Torso
Bir tespite göre, Osmanlı İstanbul’unda pazar
Rumların, Ermenilerin ve Yahudilerin elindedir. Anadolu’dan birinin gelip mal
satabilmesi, onun devletten bir belge almasına bağlıdır. Buna “serbest belgesi”
denilir. Farsçada “serbest”, başı bağlı anlamına gelir. Bir diğer tespit ise “serbest”
sözcüğünün evli kadınların başını bağlaması ile ilgisini kurar. Bir açıdan
serbestiyet, “yukarısıyla” kurulan rabıtayla mümkündür.
12 Eylül’de falakaya yatırılmış olan kuşak,
serbestiyeti rahat gezme olarak anladı, tıpkı kafa kesme görüntüleri karşısında
serbest düşüncenin tavan yapması gibi... Doksanlarla birlikte lügate giren
küreselleşme, tek bir köy hâline gelmiş dünya hikâyelerinin iğvasına kapılan
aydınlar, “sermayenin dolaşımı serbest, emeğin de dolaşımı serbest olsun”
dediler. Bunun şampiyonluğunu ÖDP yaptı. Bu yaklaşımla emeğe sermayenin fiilî
liberalliği önerildi. Eskiden kötü manada kullanılan “liberal” sözcüğü, iyi
anlamını Aydınlanma’ya borçluydu. Aydınlanma’ya biat, liberalizmle taçlanmak
zorundaydı.
Baş ve ayak, altla üst arasında ayrım, mühim. Sol-sağ
ayrımına kilitlenmek, bu ayrımı perdeliyor. Söz konusu ayrım, siyaseten ve
ideolojik açıdan küçük burjuvazinin kalın duvarını parçalamaya meyyal oysa.
Ayrımın yapılamaması, burayla ilgili. Baş ve ayak arasında gövde (torso)
duruyor. Bugün beden ve biyopolitika diye torsoculuk yapılıyor. İşe karşı
sürünen ayak, işten çekilen el, bunu emrediyor.
Genel sermayenin taşeronluğunu yapan kesimler,
iktisaden belirli yol ve yordamın taşıyıcılığını ve aktarıcılığını yapıyorlar.
Bu anlamda Rum, Ermeni ve Yahudi’nin hâkim olduğu pazara girmek için belgeye
muhtaç olanlar, sonrasında devlete ancak biraz Hıristiyanlaşarak, biraz da
Yahudileşerek yerleşiyorlar, yerleştiklerini zannediyorlar. Başlar hâlâ bağlı.
Müneccim
Bir taksici dostum anlatmıştı. Devletin bir oyunu
olarak, paraların birbirine benzer renkte olmalarına dayalı bir hileye
başvuruyorlar. Özellikle sarhoşları avlıyorlar. Zulaya bir beş lira
saklıyorlar, taksiye binen müşteri elli lira uzatıyor, taksici onu hemen yere
atıyor, “Abi, dalga mı geçiyorsun, beş lira verdin” diyor ve zuladan çıkarttığı
parayı uzatıyor. Müşteri de “affedersin” deyip, yeniden para veriyor.
“Emekli taksi şoförü” ve “haymatlos” olduğunu söyleyen
bir kişi olarak Demir Küçükaydın, sanırım bu hileyi biliyor olmalı.
Copy-paste’le şişirdiği ve her yere yolladığı yazılarında esasta bu yöntemi
uyguluyor. Örneğin her fırsatta “Marksizm öngörüdür” diyen Küçükaydın, Gezi’den
üç ay önce, Newroz mektubu ardından, şu öngörüde bulunuyor: “Öcalan AKP ile
anlaştı, İmralı’dan çıkacak, bir yıl içerisinde Meclis’e girecek, hatta
cumhurbaşkanı olursa şaşırmayın!” Ama üç ay sonra Gezi’ye tanık olunca, aynı
yazar, “CHP iktidara gelecek, Öcalan CHP’yle anlaşacak, Meclis’e girecek.”
Demek ki şu söz doğru: “Müneccim yıldızlara bakarken, önündeki çukuru
görmezmiş.”
Bu tip yazarlar, serbestiyet adına, kafalarının
içerisinde bir dünya kuruyorlar ve tüm hakikati o kafanın önünde diz çöktürmek
istiyorlar, buna da “Marksizm, siyaset veya devrimcilik” diyorlar. Esasında
Öcalan vurgusu, onun etkisini hafifletmekle ilgili. O, bu isimlerin eliyle,
serbestiyete dair basit bir imge olmaya indirgeniyor, buradan istismar
ediliyor.
Serbestiyet, “özgürlük” sözcüğüyle yağlanıyor,
meshediliyor ve ulus-devlete itiraz üzerinden, devletin genişleme istidadına
eklemleniliyor. Mevcut sınırlara karşıtlık, her türlü sınır çekme pratiğini
geçersizleştirmek için tercih ediliyor. Bu, teorik manada, cehaletin sınırsızlığını,
Marksizmle örtbas etmeyi beraberinde getiriyor.
Çete
(Güya) Komintern imgesi üzerinden “Marksizmin devleti”
olmak istediler. Her örgütü kendi yapısına bağlamaya niyetlendiler. “Marksizmin
bölünmez bir bütün olduğunu” söylediler. Küçük grupların akıl hocası olmaya
çalıştılar. “Kriz” diyerek kimilerini bu devlete bağlanmaya ikna etmeye
yöneldiler. Sonra küçük gördükleri, aşağıladıkları ezilenleri keşfettiler.
Gelinen noktada “ezilenlerin tarihüstü tarihi”ni yazanlar, ezilenlere ezen
kesimlerin bir kanadıyla birlikte yürümeyi öğütlüyorlar.[1]
Tüm o çaba, zaten bunun içindi. Tahrir’deki
eylemcileri “çeteler” olarak aşağılayanların “çete” kavramını küçümseyici bir
terim olarak kullanmaları, içlerindeki devletçilikle ilgili. Bu, AKP’li
Süleyman Çobanoğlu’nun “bizi Libya’daki çetelerle karıştırmasınlar, biz güçlü
bir devletiz” ifadesiyle aynı mantığı paylaşıyor. Devletin siyaset bilimi
bölümlerinde Marksizm bir edebiyat olarak ediniliyor, bu ise, devletçi
ideolojinin sol içerisine sızması için bir araç olarak örgütleniyor.
Bugün aynı şahıs, kafasının içerisindeki soyutlamayı,
tasnifi hakikat zannediyor. Solun “oligarşi” vurgusuyla bir bütün olarak
karşıya aldığı burjuva devlet, bu tasnifte iki kanada ayrılıyor. Göz, akla
hâkim oluyor; sözkonusu şahıs, kendisini önemsediği için gördüklerini de
yüceltiyor. Görülen, görmek istenilen oysa.
Bugün bu türden eşhasa göre, iki kanat çatışma
hâlinde. “Ezilenler bir kanadın altına girip Tayyip’in gitmesi için
çalışmalıdırlar” deniliyor. Bu apolitik politika, ezilenlerin içerisinde
devletin yerleşikleşmesi talebidir. Her şeyi söyleyip hiçbir şey dememeyi
maharet sanıyorlar: bir yandan “Tayyip devletini görmemek suçtur. Ezilenler iki
kanattan birini desteklemelidir, bu kanat TÜSİAD, Fethullah, CHP kanadıdır”
diyorlar, bir yandan da kendi kendilerini tekzip ediyorlar: “Her ikisinin de
politik gericiliği kuşkusuz. Bu kanatların arasında tercih yapmak, devrimci
niyetli solu misyon anlamında bitiren bir tutumdu ve bu halen geçerlidir.”
Burada da aynı taksici numarası devrede.
Kasetçalar
Esasında hükümetle Tayyip, Arınç’la Gökçek arasında
süren tartışma, başkanlık meselesini daha da güncelleyip pekiştirmiştir. Bugün
AKP’li gazeteciler, “AKP aday adayları arasında Fethullahçılar var” diyerek,
Tayyip’in merkezî müdahalesini meşrulaştırmaktadırlar. Tayyip ise “görüyorsunuz
işte, bu kadar çok başlılık iyi değil, tek çözüm başkanlıktır.” diyerek gerekli
zemini döşemektedir. Yani kanatlar arasında çatışma değil, gerilimli bir
işbirliği söz konusudur. Aynı durum, solun da çok güvendiği, geçen yılki kaset
furyası için de geçerlidir. Onca kasetin ardından Tayyip MİT eliyle bir kaseti
çıkartmış, “işte gördünüz mü, bu adamlar, devletin gizli bilgilerini ifşa
ediyorlar, ihanet içerisindeler” demişti. Bu dil, önümüzdeki seçimde de
kullanılacakmış gibi görünüyor. Böylece umutsuz vak’a olarak görülen AKP
kitlesinin pekişmesine, devletle eklemlenmesine ses edilmeyecek, zaten
istenilen de bu.
Kanatlı Kapının Demir Sürgüsü
Solcuların ve sağcıların 12 Eylül hikâyesini anlatan Bizim
Hikâye filmine özel olarak giden Erdoğan, çıkışta “o insanların özgürlük
mücadelelerini destekliyoruz.” demektedir. Buradaki tahkimat da seçimler ve
başkanlıkla alakalıdır. Tahkimatın kadîm Kemalist devletle ilgili olduğu
açıktır. Solun tutumu ise, yukarıda bahsedilen yazarlar şahsında, 12 Eylül’den
çok önce darbenin olacağı bilgisini alıp “ses etmeyin, Kemalist darbe olacak,
biz işimize bakalım” diyen örgütlerin şeflerinin tutumuyla aynıdır. Bu konuda
değişen bir şey yoktur.
“İki kanat” lafı üzerinden bir tasnif işlemi
gerçekleştirip, bunların mutlak, sabit, değişmez ve metafizik olgular olarak
ele alınması sorunludur. Genel olarak fukara Müslüman’ın sermayeye bağlanma
sürecinden, CHP ve türevleri memnundur. Ses çıkarttıkları yer, Müslüman’ın daha
fazla görünür olması, toplumda laik kesimler nezdinde gerilim yaşanmasıdır.
Solun işi, bu gerilimi hafifletmek, gazı almakla ilgilidir. Buradaki rol
dağılımında görev, CHP ve sosyalistlere düşmektedir. CHP, AKP’nin Müslüman
yoksulları düzene entegre etme operasyonunun yarattığı gerilimin tasfiyesi için
gereklidir. Düzen, CHP ve AKP ile birlikte ilerler.
Başkanlık: Laik Hilafet
Aslında başkanlık tartışması, laik hilâfet
meselesidir. Laik hilâfetse, İslamî usulle kesilmiş domuz etidir.
Hilâfet tartışmaları üzerinden Tayyip’e işaret
ediliyor. Fukara Müslüman’a “sünepe” diyerek karşı tarafa atanların rol
istedikleri yerse burası: CHP ve ideolojik Kemalistler. Bu kesimler, meseleyi
Tayyip’in şahsî kaprislerine indirgeyerek, suça ortak oluşlarını gizliyorlar.
Fukara Müslüman’ın o domuz etini yemesini ve susmasını istiyorlar. “Çeteler”in
tasfiyesi ve devletin bekası için çalışma noktasında kimi sosyalistin,
marksistin, liberalin, muhafazakârın arasında fark bulunmuyor.
Aynalı Çarşı
Ülke egemenleri batıya karşı bir sınır çekmek
istediklerinde Çanakkale Savaşı’nı; doğuya karşı bir sınır çekmek
istediklerinde ise Sarıkamış’ı epikleştiriyorlar. Ama bu sınır çekmede daha
fazla teslimiyet var. Her ikisinde büyüdüğünü düşündükleri gövdeye ayar
çekilmiş oluyor, aynı zamanda kitleler mevcut devlet ilişkilerine kul
ediliyorlar.
Çanakkale’nin gündeme getiriliş biçimi ile başkanlık
tartışmaları alakalı. AKP, örtük olarak “hilâfet talebi var, ben bunu mas
edebilirim, o nedenle başkanlık meselesine ses etmeyin” diyor. Başkanlık
meselesinin örtük olarak hilâfet meselesiyle birlikte tartışılması, sermayenin
işlerinin artık daha fazla atik ve çabuk bir biçimde halledilmesi gerekliliğini
gizliyor. Cambaza bakarken, cepler boşalıyor. Başkanlık, Erdoğan’ın şahsi bir
kaprisi, öznel bir talebi, ideolojik bir merakı değil. Devletin zaruri
yönelimi.
Ayaktakımı
Tayyip, tipik faşist biyopolitik kurgu üzerinden,
ülkeyle kendi gövdesi arasında ilişki kuruyor. “Bu gövde irileşti, parlamenter
sistem gömleği buna artık dar geliyor” diyor. Eczacıbaşı da buna onay veriyor:
“Bizim için sorun değil, önemli olan sermayenin güvenliği.”
Bu bağlamda bir yazar[2] da uzun uzun kapitalizm
anlattıktan sonra, ağzına sınıflar mücadelesini almaksızın, “somuta inip
devletle mücadele etmek gerek. Bugün ideolojik manada tek mücadele etmemiz
gereken kapitalizm değil, dindir” diyor. Din düşmanlığını merkeze koymalarının
nedeni, Müslümanların devlete bağlanmalarına ses etmemeleriyle ilgili. Onların
kapitalizme karşı ses çıkarma ihtimallerini ortadan kaldırmak, böylelikle
devlete eklemlenme sürecinin bozulması imkânını silmek istiyorlar. Baştakilerle
girdikleri gizli anlaşma, bunu gerektiriyor.
Bugün sol, devletin terbiyesinden, burjuvazinin
disiplininden yoksun bir kitle görmek istemiyor. Tüm hesaplarını bu nedenle
baştakilere göre yapıyorlar, ayaktakımını küçümsemeyi siyaset olarak yutturmaya
çalışıyorlar. Son günlerde “sosyalist demokrasi” kavramı üzerinden kopan
mülkiyet kavgası da bununla ilgili.
Ağızlarına sınıflar mücadelesini asla almayan,
herkesin zihninden onu silmeye yemin etmiş aydınlar, kitlelerin sınıflar
mücadelesi dâhilinde, din üzerinden politik-ideolojik mücadele içerisine
girebileceğine; dinin egemenlerin kontrolünden çıkabileceğine asla
inanmıyorlar. İnanmadıkları için esas olarak başlarla ilgililer. Ayaktakımını
horgörüyorlar. Devrimi Tayyip Erdoğan’ın gidişine indirgiyorlar. Meseleleri
kendi varlıkları üzerinden, şahsî olana kapatıyorlar. Buna mecburlar.
İştirakçi İsmail
İsmail Saymaz’ın yeni dönemin Mehmet Baransu’su
olduğuna dair kimi emareler mevcut. Devletin gerekli gördüğü yerde kendisine
videolar, belgeler teslim ettiği bu şahıs, Baransu gibi gazeteciliği aşan bir
icraat içerisinde.
Her TV’ye çıkışında yukarıda bahsi geçen yazara benzer
bir biçimde, “kanat” analizleri yapıyor ve “bu ülkede İttihatçılar ve
İtilafçılar var. Ama bir de İştirakçiler var!” diyor. Yalan söylüyor. Biz de
doğal olarak ne diyecek diye merak ediyoruz ve bu gazeteci, illüzyonist
edasıyla, hamlesini yapıveriyor ve iştirakçiliği CHP kanalına bağlıyor.
Saymaz’ın bu vurgusu, hileli. Zira iştirakçilerin
mecliste ve parti kuruluşunda ittifak yaptığı isimleri bilse, bugün bu kadar
din düşmanı bir faaliyet içerisinde olmazdı. Hile ise şurada: Saymaz, söz
konusu ayrımı yapıp iştirakçileri kendisi gibi kapalı, özel bir bütünlük,
müşahhas bir olgu olarak takdim ediyor. Oysa iştirakçilik, tüm bahis konusu
yazarların inkâr ettikleri verili sınıflar mücadelesinde itilafçıların ve ittihatçıların
tabanındaki fukaraya seslenmeyi anlatıyor. Saymaz, sık sık bu cümleyi
sarfederek, işte bu gerçeği karartmak ve onu kendi mülkiyetine kapatmak
niyetinde. Onun gibilerin amacı, devlete ve sermayeye yönelik her türden
tehdidi ortadan kaldırmak.
Hâsılı
Yapılması gereken şu: egemenlerin, başların
tahkimatına destek olunmayacak, onların oyunları ifşa edilecek, aralarındaki
laf dalaşından umut devşirilmeyecek, umut, kolektif mücadelenin kendisine ait
olacak, ayaktakımının aklına-kalbine nüfuz edilecek, her türden
politik-ideolojik tepki örgütlenecek, baştakilere öykünenlerin öyküleri unutulacak,
buradan da, Allah’ın inayetiyle, egemenlerin başları kesilip o taçlar yere
çalınacak!
Eren Balkır
30 Mart 2015
Dipnotlar:
[1] Metin Kayaoğlu, “Tayyip Erdoğan ‘Kurumsal Kemalizm’e Meftun Değil Ama
Mecbur”, 25 Mart 2015, TP.
[2] Metin Çulhaoğlu, “Demirtaş Haklı mı?”, 28 Mart
2015,
İleri.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder