“Futbol borsada değil, arsada
güzeldir.”
[Metin Kurt]
Egemenler, insanlar arasındaki her türden bağa düşman.
Kitleler hâlinde belirli bir hedef ve dava ile yola koyulmak için gerçek bir
bağlama ihtiyaç var. Egemenler, ona da düşman. O nedenle, bağ ya da bağlam
sözcüklerinin daha “b” harfini işitir işitmez tüyleri diken diken olan ruhsuz
insanlar imal ediyorlar her gün. Sol ise din, millet, cinsiyet, kavim, sınıf
gibi, bağa delalet eden oluşumların dışında olmakla yol alabileceğini
zannediyor. Kendisini o hariçlikte kuruyor. Sonra da bağ kurmak ve bağlam oluşturmak
için çabalıyor, bunu da, mecburen, gene egemenlerin sunduğu imkânlarla yapıyor.
Bugün artık Passolig var. Bir maça gitmenin,
deplasmana çıkmanın günler öncesinden, hep birlikte yürütülen ortak bir
faaliyete muhtaç olduğu düşünülürse, Passolig’in neden “faşolig” olduğu daha
iyi anlaşılır. Artık maça gitmek, özel bireylerin özel uhdesine bırakılmış,
özel bir eğlence derekesinde. Bağ yok, bağlam hak getire… Sevdiği kızla,
toprakla ve hayatla arasındaki bağı kopardığı için o ağa “faşo”. Passolig de
futbol ve futbol taraftarlığı ile aradaki bağı kesiyor. Lanetliyor. Mesele,
basit bir kart meselesi değil.
Akıllı, seçici, özgür, iradeli ve karar sahibi özneler
olmamızı isteyen bir kapitalizm var karşımızda. Kaba, kontrolsüz, ne idüğü
belirsiz, zıvanadan çıkmış bir güruh yerine, metroya binmek, sinemaya gitmek
gibi, maça gitmemizi istiyorlar. Ve bu yüzden bu sezon süperligde maçlarda
seyirci sayılarının çok düştüğünden yakınıyorlar. Futbol taraftarı ise en
azından mahalle, semt ve kent bağlamına dâhil olup, eskinin ikinci ve üçüncü
lig maçlarına akın ediyorlar. Geçmişte on-on beş kişinin izlediği bu maçların artık
on binlerce seyircisi oluyor. Taraftar, nefes alacağı yeri biliyor, buluyor.
Ait olduğu takım taraftarlığının genel bağlamı
içerisinde düşünen ve hareket eden insanların arasındaki bağı kopartmak gibi
bir kastı var bu Passolig’in. Beşiktaş’ın sabit bir stat ayarlamamasının
nedeni, belki de bununla ilgili. Çünkü orada Çarşı diye güçlü bir faktör var.
Stat olsaydı, Passolig devreye girecekti, Çarşı da buna direnç geliştirecekti.
Belki de bu hikâye, doksanlarda çıkan ceza yasası ile
başladı. Bu yasayla, yolda üç arkadaş olarak yürümek bile suç hâline getirildi;
devlet, ikiden fazla kişinin bir aradalığını bile “örgüt” başlığı altına soktu,
örgütü de şeytanlaştırdı. Devlet bizim aramızda, istemezlik, çekemezlik ve
hasetle konuşmaya başladı sonra. Birbirimize “tahammül”ümüz azaldı, birlikte
nefes almak imkânsızlaştı. Kimileri intihara, kimileri depresyona, kimileri de
sistemin yoz hayatına yelken açtı.
* * *
Belki de hikâye, onlarca devrimcinin ortak koğuşta
birbirlerini kolladıkları, eğittikleri, dik tuttukları, geleceğe taşıdıkları
pratiğin bağını ve bağlamını dağıtmak için gerçekleştirilen F Tipi saldırısı
ile başladı. 19 Aralık, bu bağ ve bağlamın direnciydi; onu tek bir özneye
indirgemek, kapatmak zulümdü, onu günah keçisi ilân edip uçurumdan atmak
anlamsızdı. O bağın ve bağlamın daha fazla özneyi koşulluyor olması gerekirdi.
“Ben en verimli eserlerimi hücrede yazdım, bu itirazı anlamıyorum” diyen bir şefin
(Aydın Çubukçu) olduğu ülkede bu imkânsızdı. O verimli eserler, sonra, onca
sendikacılığa rağmen, Ülker işçilerinin direnişte olduğu günlerde, gazetesinde
Ülker reklâmı yayınlanmasını öğretti.
Aralık’ın on dokuzunda direnen, her yerdeki bağlar ve
bağlamlardı demek ki. İsimlerini birkaç gün sokaklarda bağırıp unuttuğumuz o
güzel atlılar, ne için direndiklerini iyi biliyorlardı, çünkü onlar, “asıl
dışarıya, hayata saldırıyorlar” diyorlardı. Haklılardı.
Sonra kalın pik demirden turnikelerden geçirilip
öğütüldük. Tel örgüler arasında biletimiz kesildi, seyirlik bir oyuna nesne
kılındık. Hücrelere kapatıldık. Sonra bir hapishanede gardiyan gelip iki
kişilik koğuşta bir yoldaşımıza az, diğerine çok yemek verdi. Ekmeği, kitabı,
umudu kesti. Bize bu yaşananların, o özel şahısların özel maceraları, özel
tercihleri olduğu öğretildi. Aramıza daha çok fesat, daha çok haset girdi.
Herkes, elindeki her türden imkâna put gibi sarıldı. Yüzünü bile görmediğimiz
insanlar için dövüşmek ve savaşmak yalandı artık.
Sonra örgütlü kişilere şunların söylendiğini duyduk:
“Sen o kaliteli üniversitenin mezunusun, önün açık, ne işin var bunlarla.
Bunlar seni istemez, haset eder, senin iyi yerlere gelmene mani olurlar.”
Çözüldüğümüz gibi çözüyorduk da. Belirli bir bağ ve bağlam içerisinde yaşamaya
mecbur olan halka ve millete bizim gibi çözülmedikleri için kızıyorduk. Onların
mecburiyetleri bizim için hayalden, fanteziden ibaretti.
* * *
Bir gün bir kadın, havalimanında, sırtında hakiki kürk
bulunan bir başka kadına eleştiri yöneltir, tartışma alevlenir, kürk giymesini
eleştiren kadına o kürklü kadın, “sen giyemiyorsun diye kıskanıyorsun beni”
der. Tıpkı kendisini eleştirenlere “beni çekemiyorlar” refleksiyle tepki veren
magazin müdavimi popçular gibi. Tuhaf olan, bu tepkinin sol dünyada da dile
dökülüyor olması. Evli, paralı, maaşlı ve iş sahibi oluşunu illaki kıskananlar
vardır ve kendisi bunlara karşı direnmek zorundadır. Tüm bu imkânların “solcu”
olduğuna kendisini inandırması, solculuğun bu imkânların savunulmasına
indirgenmesi gerekir. Mesele, burada değildir; mesele, hareketin ve mücadelenin
bu imkânların önünde diz çökmesinin istenmesidir. Hareket ve mücadele buna
direnç geliştirdiğinde, lime lime edilecek, öznelleştirilecek,
talileştirilecek, böylece direnç kırılmaya çalışılacaktır.
Bağ burada çözülür, bağlam burada kaybolur.
Passolig’in maça giden isimsiz kalabalığı dağıtma işlevi varsa, bu
Facebook-Twitter âleminin de benzer bir etkisi oldu. Eskiden örgütlüydük, ait
olduğumuz mekânlarımız vardı, sohbet ettiğimiz taburelerimiz, sehpalarımız,
panolarımız, duvarlarımız… Ertesi gün bir eylem olacaksa, oralarda haberdar
olur, oralarda örgütlenir, oralardan dökülürdük sokağa. Polisin o çay
ocaklarına, bürolara saldırdığı günler geride kaldı. Çay ocakları, solcuların
elinde, lüks barlara ve kafelere dönüştürüldü. Eskiden on-yirmi kişinin oturup
sohbet ettiği sehpaların yerini, ancak dört kişinin oturup akıllı telefonlarına
gömüldüğü masalar aldı. Dağıldık. Kapitalizmin ilerleyişine en kolay ve en
hassas şekilde uyum sağlama becerimizin bize başarı getireceğini zannettik,
yanıldık.
* * *
Solun belirli bir bağ kurma ve bağlam oluşturma imkânı
bulduğu, kitle örgütleri vardı. Sendikalar, dernekler, kitle örgütleri,
platformlar vs. bu amaçla devreye sokuluyordu. Sonra bunların kendisini
çürüttüğüne ikna oldu. Bu yapılarla politik örgütler arasındaki bağ koptu,
bağlam dağıldı. Hepsi Amerikan tipi, Avrupa tarzı STK’lara dönüştü. Söz konusu
yapılara üye olmak, politik olmanın yerini aldı. Güncel, öznel, maddî
çıkarların peşinde koşmak, devrimi ve devrimciliği tasfiye etti. Güncel bilinç,
teorik bilincin yerine geçirildi. Öznel algı, nesnel bilgiyi yendi. Maddî
çıkarlar, kolektif hareketin iradesini ezdi. Bağ kopmuş, bağlam dağılmıştı bir
kez.
Şimdi hapishane direnişinin devrimcileri, özel
mahallelerinin özel mekânlarında yılbaşı kutluyorlar. On dokuzun yanına on
yediyi getiren, “tombala” diyor. Nerede yaşıyoruz, unuttuk. Spekülatif
sermayemizin, ismi bilinmez kişilerce taltif edildiği borsaya gömüldük, arsadan
çekildik. Borsa bir kumar; arsa bir hamur meselesidir. Ham olan “ben oldum”
dediğinde, arsada pişmek anlamsızlaşacaktır.
Sonra tweet’ler akmaya başladı: “İzmir’de Birleşik
Haziran Hareketi’nin etkinliği için tutulan yer küçük geldi.” Oysa burada “az
sayıda insan istiyorum ben” lafı vardı. Görülmeyen, duyulmayan buydu. Arsada
yalınayak, parmaklarımızı kırarak oynadığımız futbol, yerini pleysiteyşına
bıraktı. Başımızdaki âlimler[1] de bunu istiyorlardı aslında, aksi gericilikti.
Birilerine gerici görünen güruhun söz-yetki-karar sahibi olması, tehlikeliydi.
Sol, önce bu marazı gidermeliydi. Söz, şirketleşmiş, hisse sahibi örgütlere ait
olmalıydı sadece. Yetki, ancak o örgüte lâyık olana verilirdi. Karar vermekse,
ondaki aklı biraz olsun taşıyana ait bir meziyetti.
İleri, laik, aydınlanmış vs. olmak gerekiyordu borsaya
girmek için. Bağın koptuğu, bağlamın dağıldığı yerde, konuşan borsaydı.
Arsalara kibir kulelerinin dikilmesini biz istedik. İstemiyor olsaydık, 19
Aralık’la 17 Ağustos’un rabıtasını kurardık. Hapishanelere saldırıyla kenar
mahallelere yönelik istilayı belirli bir bağlama oturturduk. Bağsız-bağlamsız
solculardık, bu bize yeterdi.
Passolig’in kafası örgütlenme düzeyinde de işliyor,
neye kızıyoruz? İçimizde Çarşı’nın dolaşmasını istemiyoruz, niye hayıflanıyoruz
yalnızız diye? Biz özel şehidlerimizi kendi müzemizde mumyalamaya bakalım.
Önderlerimizi özel mülkümüz kılalım. Onların herkese ait devrimci bir çığlık
olmasına mani olalım. Varsın kıymetlendiğimiz yer arsa değil, borsa olsun.
Fukaranın tek, müşterek çığlığı, yürek yangısı, acılı sözü akacak bir yol
illaki bulur.
Eren Balkır
25 Aralık 2014
Dipnot:
[1] Eren Balkır, “R-TKP’nin Cephe Taktiği”, 24 Aralık 2010, İştirakî.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder