Hapiste bir grup gencin eline bir metin geçer.
Yazarına, “bunlar kimin düşünceleri?” diye sorarlar. Yazar da soruyu, “benim,
ben geliştirdim” diye cevaplar. Gençlerse yazara, “tamam, artık önderimiz
sensin” derler ve yola koyulurlar. Tabii, o yolu “devrimci” olarak nitelemekten
de geri durmazlar. Devyol, böyle kurulur.
Söz konusu metnin “program”, yazarının “önder” kabul
edilmesinin nedeni, ikisindeki Mahir Çayan’ı aşma iradesidir. Asıl soru, o aşma
emrini kimin verdiği, aşma ihtiyacını neyin duyduğudur. “Çayan neden aşılıyor?”
sorusu, küçük burjuva heyecanlar karşısında manasızdır.
Çayan, kırda, kentte, üniversitelerde ve fabrikalarda
mevcut olan müşterek mücadeleye aittir ve onun bir dışavurumudur. Aşılmak
istenen, küçük burjuvayı rahatsız etmekte olan bu bağlardır.
Aşma pratiği ve pratiğin sahibi, her şeyi otuz yıl
boyunca “parti” olabilme gayretine indirgemiştir. Çayan ve yoldaşları ise
müşterek mücadelenin dışında, onun üzerinde, özel bireyler olarak arındırılıp
mülk edinilmişlerdir. Bu bireylerin Çayan’la ilişkisi, ancak onun bireyliği ve
bireysel pratiği ile sınırlıdır. Söz konusu sınır, hareketi daraltmakta;
Çayan’ı önceleyen ve içeren müşterek mücadeleyi dağıtmaktadır.
Özel bireyler üzerine kurulu siyaset, müşterek
mücadeleyi kendi ölçü ve ölçeğinde bölüp parçalamaya mecburdur. Belirli bir
toplam vardır; dükkân hesabı ile örgütler, bu birikim içerisinden kendi
dişlerine uygun olan özel bireyleri bulmaya çalışırlar. Artık Çayan, bu
pratikte basit bir oltadan başka bir şey değildir. Çayan resimleri
gösterilerek, kuru kalabalık ve yığınlar içerisinden başları özgür, özel
bireyler çağrılmak istenir. Muzaffer olan Çayan’ın iradesi değil, küçük burjuva
bireyin iradesidir.
Fukara halk, Çayan’ın çatal yürekli bir yiğit olduğuna
inanır. Bu iman, o özel bireyler için gericidir. Aşılan, işte bu gericiliktir.
Oysa Çayanlar, halkın hafızasında dağların fermanını yazan eşkıyaların tarihine
aittir. O fermanla ilişki yoksa “Çayanizm” de yoktur.
Ortada müşterek bir yük, yani ancak başkalarıyla
omuzlanabilecek bir yük varsa, kişinin tek başına o yükün altına girmesi
imkânsızdır. Doğal olarak bu kişi, etrafına bakacak, o yükün altına
başkalarıyla girme ihtiyacını duyacaktır. İhtiyaç her şeyin anası ise bu yükü
tek başına omuzlayıp mülk edinmek isteyen dükkân sahipleri asla etrafına
bakmayacak, başkalarıyla iş pratiğine girmeyecek, mevcut mevzileri şahsî birer
mevkie dönüştürmek için gayret edeceklerdir. Onların özel ihtiyaçları, müşterek
mücadelenin zorunluluğunu ister istemez perdeleyecektir.
* * *
Bugün sol-sosyalist siyaset, Haziran Kıyamı’nın da
etkisiyle, kendi öznel sınırlarına kapanmış durumdadır. Örgütlerdeki söz konusu
küçük burjuva direnç güçlü olduğu için, halkın müşterek hurucunun şiddeti
düşmüştür. İki gün içinde Gezi Parkı’na domates-biber ekmeye başlayanlar,
Taksim’in öfkesini tasfiye etmişlerdir. Taksim’se ara sokaklardaki varlığımıza
doğru parçalanmıştır.
Bugün siyaset, özel kişilerin özel bilgi ve eylem
dünyalarına doğru daralmış durumdadır. Eskiden çok önemsenmeyen seçim
sohbetlerinin, özel kişinin özel edimi olarak sandığa pusula atma işinin bu
denli yoğun gündeme gelmesinin nedeni de buradadır. Sandık başında eline aldığı
mühürle bilgisayar başında elinde tuttuğu fare, siyasetin kapandığı hücredir.
“Komün” ve “cemaat” ile ilgili tartışma da bu
minvaldedir. Bu iki kelime kötü anlamlar yüklense de yüklenmese de, esas olarak
bireylerin varlığına işaret etmektedir. Bu iki pratik, ister içe kapalı olsun
ister dışa dönük, bireyin ihtiraslarına ve hırslarına dairdir. İkisi de kitleyi
değil, bireyi çağırır. Herkes, bireyin sırtı sıvazlanmazsa, gönlü hoş
tutulmazsa yol yürünmez zannetmektedir. Bu zan kana karışmış, kanıksanmıştır.
* * *
Kızıldere’de ne özel bir komün ne de özel bir
arkadaşlık cemaati mevcuttur. Mahir’e söylenen, “seni yurtdışına kaçıralım” ya
da “bizim örgütün güvenliğine göre hareket et” sözlerinin terslenmesinin sebebi
buradadır. Başta anlatılan örgüt şefinin aşmak istediği, esas olarak
Kızıldere’deki bu müşterek iradedir. O şeflerin bireysel varlığı için
Kızıldere’nin tasfiye edilmesi zorunludur. Zira o köyde “birbirine rakip
örgütler”in müşterekliği söz konusudur. Bu gericiliğin aşılmasının önemli bir
yöntemi, yelkenleri dışarıdan esen rüzgârlara açmaktır.
Halkın coşkun akan seli durulduğunda gerçekleşen her
aşma pratiği, geriye doğrudur. Dolayısıyla, Kızıldere’deki iradede esas olarak
parlamentarizmin sınırladığı pratiğe itiraz varsa, ondan sonraki aşma pratiği,
kendi ölçüsünde bu parlamentarizmi güncellemekten başka bir şey yapmaz.
Çayanlar, halkın “burjuvazinin ahırı”na bağlanmama iradesidir.
Ama “Çayancılık”, süreç içerisinde belediyelerin,
meclisin, AB’ye bağlı STK’ların, düşünce kuruluşlarının, yoz sendikaların
koridorlarında söz konusu parlamentarizmin güncel biçimlerine kul edilmiştir.
Müşterek mücadele çok boyutludur.
Parlamentarizm eleştirisinde dert, parlamentonun
mücadelenin tüm boyutlarını teke indirgemesi, mücadele içerisindeki kitleleri
genel siyasete müdahale etme imkân ve araçlarından yoksun bırakması ile
ilgilidir. Siyasî kariyerini merkeze alanların Çayan’ı ve diğer tarihsel
isimleri istismar pratiği, yaralı gerçeğimizdir.
Çayan, “sol oportünizm düşmanı güçsüz, dostları güçlü;
sağ oportünizm düşmanı güçlü, dostları güçsüz görür” der. Burada belirgin bir
ölçü mevcuttur. Söz konusu ölçünün kişisel hesaplarda değil, müşterek
mücadelede aranması gerekir. Oysa şefler, bu konumu mevkie dönüştürüp onu
rakiplerini bertaraf etmek için kullanmışlardır. Aşılmak istenen bir diğer
engel de bu ölçüdür; birileri, sağ veya sol oportünist olabilmek için Çayan’dan
kurtulmak zorundadır. Artık bu oportünizmde merkeze parlamentonun konulup konulmadığının
bir önemi yoktur.
Dükkân sahipleri için her şey, vitrine dizilecek mal
statüsündedir. Müşterek mücadele görülmediği için, teorik, ideolojik ve politik
düzeylerde de müşterek bir tartışmaya tanık olunamamaktadır. Dolayısıyla bu
düzeyler, vitrinin güvenliği için öznel manada sınırlandırılmaktadırlar. Hayat
içerisinde önemli, can alıcı, geriye dönülmez olaylar yaşanmakta, ama herkes,
hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam etmektedir. Dükkân sahipleri, başta
duranın teorik, ideolojik ve politik basıncını yumuşatmakta, bu basınç,
baştakilerin düşünce ve eylemlerinin kitlelere nüfuz etmesini sağlamaktadır.
Egemenlerin aklı-ruhu, bu dükkânlar üzerinden halka sirayet etmektedir.
Mülkiyetçilik ve rekabetçilik, bu süreci pratikte kolaylaştırmaktadır.
* * *
Suphi Nejat ile ilgili son tartışma, hepimizin acıyla
ve kahırla dikkate almamız gereken bir olaydır. Nejat’ın tezinden bir bölümünü
çevirip yayınladığımız için bize demediğini bırakmayan arkadaşlar, yaşanan
tartışmadan ders çıkartmak zorundadırlar. O bağlamda, bize gönderilen
mesajların birinde bizim “Ethem Sarısülük Partisi” vurgumuza laf söyleyenler, o
sözdeki hakikati tartışmaya mecburdurlar. Zira biz o vurguyla, esasta,
Ankara’da müşterek mücadelenin tüm bileşenlerinin dükkânlardan çıkıp meydanda ortaklaşmasının
gerekliliğine işaret etmiştik. Bu vurguyu kendisindeki mülkiyetçiliğin muadili
olarak okuyanların, o söz ve çağrıdaki isimsiz-adressiz müşterekleşme iradesini
görmeleri mümkün değildir.
Kara Panterler örgütünün militanlarından Fred
Hampton’ın “kitlelerin ihtiyaçlarını görmeyenleri dövmek gerek”[1] tespiti,
yerindedir.
Kalıcı, yerleşik, anlamlı bir tartışma zemininin
oluşması, bu koşullarda mümkün değildir. Bir örgüt, yıllardır Kürd hareketiyle
kurduğu ilişki biçimini mutlaklaştırıp asli ölçü olarak belirlemişse, tüm
teorik, ideolojik ve politik üretim de buna göre biçimlenecektir. Bir örgüt
Mahir’i mülk edinmişse, bugün yapacağı laik mitinge katılmanın “asıl, gerçek
Mahir’cilik” olduğunu söyleyecektir. Gezi’deki ve Taksim Dayanışması’ndaki
varlığını yücelten, ama ikinci gün Taksim’deki on binlerce insana “eylemimiz bitmiştir,
dağılabilirsiniz” diyen özne, başa, başlangıca, kendi başına yüce anlamlar
yükleyecek, herkesi oradan eleştirecek, “komün” gibi “jan janlı” kelimelerle
kendince ava çıkacak, kendi dışındakileri “kafasız” görüp kenara itecektir.
* * *
Lenin’in ölümünün beşinci yılında Gürcüstan’da bir
köyde halk, Lenin’in büstünü yaptırmak için para toplar. Bir genç çıkar ve
“köyün altındaki dereyi ıslah etmek lazım, çocuklarımız, insanımız sıtmadan
kırılıyor. Hazır bu parayı toplamışken, onu dereyi ıslah etmek için kullanalım”
der. Bu hikâyeyi aktaran Bertolt Brecht, hikâyenin sonunu şöyle bağlar: “Tek
gerçek Leninist, işte o gençti.”
Ortada bir devrim işi var, ama o devrimin işçilerini
küçük burjuvalaştırmakla meşgulüz. Ortada altına gireceğimiz bir yük var, ama
kaçacak kovuklarımızı düşünüyoruz. Mahir’den Suphi Nejat’a uzanan sürece dair
hatırda tutmamız gereken hakikat, işte bu devrim işçiliğidir.
Eren Balkır
29 Mart 2015
Dipnot:
[1] Fred Hampton, “Sözler”, 29 Mart 2015, İştirakî.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder