahir’in ve
İbrahim’in sonrasında “takipçileri” tarafından gene Batılı ve Batıcı bir tarza
kapatılmak istenmesi, eleştiriyi beklemektedir. Bu üç ismin Batı’ya ait ve dair
birer “ajan”a indirgenmesi, onun gene burjuva zihniyet dairesinde,
putlaştırılmasını, en iyi hâliyle, peygamberleştirilmesini getirmiştir.
Her şeyin başı ve sonu olmaya mecbur olan küçük
burjuva, İbrahim’i de hikâyenin başı olarak kodladığında yol alabileceğini
düşünür. Oysa onun gerekli, zorunlu devrimci dönüşümleri gerçekleştirdiği
tarihsel bağlama ait kılınması ve dönüşümlerin her momentte güncellenmesi
gerekir. İbrahim’in yanında olmak, onun eleştirilerinden azade olmanın, ama
gene onun eleştirdiği konuları yapmanın kılıfı hâline gelir.
Bugün İbrahim’i yeterince Maoist bulmayıp öz Maoizme
geri dönenler, başka bir örgütün yürüttüğü devrimci savaşı “intihar eylemi”
olarak nitelemektedirler. Oysa bilinmektedir ki “intihar eylemi”, Batılı
liberallerin zihinlere nakşettiği bir kavramdır. Bu zihniyete göre, o
koşullarda İbrahim şahsında, Dersim’e huruc gerçekleştirmek de bir tür “intihar
eylemi”dir. Ondan uzaklaşmanın gerekçesi de burada aranmalıdır.
Bugün İbrahim’i “peygamber” ilân edenler, küçük
burjuva dünyalarına politik bir boya çalma derdindedirler. Her şeyin başı ve
sonu kendileri olduğu için, onun peygamber ilân edilmesi şarttır. Duruma göre
başlangıç noktası değiştirilmektedir. Eskiden İbrahim iken, şimdi laikleşildiği
ölçüde, Deniz Gezmiş’lerin idamı hikâyenin başladığı an olarak kodlanmaktadır.
Başkalarını küçük burjuva siyaset aklına sahip olmakla eleştirenlerin ortaya
attıkları “Bütünsel Marksizm” kurgusu ve etiketinin de bir “mühendislik procesi”
olduğunu görmeleri gerekir.
IV
Öcalan dâhil belirli isimlerin hayat hikâyeleri,
sadece küçük burjuva şeflik, mühendislik ve yöneticilik düzeyinde istismar
edilecek şekilde okunuyor. Oradaki bağlamın, kişilerin ait oldukları
ilişkilerin, mücadelelerin hiçbir önemi yok. Önemli olan, o kişiden bugüne
dair, yöneticilik ve şeflik için notlar çıkartmaktır. Burada da tarih bilinci
değil, hikâye anlatıcılığı vardır.
Dolayısıyla, İbrahim’deki Kemalizm eleştirisi,
bağlamından çıkartılmakta, bu eleştiri, ülkenin üst siyasetine dair söz söyleme
imkânı olarak istismar edilmektedir. Kemalizm, belirli özel şahısların hikâyesi
olarak algılanmakta, ona gene benzer hikâyelerle karşılık üretilmektedir.
“[…] Emperyalizm feodalizmi tasfiye etsin, biz de
sosyalist devrimi yapalım, tam bir Menşevik mantığı odur.”[3] Burjuva siyaset,
örgütlerin yuvarlandığı bataklıktır. İlerlemeci kurgu ile tıpkı İbrahim’in
ifadesi ile, “kapitalizm bizim karşımızdaki engelleri kaldırsın” denilmektedir.
“İlerlemeyi burjuvazi sağlasın, biz de sosyalist devrimi zihnimizde canlı
tutalım” devrimcilik değildir.
Böylesi bir yaklaşım, işin, davanın ve kavganın
ortaklaşmasına asla bakmayacaktır. Batıcılık, burjuva siyasetine kul olma ve
ilerlemecilik, mevcut işi, davayı ve kavgayı her daim kötü, yanlış ve eksik
görecektir.
Çelik kendisine verilen suyu unutmayacaksa, bu, işin,
davanın ve kavganın ortaklaşmasını gerektirir. Hafıza ve unutmamak, beyindeki
nöronların belirli bağlar kurması ile ilgili ise, o vakit halkın mücadelesinin
çelikleşmesi ve aldığı suyu inkâr etmemesi, ancak ortaklaşmayla, kurulan
bağların örülmesiyle, örgütlenmeyle mümkündür. Özel insanların özel hikâyeleri
merkezde durdukça, genelin ihtiyacı ve zorunluluğu görülmeyecektir.
Elli yıl önce huruc edilen zemin, nicelikselcilik,
parlamentarizm ve genel burjuva siyasetidir. Bu hurucun kendisine
kapanma, özelleşme tehlikesi mevcuttur. İbrahim’in “eğer bir gün partinin
çıkarları ile halkın çıkarları karşı karşıya gelirse, tavrımız halkın
çıkarlarından yanadır” sözü bu özelleşmeye karşı bir direnç gibidir.
Elli yıl önce Türkiye İşçi Partisi’nden huruc
edilmiştir. Bugünse sol, toplamda ana rahmine geri dönme eğilimindedir. Yeni
bir elli yılın başında, solun bu yönelimi, doğunun kurduğu işçi partisinin
dişlerini söküp buraya uyarlanmış bir hâle sokma yönündedir. Bu anlamda
İbrahimî gelenek, gene doğululaşmalı, seçimde oy verse de halkın çıkarlarına
ters olan bu yönelime kalbini ve aklını vermemelidir. Akıl ve kalb, devrime ve
kıyama aittir.
Eren Balkır
14 Mayıs 2015
Dipnotlar:
[1] İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Umut Yay., Ocak 1992, s. 22.
[2] Kaypakkaya, a.g.e., s. 55.
[3] A.g.e., s. 61.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder