Geçen hafta Yemen’deki bir dostumdan insanı rahatsız
edici bir not aldım. “Burada durum ümitsiz. Bombalamalar en az bir altı ay daha
sürecekmiş gibi görünüyor. Temel gıda maddelerinde tahrip edici kıtlıklara
rastlanacak. Çocuklarım korkuyorlar ve ben ne yapacağım, emin değilim.” diyordu
notunda.
Buna benzer mesajlar yaygınlaştı, süreç kendisine
eşlik eden öfke ile birlikte ilerliyor. Beş yıl içinde Yemen toplumunda geniş
bir kitle tabanına sahip olacak etkileyici o devrimci hamle, nasıl oldu da
Husilerin iktidarlarını pekiştirdiği, Suudi Arabistan savaş uçaklarının ülkenin
önemli bir kısmını bombaladığı bir gerçeğe uyandık?
Arap dünyasının en yoksul ülkesi olan Yemen’in
ötekileştirilmesine bağlı olarak, bugün ülkede çok az güvenilir İngilizce
konuşan uzman var. Soğuk Savaş süresince devrimci hükümetlerin çöküşü ardından
batı, bu ülkeyle jeostratejik açıdan çok az ilgilendi.
Sonuçta bugün ülke hakkında yeterli güvenilir bilgiye
sahip çok az asker olmayan uzman mevcut.
Bunların da önemli bir kısmı, olan bitenin çok azını
aktarıyor. Haber sunucularıyla ve editörlerle kurulan temaslar da genelde şu
tarz sonuçlar veriyor:
Soru: Husiler hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Cevap: Husiler, Kuzey Yemen’deki bir kent olan Sâda’da
bulunan kabile mensubu militanların oluşturduğu bir ittifak. Ana akım
analizciler, bunların İran’ın vekilliğini icra etmekten başka bir şey
yapmadıkları konusunda ısrarcılar. Oysa hikâye görece daha karmaşık.
Yaygın kanaate göre, devrik cumhurbaşkanı Ali Abdullah
Salih, Husilerin selefi olan Mümin Gençler Teşkilâtı lideri Hüseyin Bedrettin
Husi’nin arkasında duran geniş dinî ve kabilevî destek üzerinden tehdit edildi.
Bu teşkilât, faaliyetlerine doksanların başında başlamıştı ve büyük ölçüde
Şiiliğin bir kolu olan Zeydîliğe ait eğitimsel ve kültürel diriliş projeleri
ile ilgiliydi.
Ancak Salih, Bedrettin Husi’yi yeni Zeydî Şiî İmam
olarak kabul etti ve Kuzey Yemen’den başlayacak kabilevî bir devrime öncülük
etti. Mümin Gençler Teşkilâtı, 18 Haziran 2004’te ABD’nin Irak’ı işgalini ve
İsrail’in Mescid-i Aksa’ya yönelik baskılarını protesto etmek için Sana’daki
Büyük Camii’de gösteriler tertipledi. Bu gösteriler, Yemen’deki büyük protesto
dalgasının parçasıydı.
Buna tepki olarak Salih’in elindeki kuvvetler
saldırdılar. Söz konusu saldırılarda çok sayıda Husi üyesi öldürüldü,
liderlerinin yakalanması için başına ödül kondu ve Kuzey Yemen’de büyük askerî
operasyonlar düzenlendi.
Ama bu strateji geri tepti. Bedrettin Husi Eylül
2004’te öldürüldü, destekçileri ise onun kardeşleri etrafında örgütlendiler.
Grup, liderlerini anmak amacıyla “Husiler” ismini aldı. Hızla silâhlı bir isyan
hareketine dönüştü ve Sâda Savaşları olarak bilinen uzun soluklu bir çatışma
içerisine girdi. Nihayetinde de Arap Baharı’nın parçası olan 2011 Yemen Devrimi
olarak bildiğimiz sürece dâhil oldu.
Husilerin iktidarı ele geçirmesi, yukarıda aktarılan
isyanın ardından Salih’in eski cumhurbaşkanı Abd Rabbuh Mansur Hadi eliyle
kurulan ve ABD ile Suudi Arabistan tarafından yoğun biçimde desteklenen (ve
etkin biçimde monte edilen) hükümetin bir hatasıydı. Hadi’nin hükümeti,
demokratik meşruiyetin yokluğu, ayaklanmanın maddî taleplerini hızla
karşılayamaması ve uygun bir demokratik çerçeve oluşturamayan Ulusal Diyalog
Konferansı (UDK) gibi bir dizi meseleyle yüzleşti. Husiler, bu noktada UDK’nin
hükümlerini yeni hükümette uygulamanın gerektiğini tespit ettiler.
Soru: İyi de İran Husileri desteklemiyor muydu?
Cevap: Bu kadar basit değil. Görünüşe göre Husiler,
süreç içerisinde İran’la aralarındaki bağı güçlendirdiler. Ama galiba bu, kısa
bir zaman önce yaşanan bir gelişmeydi. Bu türden bağlar, Husilerin ülkenin
önemli bir kısmının kontrolünü ele geçirebilme başarısı göstermesini pek izah
etmiyor. Bu gelişme, Salih ile kurulan tuhaf ittifakın ve ona sadık isimlerle
ordu kaynaklarına erişme imkânı bulmalarının bir sonucuydu. Yaygın biçimde
dillendirilen bir efsaneye göre Husiler “Yemen’in Hizbullah’ı”, oysa bu, kesinlikle
doğru değil.
Esasında Salih Husilerin Yemen’in Hizbullah’ı olduğuna
dair iddiayı yıllarca ABD’ye iletmiş ama diplomatlar buna hiç inanmamışlardı.
Wikileaks üzerinden sızan kimi belgeler bunu kanıtlıyor. ABD’den Sana’daki
Kanada Büyükelçiliği’ne çekilen 9 Aralık 2009 tarihli bir telgrafta şu yazıyor:
“Yemen Cumhuriyeti’nin İran’ın Husileri silâhlandırdığına dair iddialarının
aksine, birçok analizcinin raporuna göre, Husiler silâhlarını Yemen
karaborsasından, hatta Yemen Cumhuriyeti ordusundan temin ediyorlar.”
Husiler, İran’ın sunma ihtimali bulunduğu desteğe
karşın, silâhlara önemli bir bölümünü hâlâ bu kaynaklar üzerinden ulaşıyorlar.
Buradaki tuhaflık ise şu: bu silâhların büyük kısmı Avrupa ve ABD yapımı.
İran da Husileri destekleyebilirdi. Ama hareketin
cephaneliğinin önemli kısmının niteliğini tayin eden, Avrupa ve Amerika ordu
mallarının Ortadoğu karaborsasında bol bulunması, aynı zamanda bu türden
silâhların Yemen ordusuna da resmî yollardan satılmış olması gerçeğidir.
Esasında İran, muhtemelen harekete önceden ülkede varolan kaçakçılık
şebekelerini istismar etmek suretiyle yardım ediyor.
Soru: Peki Amerika’nın ülkedeki çıkarları?
Cevap: ABD’nin Arap Yarımadası El-Kaide’si (AYEK) ile
savaşmaktaki çıkarı sınırlı, bunun ana nedeni, grubun Suudi Arabistan sınırına
çok yakın bir bölgede faaliyet yürütüyor olması. Arap Yarımadası El-Kaide’si,
Ocak 2009’da Yemen’de, Suudi Arabistan El-Kaide’si (SAEK) bir dizi baskının
ardından sınır boyunca etkin bir biçimde kovalanması sonrası kuruldu.
SAEK, grubu kurmak için Yemen El-Kaide’siyle birleşti.
AYEK’in doğumundan beri, özellikle ilk bomba uzmanlarından biri olan İbrahim
Hasan Tali Asiri’nin tutuklanması sonrası, Amerika ve Britanya’nın terörle
mücadele faaliyetleri, insansız hava araçları dâhil, çeşitli tedbirler
üzerinden grubu yok etmeye odaklandı. Bu, üstelik Yemen’deki yaygın su kıtlığı
gibi, insanî güvenlikle ilgili diğer önemli endişelere rağmen gerçekleşti.
Nihayetinde Beyaz Saray ve müttefikleri stratejiyi
taktikle karıştırdılar. Suudi Arabistan’ın da içinde olduğu uluslararası
aktörler, Yemen’in eşitlikçi ve demokratik bir yoldan gelişmesine katkı
sunabilecek kapsamlı bir program yerine, devreye insansız hava araçlarını ve
bombardımanları soktular.
Esasında burada saldırıya uğrayan, Yemen. Gerçek bir
tahayyül geliştirme gereği duymaksızın, şurası açık ki dış güçler
yaklaşımlarını revize etmedikçe ya da bir ulusal kurtuluş hareketi ile
püskürtülmedikçe, ülkede durum daha da kötüye gidecek. İkinci ihtimal, yani
kurtuluş hareketinin başarısı, uzun vadede Amerikan çıkarlarına zarar verecek.
Dahası bugün Yemen’de başvurulan şiddet düzeyinin muhtemel amacı, Körfez
krallıklarına yayılmak ve tüm bölgedeki nizamı yerinden söküp atma şansı
bulunan devrimci bir düzenlemeye mani olmak.
Böylesi bir durumda uzmanlar da teşekkürlerini sunup
sahneye çıkacakları vakte dek eve gidip hazırlıklarını yapıyorlar.
Bugün Yemen uzmanlarına Sünni-Şii rekabetini sormak,
buna bağlı olarak Suudi Arabistan ile İran arasındaki kapsamlı yarışı
didiklemek moda.
Uzmanlar genelde rahatsızlıklarını gizliyorlar ve şu
tarz laflar ediyorlar:
Yemen’in tarihsel açıdan hiçbir mezhebin diğeriyle
özel olarak çatışma içinde olmadığı bir ülke olmadığını hatırda tutmak gerek.
Esasında Kuzey Yemen’deki iç savaş esnasında Zeydî imamlığını destekleyen,
Suudi Arabistan idi. Sünni Vahhabiliğin yayılmasına katkı sunan da Salih idi.
Mezhepçilik yeni bir olgudur ve şu üç etmenin bir
sonucudur: 1) Amerika’nın öncülüğünde Irak’ta yapılan eylemlerin bölgesel
sonuçları; 2) Suudilerin yaydıkları Sünniliğin üstünlüğüne dayalı öğretiler; ve
3) Neoliberalizm mezhep kimliğini güçlendirme ve ayrışma çizgilerini
belirginleştirme eğilimi. Mezhepçilik askerî müdahalelerin ürünüdür ama aynı
zamanda sadece Yemen’de değil, en geniş manada tüm bölgede işleyen yoğun
metalaştırma süreçlerinin bir sonucudur.
Elbette bu, Yemen’in mezhepçilik karşıtı bir cennet
diyarı olduğu anlamına gelmiyor, aksine burada ülkedeki mezhepçi gerilimin
sebebinin somut etmenler olduğu üzerinde duruluyor. Mezhep kimliği, iç
istikrarsızlık ve kaynakların küçüldüğü dönemlerinde güvenlik alanına girme
imkânı sunuyor, aynı zamanda mal ve hizmetlere erişimi sağlıyor. Gerilimler
aynı zamanda, Suriye’deki iç savaşta görüldüğü üzere, bölgenin diğer
kesimlerinde şiddet eliyle kışkırtılıyor.
Bu kaçınılmaz bir durum değil. Mezhepçilik,
Ortadoğu’da mevcut olan muhtelif aktörler eliyle verilen politik kararların
sonucudur.
Uzmanlar, sorunun kendisinde mündemiç olan zırvalığın
ele alınmasına imkân vermiyorlar. Yemen uzmanı olmadaki güçlük, sürekli sizin
ağız dolusu küfür etme isteğinizi bastırmanızı istiyor olmaları.
Ana akım batı medyasının çatışma konusunda verdikleri
açıklamalarda bilhassa mezhepçiliğe ve vekâlet savaşlarına odaklanmalarının
nedeni burada. Mezhepçilik, Ortadoğu’daki yabanîliğin bir parçası olarak
sunuluyor. İzleyenler için burada Suudi-Amerika politikasının sonuçlarına
odaklanmaktan kaçınılıyor. Bu yaklaşım kasıtlı ve Amerika’daki savaş karşıtı
harekete sunulan hatalı yaklaşımların bir sonucu.
Yaşananın “vekâlet savaşı” olmasına dair görüş, daha
da ileri giderek, potansiyel muhalefeti bastırıyor. Bunu da Suudi Arabistan’ın
İran saldırganlığına cevap ürettiğini söyleyerek ve onun gerici çıkarlarının
peşinden koşmak için egemen bir ülkeye sebepsiz yere savaş açtığını görmeyerek
yapıyor. İlgili görüş, bir de tüm niyetler ve amaçlar bağlamında, yaşananın bir
Suudi-Amerika işgali olduğu, Suudilerin hem kendi çıkarlarına hizmet ettikleri
hem de ordusunu Amerikan iktidarının bir izdüşümü olarak konuşlandırdıkları
gerçeğini silikleştiriyor.
Şurası açık ki, Suudi Arabistan Kralı Salman ve Mısır
Cumhurbaşkanı Abdulfettah Sisi gibi yeni bölgesel otokratlar, Yemen’deki savaşı
kendi yönetimlerini meşrulaştırmak için kullanıyorlar. “Yemen’in meşru
hükümeti”ni savunmak, bu liderleri Arap Baharı’nın kahramanları gibi
görünmelerine neden oluyor. Oysa bunlar demokratik hareketleri ezen isimler.
Sisi ve Salman bugün benzer bir durum dâhilinde bir araya geliyor. Hadi’yi
savunmak için yedi kral ve iki askerî diktatör bölgesel planda işte böyle
koalisyon kuruyor. Hadi’ninse Yemen’in meşru yöneticisi olduğuna ilişkin
iddiasının zemini, kendisinin tek aday olarak girdiği 2012 seçimi.
Batı solunun Yemen’de açık biçimde yaşanan zulüm
koşulları karşısında ortaya koyduğu tarihsel sessizlik, öncelikle şaşırtıcı bir
husus. Her şeyden önce Ortadoğu’daki düzenin tüm saçmalığı belirli bir süredir
bu ülkede sahnede. Uzun yıllardır eleştirel bakış açılarına ihtiyaç duyuldu, bu
yaklaşımlar, Yemen’de olan bitendeki tüm akıldışılığı takdir etmeliydi.
Oysa ortada, darbe sonrasında acilen ele alınması
gereken önemli sorular var. Örneğin Husiler nasıl oluyor da Ulusal Diyalog
Konferansı’nın şartlarını uygulayacağını vaat ediyor ama aynı zamanda Taiz’deki
öğrenci göstericileri öldürebiliyor? Başkan Obama, Husi darbesiyle ilgili
haberlere atıfla, Yemen’in “hiçbir zaman mükemmel bir demokrasi ya da bir
istikrar adası” olmadığını söylerken, bir yandan da aynı ülkeye yönelik
insansız hava araçlarıyla yapılan saldırıları birden sona erdiriyor?
Ayrıca bu sorulardan da önce ele alınması gereken
başka sorular var. Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi (KAÜİK), kendisini
açıktan tehdit eden devrimci bir duruma aracılık etme noktasında, neden
böylesine önemli bir rol oynadı? Görünüşte Marksist olan ama esasında artık
Kuzey Kore’den farksız görülen Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti hakkında neden
çok az şey biliyoruz? Bu sorular böyle uzar gider.
Yemen’le ilgili şu hususu kabul ediyorsak, konuyla
ilgili uzmanlığın olmayışı ve mevcut sessizlik kolayca anlaşılır hâle gelir:
Yemen’i bilen, hatta umursayan insan sayısı çok az. Suudi Arabistan gibi
ülkeler, onun bu şekilde yoluna devam etmesini istiyorlar. Bu, aynı zamanda
Mısır ve Tunus gibi ülkelerde yaşanan ayaklanmalara karşı çıkıldığı biçimiyle,
Yemen Devrimi’nin de çok az haber konusu olmasını kısmen izah ediyor.
Yemen’de devrimci koalisyon diğer ülkelerdeki
öznelerden daha güçlüydü. Bu gerçeği dışavuran bir husus, Ulusal Diyalog
Konferansı’nın olağanüstü yapısı idi. Söz konusu konferans, Salih, Hadi,
Husiler, Hirak olarak bilinen güneydeki ayrılıkçıların koalisyonu, İslamcı
muhalefet grubu Islah partisi, sivil toplumun ve diğer hareketlerin muhtelif
liderlerinden oluşuyordu. Tarihsel açıdan ortada zorunlu olarak dile dökülen,
ülkenin tecridi meselesi vardı. Bu, Yemen’in Ortadoğu çalışmalarında
ötekileştirilmesini kısmen izah ediyor.
Beyaz Saray basın sözcüsü John Earnest, kısa süre önce
MSNBC’deki Morning Joe programında, Amerika’nın Yemen siyasetini
savunması ardından eleştirilerin hedefi hâline gelince şunları söyledi:
“ABD
siyaseti, ayrı bir teşebbüs olan Yemen hükümetinin başarı veya istikrarı
üzerinden ölçülmemeli. ABD’nin Yemen siyasetinin hedefi, hiçbir zaman orada Jefırsıncı
bir demokrasi kurmaya çalışmak olmadı. ABD’nin Yemen siyasetinin hedefi, bu
ülkenin radikal unsurların Batı’ya ve ABD’ye saldırmak için kullandıkları
güvenli bir sığınak hâline gelmemesini sağlamaktır.”
Böylesi bir ifadeye nasıl cevap vermek gerek? Buradaki
akıl dışılığa işaret etmek mümkün ama bizim aynı zamanda Earnest’in ABD
siyasetini bu şekilde tarif ederken yalan söylemediğini hatırda tutmamız lazım.
Washington, Arap Yarımadası El-Kaide’si sebebiyle, sadece Yemen’e dikkat
kesiliyor. O, ABD ve müttefikleri “teröristler”i öldürme noktasında boş zaman
bulup devrimci istikrarsızlığın Körfez krallıklarının geri kalanı ile Suudi
Arabistan’a yayılmasına mani olduğu sürece, orada yaşananları aslında hiç umursamıyor.
Ortadaki sıkıntılı gerçeklik şu: Earnest ve Obama,
“ABD’nin Yemen siyasetinin hedefi, hiçbir zaman orada Jefırsıncı bir demokrasi
kurmaya çalışmak olmadı” veya “[Yemen’in] güvenli bir sığınak hâline
gelmemesini sağlamaktır” türünden ifadeleri açıktan kullandığında, ülke içinde
çok az itiraz yükseliyor. Bu, ilgili ülkeyi hiç umursamıyor oluşumuzun doğrudan
bir sonucu. Bu yaklaşım, ordunun gücünün çıplak bir biçimde buraya yansımasına
imkân sağlıyor. Durum umutsuz, oysa Amerika’daki savaş karşıtı hareketin görevi
bu anlatıyla mücadele etmek ve hem devlet kurumlarında hem de kamusal hayatta
Yemen’in kendi kaderini tayin hakkına dönük desteği inşa etmek.
Daha kapsamlı bir ifade dâhilinde, şunu hatırda tutmak
gerek. Ulaşılacak çözüm, Yemenli bir çözüm olacaktır. Suudilerin öncülüğünde
kurulan koalisyondan genel kütlesel dış baskı, Husilerin ilerleyişinden
kaynaklı iç baskı ve kaynakların küçülmesi, savaş zamanındaki ekonomik
baskıların bir sonucudur.
Görünüşe göre, dış müdahale yoğunlaştıkça ve iç
politik durum kötüleşmeye devam ettikçe Yemenliler, uluslararası güçleri zorla
defetmek için yeni bir devrimci koalisyon kurmaya mecbur kalabilirler. Bu
sonuca ulaştıktan sonra Yemen, Ulusal Diyalog Konferansı protokolünü
uygulayacak bir ulusal uzlaşma hükümeti eliyle yönetilmesine gerek kalmayacak
ve 2011 ayaklanmasının ahlâkî ve maddî taleplerini gerçekleştirmek için yola
koyulacaktır.
Böylesi bir düzen içerisinde Husilerin kendilerine
alan bulmaları mümkündür, zira bu grup hâlihazırda Ulusal Diyalog Konferansı
sonuçlarını uygulamayı ve yeni bir hükümet kurmayı vaat etti. Ancak Husilerin
bu çatışma içerisindeki tavrı, askerî gücü ile mezhepçi retoriğinden ötürü ona
bugün itibarıyla itimat etmeyen halka yabancılaştırdı.
Buna karşın Yemen’de politik bağlılıklar nispeten daha
büyük bir hızla değişebiliyorlar. Bu da politik aktörlerin devletten ne kadar
özerk olduğuyla ve politik sadakatlerin genelde otoriter düzenlerde daha zayıf
seyrettiği gerçeğiyle ilgilidir.
Bu gerçek, diğer devrimci grupların Husilere
verdikleri tepkilerde aşikâr bir hâl almaktadır. Kimi gruplar Husilere
katıldılar veya ona karşı hoşgörüyle yaklaşma eğilimi içerisine girdiler. Bu
durum, kontrol noktalarında ve geçici karargâhlarda devrimci gençlerin
bulunuyor olmasında karşılığını buluyor. Diğer gruplar ise Husilere karşı hızla
seferber oldular. Husiler Taiz’e yürüdüğünde coşkulu gösterilerle
karşılandılar.
Bundan sonra ne olacağını ve Husilerin önümüzdeki on
yıl içerisinde Yemen’de devrimci bir güç olarak nasıl hareket edeceğini
öngörmek zor. Evet, halkın Husilerden nefret ettiğini ve onlarla çalışmak
istemediklerini söylemek cazip. Ama biz aynı zamanda Salih ile Husiler
arasındaki tuhaf bir ittifakın yaşandığı bir savaşın orta yerindeyiz. Bu iki
kesim de, aralarında onlarca yıldır süren husumete rağmen, karşılıklı
özçıkarlarını uygulamaya koyuyor.
Salih, Körfez İşbirliği Konseyi’nde iltica peşinde
koştu ki bu da başka bir güç oyunun parçası olabilir. Belki de kördüğümü
nihayetinde, eski elçi ve son dönemde başbakan atanan Halid Bahah çözecektir.
Gözlemcilerini biteviye şaşırtma becerisi, Yemen’le ilgili ümit verici
husustur. Basit bir ifadeyle; biz, elimizden geleni yapmaya, her şeyi sıkıca
kavramaya ve olan biteni görmeye mecburuz.
Bilal Zenab Ahmed
16 Nisan 2015
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder