Pages

16 Nisan 2015

Devrimci Bir Yemen


Geçen hafta Yemen’deki bir dostumdan insanı rahatsız edici bir not aldım. “Burada durum ümitsiz. Bombalamalar en az bir altı ay daha sürecekmiş gibi görünüyor. Temel gıda maddelerinde tahrip edici kıtlıklara rastlanacak. Çocuklarım korkuyorlar ve ben ne yapacağım, emin değilim.” diyordu notunda.

Buna benzer mesajlar yaygınlaştı, süreç kendisine eşlik eden öfke ile birlikte ilerliyor. Beş yıl içinde Yemen toplumunda geniş bir kitle tabanına sahip olacak etkileyici o devrimci hamle, nasıl oldu da Husilerin iktidarlarını pekiştirdiği, Suudi Arabistan savaş uçaklarının ülkenin önemli bir kısmını bombaladığı bir gerçeğe uyandık?

Arap dünyasının en yoksul ülkesi olan Yemen’in ötekileştirilmesine bağlı olarak, bugün ülkede çok az güvenilir İngilizce konuşan uzman var. Soğuk Savaş süresince devrimci hükümetlerin çöküşü ardından batı, bu ülkeyle jeostratejik açıdan çok az ilgilendi.

Sonuçta bugün ülke hakkında yeterli güvenilir bilgiye sahip çok az asker olmayan uzman mevcut.

Bunların da önemli bir kısmı, olan bitenin çok azını aktarıyor. Haber sunucularıyla ve editörlerle kurulan temaslar da genelde şu tarz sonuçlar veriyor:

Soru: Husiler hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Cevap: Husiler, Kuzey Yemen’deki bir kent olan Sâda’da bulunan kabile mensubu militanların oluşturduğu bir ittifak. Ana akım analizciler, bunların İran’ın vekilliğini icra etmekten başka bir şey yapmadıkları konusunda ısrarcılar. Oysa hikâye görece daha karmaşık.

Yaygın kanaate göre, devrik cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih, Husilerin selefi olan Mümin Gençler Teşkilâtı lideri Hüseyin Bedrettin Husi’nin arkasında duran geniş dinî ve kabilevî destek üzerinden tehdit edildi. Bu teşkilât, faaliyetlerine doksanların başında başlamıştı ve büyük ölçüde Şiiliğin bir kolu olan Zeydîliğe ait eğitimsel ve kültürel diriliş projeleri ile ilgiliydi.

Ancak Salih, Bedrettin Husi’yi yeni Zeydî Şiî İmam olarak kabul etti ve Kuzey Yemen’den başlayacak kabilevî bir devrime öncülük etti. Mümin Gençler Teşkilâtı, 18 Haziran 2004’te ABD’nin Irak’ı işgalini ve İsrail’in Mescid-i Aksa’ya yönelik baskılarını protesto etmek için Sana’daki Büyük Camii’de gösteriler tertipledi. Bu gösteriler, Yemen’deki büyük protesto dalgasının parçasıydı.

Buna tepki olarak Salih’in elindeki kuvvetler saldırdılar. Söz konusu saldırılarda çok sayıda Husi üyesi öldürüldü, liderlerinin yakalanması için başına ödül kondu ve Kuzey Yemen’de büyük askerî operasyonlar düzenlendi.

Ama bu strateji geri tepti. Bedrettin Husi Eylül 2004’te öldürüldü, destekçileri ise onun kardeşleri etrafında örgütlendiler. Grup, liderlerini anmak amacıyla “Husiler” ismini aldı. Hızla silâhlı bir isyan hareketine dönüştü ve Sâda Savaşları olarak bilinen uzun soluklu bir çatışma içerisine girdi. Nihayetinde de Arap Baharı’nın parçası olan 2011 Yemen Devrimi olarak bildiğimiz sürece dâhil oldu.

Husilerin iktidarı ele geçirmesi, yukarıda aktarılan isyanın ardından Salih’in eski cumhurbaşkanı Abd Rabbuh Mansur Hadi eliyle kurulan ve ABD ile Suudi Arabistan tarafından yoğun biçimde desteklenen (ve etkin biçimde monte edilen) hükümetin bir hatasıydı. Hadi’nin hükümeti, demokratik meşruiyetin yokluğu, ayaklanmanın maddî taleplerini hızla karşılayamaması ve uygun bir demokratik çerçeve oluşturamayan Ulusal Diyalog Konferansı (UDK) gibi bir dizi meseleyle yüzleşti. Husiler, bu noktada UDK’nin hükümlerini yeni hükümette uygulamanın gerektiğini tespit ettiler.

Soru: İyi de İran Husileri desteklemiyor muydu?

Cevap: Bu kadar basit değil. Görünüşe göre Husiler, süreç içerisinde İran’la aralarındaki bağı güçlendirdiler. Ama galiba bu, kısa bir zaman önce yaşanan bir gelişmeydi. Bu türden bağlar, Husilerin ülkenin önemli bir kısmının kontrolünü ele geçirebilme başarısı göstermesini pek izah etmiyor. Bu gelişme, Salih ile kurulan tuhaf ittifakın ve ona sadık isimlerle ordu kaynaklarına erişme imkânı bulmalarının bir sonucuydu. Yaygın biçimde dillendirilen bir efsaneye göre Husiler “Yemen’in Hizbullah’ı”, oysa bu, kesinlikle doğru değil.

Esasında Salih Husilerin Yemen’in Hizbullah’ı olduğuna dair iddiayı yıllarca ABD’ye iletmiş ama diplomatlar buna hiç inanmamışlardı. Wikileaks üzerinden sızan kimi belgeler bunu kanıtlıyor. ABD’den Sana’daki Kanada Büyükelçiliği’ne çekilen 9 Aralık 2009 tarihli bir telgrafta şu yazıyor: “Yemen Cumhuriyeti’nin İran’ın Husileri silâhlandırdığına dair iddialarının aksine, birçok analizcinin raporuna göre, Husiler silâhlarını Yemen karaborsasından, hatta Yemen Cumhuriyeti ordusundan temin ediyorlar.”

Husiler, İran’ın sunma ihtimali bulunduğu desteğe karşın, silâhlara önemli bir bölümünü hâlâ bu kaynaklar üzerinden ulaşıyorlar. Buradaki tuhaflık ise şu: bu silâhların büyük kısmı Avrupa ve ABD yapımı.

İran da Husileri destekleyebilirdi. Ama hareketin cephaneliğinin önemli kısmının niteliğini tayin eden, Avrupa ve Amerika ordu mallarının Ortadoğu karaborsasında bol bulunması, aynı zamanda bu türden silâhların Yemen ordusuna da resmî yollardan satılmış olması gerçeğidir. Esasında İran, muhtemelen harekete önceden ülkede varolan kaçakçılık şebekelerini istismar etmek suretiyle yardım ediyor.

Soru: Peki Amerika’nın ülkedeki çıkarları?

Cevap: ABD’nin Arap Yarımadası El-Kaide’si (AYEK) ile savaşmaktaki çıkarı sınırlı, bunun ana nedeni, grubun Suudi Arabistan sınırına çok yakın bir bölgede faaliyet yürütüyor olması. Arap Yarımadası El-Kaide’si, Ocak 2009’da Yemen’de, Suudi Arabistan El-Kaide’si (SAEK) bir dizi baskının ardından sınır boyunca etkin bir biçimde kovalanması sonrası kuruldu.

SAEK, grubu kurmak için Yemen El-Kaide’siyle birleşti. AYEK’in doğumundan beri, özellikle ilk bomba uzmanlarından biri olan İbrahim Hasan Tali Asiri’nin tutuklanması sonrası, Amerika ve Britanya’nın terörle mücadele faaliyetleri, insansız hava araçları dâhil, çeşitli tedbirler üzerinden grubu yok etmeye odaklandı. Bu, üstelik Yemen’deki yaygın su kıtlığı gibi, insanî güvenlikle ilgili diğer önemli endişelere rağmen gerçekleşti.

Nihayetinde Beyaz Saray ve müttefikleri stratejiyi taktikle karıştırdılar. Suudi Arabistan’ın da içinde olduğu uluslararası aktörler, Yemen’in eşitlikçi ve demokratik bir yoldan gelişmesine katkı sunabilecek kapsamlı bir program yerine, devreye insansız hava araçlarını ve bombardımanları soktular.

Esasında burada saldırıya uğrayan, Yemen. Gerçek bir tahayyül geliştirme gereği duymaksızın, şurası açık ki dış güçler yaklaşımlarını revize etmedikçe ya da bir ulusal kurtuluş hareketi ile püskürtülmedikçe, ülkede durum daha da kötüye gidecek. İkinci ihtimal, yani kurtuluş hareketinin başarısı, uzun vadede Amerikan çıkarlarına zarar verecek. Dahası bugün Yemen’de başvurulan şiddet düzeyinin muhtemel amacı, Körfez krallıklarına yayılmak ve tüm bölgedeki nizamı yerinden söküp atma şansı bulunan devrimci bir düzenlemeye mani olmak.

Böylesi bir durumda uzmanlar da teşekkürlerini sunup sahneye çıkacakları vakte dek eve gidip hazırlıklarını yapıyorlar.

Bugün Yemen uzmanlarına Sünni-Şii rekabetini sormak, buna bağlı olarak Suudi Arabistan ile İran arasındaki kapsamlı yarışı didiklemek moda.

Uzmanlar genelde rahatsızlıklarını gizliyorlar ve şu tarz laflar ediyorlar:

Yemen’in tarihsel açıdan hiçbir mezhebin diğeriyle özel olarak çatışma içinde olmadığı bir ülke olmadığını hatırda tutmak gerek. Esasında Kuzey Yemen’deki iç savaş esnasında Zeydî imamlığını destekleyen, Suudi Arabistan idi. Sünni Vahhabiliğin yayılmasına katkı sunan da Salih idi.

Mezhepçilik yeni bir olgudur ve şu üç etmenin bir sonucudur: 1) Amerika’nın öncülüğünde Irak’ta yapılan eylemlerin bölgesel sonuçları; 2) Suudilerin yaydıkları Sünniliğin üstünlüğüne dayalı öğretiler; ve 3) Neoliberalizm mezhep kimliğini güçlendirme ve ayrışma çizgilerini belirginleştirme eğilimi. Mezhepçilik askerî müdahalelerin ürünüdür ama aynı zamanda sadece Yemen’de değil, en geniş manada tüm bölgede işleyen yoğun metalaştırma süreçlerinin bir sonucudur.

Elbette bu, Yemen’in mezhepçilik karşıtı bir cennet diyarı olduğu anlamına gelmiyor, aksine burada ülkedeki mezhepçi gerilimin sebebinin somut etmenler olduğu üzerinde duruluyor. Mezhep kimliği, iç istikrarsızlık ve kaynakların küçüldüğü dönemlerinde güvenlik alanına girme imkânı sunuyor, aynı zamanda mal ve hizmetlere erişimi sağlıyor. Gerilimler aynı zamanda, Suriye’deki iç savaşta görüldüğü üzere, bölgenin diğer kesimlerinde şiddet eliyle kışkırtılıyor.

Bu kaçınılmaz bir durum değil. Mezhepçilik, Ortadoğu’da mevcut olan muhtelif aktörler eliyle verilen politik kararların sonucudur.

Uzmanlar, sorunun kendisinde mündemiç olan zırvalığın ele alınmasına imkân vermiyorlar. Yemen uzmanı olmadaki güçlük, sürekli sizin ağız dolusu küfür etme isteğinizi bastırmanızı istiyor olmaları.

Ana akım batı medyasının çatışma konusunda verdikleri açıklamalarda bilhassa mezhepçiliğe ve vekâlet savaşlarına odaklanmalarının nedeni burada. Mezhepçilik, Ortadoğu’daki yabanîliğin bir parçası olarak sunuluyor. İzleyenler için burada Suudi-Amerika politikasının sonuçlarına odaklanmaktan kaçınılıyor. Bu yaklaşım kasıtlı ve Amerika’daki savaş karşıtı harekete sunulan hatalı yaklaşımların bir sonucu.

Yaşananın “vekâlet savaşı” olmasına dair görüş, daha da ileri giderek, potansiyel muhalefeti bastırıyor. Bunu da Suudi Arabistan’ın İran saldırganlığına cevap ürettiğini söyleyerek ve onun gerici çıkarlarının peşinden koşmak için egemen bir ülkeye sebepsiz yere savaş açtığını görmeyerek yapıyor. İlgili görüş, bir de tüm niyetler ve amaçlar bağlamında, yaşananın bir Suudi-Amerika işgali olduğu, Suudilerin hem kendi çıkarlarına hizmet ettikleri hem de ordusunu Amerikan iktidarının bir izdüşümü olarak konuşlandırdıkları gerçeğini silikleştiriyor.

Şurası açık ki, Suudi Arabistan Kralı Salman ve Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah Sisi gibi yeni bölgesel otokratlar, Yemen’deki savaşı kendi yönetimlerini meşrulaştırmak için kullanıyorlar. “Yemen’in meşru hükümeti”ni savunmak, bu liderleri Arap Baharı’nın kahramanları gibi görünmelerine neden oluyor. Oysa bunlar demokratik hareketleri ezen isimler. Sisi ve Salman bugün benzer bir durum dâhilinde bir araya geliyor. Hadi’yi savunmak için yedi kral ve iki askerî diktatör bölgesel planda işte böyle koalisyon kuruyor. Hadi’ninse Yemen’in meşru yöneticisi olduğuna ilişkin iddiasının zemini, kendisinin tek aday olarak girdiği 2012 seçimi.

Batı solunun Yemen’de açık biçimde yaşanan zulüm koşulları karşısında ortaya koyduğu tarihsel sessizlik, öncelikle şaşırtıcı bir husus. Her şeyden önce Ortadoğu’daki düzenin tüm saçmalığı belirli bir süredir bu ülkede sahnede. Uzun yıllardır eleştirel bakış açılarına ihtiyaç duyuldu, bu yaklaşımlar, Yemen’de olan bitendeki tüm akıldışılığı takdir etmeliydi.

Oysa ortada, darbe sonrasında acilen ele alınması gereken önemli sorular var. Örneğin Husiler nasıl oluyor da Ulusal Diyalog Konferansı’nın şartlarını uygulayacağını vaat ediyor ama aynı zamanda Taiz’deki öğrenci göstericileri öldürebiliyor? Başkan Obama, Husi darbesiyle ilgili haberlere atıfla, Yemen’in “hiçbir zaman mükemmel bir demokrasi ya da bir istikrar adası” olmadığını söylerken, bir yandan da aynı ülkeye yönelik insansız hava araçlarıyla yapılan saldırıları birden sona erdiriyor?

Ayrıca bu sorulardan da önce ele alınması gereken başka sorular var. Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi (KAÜİK), kendisini açıktan tehdit eden devrimci bir duruma aracılık etme noktasında, neden böylesine önemli bir rol oynadı? Görünüşte Marksist olan ama esasında artık Kuzey Kore’den farksız görülen Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti hakkında neden çok az şey biliyoruz? Bu sorular böyle uzar gider.

Yemen’le ilgili şu hususu kabul ediyorsak, konuyla ilgili uzmanlığın olmayışı ve mevcut sessizlik kolayca anlaşılır hâle gelir: Yemen’i bilen, hatta umursayan insan sayısı çok az. Suudi Arabistan gibi ülkeler, onun bu şekilde yoluna devam etmesini istiyorlar. Bu, aynı zamanda Mısır ve Tunus gibi ülkelerde yaşanan ayaklanmalara karşı çıkıldığı biçimiyle, Yemen Devrimi’nin de çok az haber konusu olmasını kısmen izah ediyor.

Yemen’de devrimci koalisyon diğer ülkelerdeki öznelerden daha güçlüydü. Bu gerçeği dışavuran bir husus, Ulusal Diyalog Konferansı’nın olağanüstü yapısı idi. Söz konusu konferans, Salih, Hadi, Husiler, Hirak olarak bilinen güneydeki ayrılıkçıların koalisyonu, İslamcı muhalefet grubu Islah partisi, sivil toplumun ve diğer hareketlerin muhtelif liderlerinden oluşuyordu. Tarihsel açıdan ortada zorunlu olarak dile dökülen, ülkenin tecridi meselesi vardı. Bu, Yemen’in Ortadoğu çalışmalarında ötekileştirilmesini kısmen izah ediyor.

Beyaz Saray basın sözcüsü John Earnest, kısa süre önce MSNBC’deki Morning Joe programında, Amerika’nın Yemen siyasetini savunması ardından eleştirilerin hedefi hâline gelince şunları söyledi:

“ABD siyaseti, ayrı bir teşebbüs olan Yemen hükümetinin başarı veya istikrarı üzerinden ölçülmemeli. ABD’nin Yemen siyasetinin hedefi, hiçbir zaman orada Jefırsıncı bir demokrasi kurmaya çalışmak olmadı. ABD’nin Yemen siyasetinin hedefi, bu ülkenin radikal unsurların Batı’ya ve ABD’ye saldırmak için kullandıkları güvenli bir sığınak hâline gelmemesini sağlamaktır.”

Böylesi bir ifadeye nasıl cevap vermek gerek? Buradaki akıl dışılığa işaret etmek mümkün ama bizim aynı zamanda Earnest’in ABD siyasetini bu şekilde tarif ederken yalan söylemediğini hatırda tutmamız lazım. Washington, Arap Yarımadası El-Kaide’si sebebiyle, sadece Yemen’e dikkat kesiliyor. O, ABD ve müttefikleri “teröristler”i öldürme noktasında boş zaman bulup devrimci istikrarsızlığın Körfez krallıklarının geri kalanı ile Suudi Arabistan’a yayılmasına mani olduğu sürece, orada yaşananları aslında hiç umursamıyor.

Ortadaki sıkıntılı gerçeklik şu: Earnest ve Obama, “ABD’nin Yemen siyasetinin hedefi, hiçbir zaman orada Jefırsıncı bir demokrasi kurmaya çalışmak olmadı” veya “[Yemen’in] güvenli bir sığınak hâline gelmemesini sağlamaktır” türünden ifadeleri açıktan kullandığında, ülke içinde çok az itiraz yükseliyor. Bu, ilgili ülkeyi hiç umursamıyor oluşumuzun doğrudan bir sonucu. Bu yaklaşım, ordunun gücünün çıplak bir biçimde buraya yansımasına imkân sağlıyor. Durum umutsuz, oysa Amerika’daki savaş karşıtı hareketin görevi bu anlatıyla mücadele etmek ve hem devlet kurumlarında hem de kamusal hayatta Yemen’in kendi kaderini tayin hakkına dönük desteği inşa etmek.

Daha kapsamlı bir ifade dâhilinde, şunu hatırda tutmak gerek. Ulaşılacak çözüm, Yemenli bir çözüm olacaktır. Suudilerin öncülüğünde kurulan koalisyondan genel kütlesel dış baskı, Husilerin ilerleyişinden kaynaklı iç baskı ve kaynakların küçülmesi, savaş zamanındaki ekonomik baskıların bir sonucudur.

Görünüşe göre, dış müdahale yoğunlaştıkça ve iç politik durum kötüleşmeye devam ettikçe Yemenliler, uluslararası güçleri zorla defetmek için yeni bir devrimci koalisyon kurmaya mecbur kalabilirler. Bu sonuca ulaştıktan sonra Yemen, Ulusal Diyalog Konferansı protokolünü uygulayacak bir ulusal uzlaşma hükümeti eliyle yönetilmesine gerek kalmayacak ve 2011 ayaklanmasının ahlâkî ve maddî taleplerini gerçekleştirmek için yola koyulacaktır.

Böylesi bir düzen içerisinde Husilerin kendilerine alan bulmaları mümkündür, zira bu grup hâlihazırda Ulusal Diyalog Konferansı sonuçlarını uygulamayı ve yeni bir hükümet kurmayı vaat etti. Ancak Husilerin bu çatışma içerisindeki tavrı, askerî gücü ile mezhepçi retoriğinden ötürü ona bugün itibarıyla itimat etmeyen halka yabancılaştırdı.

Buna karşın Yemen’de politik bağlılıklar nispeten daha büyük bir hızla değişebiliyorlar. Bu da politik aktörlerin devletten ne kadar özerk olduğuyla ve politik sadakatlerin genelde otoriter düzenlerde daha zayıf seyrettiği gerçeğiyle ilgilidir.

Bu gerçek, diğer devrimci grupların Husilere verdikleri tepkilerde aşikâr bir hâl almaktadır. Kimi gruplar Husilere katıldılar veya ona karşı hoşgörüyle yaklaşma eğilimi içerisine girdiler. Bu durum, kontrol noktalarında ve geçici karargâhlarda devrimci gençlerin bulunuyor olmasında karşılığını buluyor. Diğer gruplar ise Husilere karşı hızla seferber oldular. Husiler Taiz’e yürüdüğünde coşkulu gösterilerle karşılandılar.

Bundan sonra ne olacağını ve Husilerin önümüzdeki on yıl içerisinde Yemen’de devrimci bir güç olarak nasıl hareket edeceğini öngörmek zor. Evet, halkın Husilerden nefret ettiğini ve onlarla çalışmak istemediklerini söylemek cazip. Ama biz aynı zamanda Salih ile Husiler arasındaki tuhaf bir ittifakın yaşandığı bir savaşın orta yerindeyiz. Bu iki kesim de, aralarında onlarca yıldır süren husumete rağmen, karşılıklı özçıkarlarını uygulamaya koyuyor.

Salih, Körfez İşbirliği Konseyi’nde iltica peşinde koştu ki bu da başka bir güç oyunun parçası olabilir. Belki de kördüğümü nihayetinde, eski elçi ve son dönemde başbakan atanan Halid Bahah çözecektir. Gözlemcilerini biteviye şaşırtma becerisi, Yemen’le ilgili ümit verici husustur. Basit bir ifadeyle; biz, elimizden geleni yapmaya, her şeyi sıkıca kavramaya ve olan biteni görmeye mecburuz.

Bilal Zenab Ahmed
16 Nisan 2015
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder