Pages

13 Kasım 2014

Altı Cizvit Din Adamı


Altı Cizvit Din Adamı ve Amerika’nın

Kendi Kaderini Tayin Hakkına Karşı Yürüttüğü Savaş

 

Yirmi beş yıl önce bu hafta, altı Cizvit din adamı, El Salvador’daki Orta Amerika Üniversitesi’nin (UCA) kapılarını hükümete bağlı bir ölüm mangasına açtı. ABD’nin silâhlandırıp eğittiği askerler, rahipleri arka bahçeye götürdüler. Onlara yüzükoyun yere yatmalarını emrettiler. Sonra, okulun yöneticisi ve genç kızı ile birlikte, rahipleri köpekler gibi katlettiler.

O gece öldürülen altı rahipten biri olan Peder Ignacio Ellacuría Bescoetxea, on yıl boyunca bu küçük Orta Amerika ülkesini mahveden savaşın politik bir barışla sonlandırılması için müzakere yürütülmesini yüksek sesle savunan isimlerden biriydi. 6 Kasım 1989’da Ellacuría, askerî diktatörlük eliyle gerçekleşen ve 75.000’den fazla insanın katledildiği katliamın bir parçasıydı artık.

İktidardaki cunta, ABD hükümetinden milyarlarca dolarlık askerî yardım alıyor, bu yardımı Farabundo Martí Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin (FMLN) öncülük ettiği halk ayaklanmasını bastırmak için kullanıyordu.

Dokuz yıl önce San Salvador Başpiskoposu Oscar Romero, ekmek ve şarap ayinin ortasında, bir ölüm mangası tarafından, kilise mihrabında vurularak öldürülmüştü. Suikast öncesi Romero, Başkan Jimmy Carter’a bir mektup göndermiş, mektupta ondan El Salvador’daki askerî cuntaya askerî yardım göndermeye bir son vermesini rica etmişti. Romero, bu ricasını Carter’a hitaben dillendirdiği şu cümle ile gerekçelendirmekteydi: “Zira siz bir Hristiyan’sınız ve siz insan haklarını savunmak istediğinizi bir biçimde ifade etmiştiniz.”

El Salvador’da 12 yıl süren iç savaş boyunca ABD kaynaklı askerî yardımın zirveye ulaştığı momentte, bu yardım ortalama günlük 1,5 milyon doları buluyordu. Romero, El Salvador ordusunun silâhlandırılmasının ve eğitilmesinin, ülkede adaletin ve barışın teşvik edilmesinden ziyade, temel insan haklarına saygı kazandırılması için mücadele eden örgütlerin bastırılması ve adaletsizliğin derinleştirilmesine katkı sunduğu iddiasındaydı.

Romero’nun mektubu cevapsız kaldı. İki hafta sonra da Romero, mektubunda Carter’ı uyardığı aynı güçlerce katledildi.

Romero, fukara halkın zulümden kurtarılmasını teşvik eden, Katolik Kilisesi içinde gelişmiş bir hareket olan Kurtuluş Teolojisi’nin önde gelen isimlerinden biriydi. Bu dinî felsefe, yerli halkların önemli bir çoğunluğunun yüzlerce yıl sömürgecilik, kölelik ve beyaz üstünlüğü üzerinden sömürüldükleri toplumlarda ortaya çıkan sosyal adalet mücadelesinin bir tezahürüydü. Söz konusu halklar, kendi kaderlerini tayin hakkına kavuşmak suretiyle, eğitim ve sağlık gibi temel insanî ihtiyaçlarını elde etmeye çalışıyorlardı.

Kendi kaderini tayin hakkı, insan haklarının temel dayanaklarından biridir. Birleşmiş Milletler Sömürge Ülkelere ve Halklara Bağımsızlık Verilmesine İlişkin Deklarasyon’da ifade edildiği biçimiyle, “Tüm halklar, politik statülerini özgürce belirleme ve ekonomik, sosyal ve kültürel gelişimlerini gerçekleştirme noktasında kendi kaderlerini tayin etme haklarına sahiptirler.”

Orta Amerika Üniversitesi’ndeki din adamlarının ve Başpiskopos Romero’nun katledilmesi, onlarca yıl boyunca ABD’nin Kurtuluş Teolojisi’ni ve Latin Amerika genelinde mevcut olan diğer politik faillik biçimlerini yok etmeye dönük askerî kampanyasının bir parçasıydı. Söz konusu savaş, El Salvador, Guatemala, Honduras, Şili, Brezilya, Uruguay ve diğer ülkelerdeki bağımlı rejimler eliyle gerçekleşen terör ve şiddet üzerinden yürütüldü. Yüz binlerce köylü, din adamı, işçi lideri, öğrenci, akademisyen ve insan hakları eylemcisi, bu süreçte hedef alınıp imha edildi, zira bu insanlar, halkın yönetim ve ekonomi süreçlerine özgürce katılmaları gerektiği inancını paylaşıyorlardı.

Latin Amerika’daki halk hareketlerine karşı yürütülen mücadelenin eğitim merkezi Amerikalar Okulu’ydu (SOAS). İlk başta, altı Cizvit rahibini katleden katillerin eğitildiği Panama’da bulunan okul, sonrasında ABD’nin Georgia eyaletindeki Fort Benning’e taşındı. “Suikastçılar Okulu”na, ilerleyen yıllarda Batı Yarımküre Güvenlik İşbirliği Enstitüsü ismi verildi. Okul hâlâ açık.

SOAS, “silâhlı komünist ayaklanmaları engellemek için Latin Amerika’daki uluslara gerekli eğitimi vermek” amacıyla geliştirilmiş bir projeydi. Ordu, web sitesinde, “Kurtuluş Teolojisi’nin ABD Ordusu’nun yardımıyla mağlup edildiğini” gururla beyan etti.

SOA El Kitapları’nda derlenen eğitimler üzerinden Latin Amerikalı kursiyerlere “işkence, gasp, şantaj ve sivil halkın hedef alınması” ile ilgili bilgiler verildi. Bu kursiyerlerin önemli bir bölümü, sonrasında ölüm mangalarının, düzensiz paramiliter güçlerin üyeleri ve askerî diktatörlüklerin liderleri oldular.

SOA Gözlem’in tespitine göre, “1987-1991 arasında El Salvador, Guatemala, Ekvador ve Peru gibi ülkeler ile Amerikalar Okulu’nda bu el kitaplardan binlerce dağıtıldı.”

Geleneksel planda Latin Amerika’daki ordular, yabancı ülkelerin saldırılarına karşı ülkeyi savunma amacıyla kullanılıyordu. Ama Kennedy yönetiminde ABD hükümeti, devletleri, “komünistler” ve “yıkıcılar”dan gelen iç tehditleri (yani politik muhalefeti) ezmeye yönelmeye teşvik etti.

1954’te demokratik yollardan seçilen Cumhurbaşkanı Jacobo Arbenz’e karşı CIA destekli darbe yapılması ardından Guatemala askerî idare altına girdi ve ABD’den milyarlarca dolarlık askerî yardım aldı. 1982’de Başkan Ronald Reagan, Guatemalalı diktatör Efraín Ríos Montt için şunları söylüyordu: “O, kişisel açıdan muazzam ölçüde dürüst bir adam […] köylü gerilla (çoğunluğu yerli) gruplarına karşı yürüttüğü savaşta cezalandırma yöntemlerinden kaçınmayan, kendisini tümüyle demokrasiye adamış bir isim.” Onlarca yıl sonra Ríos Montt, iktidarda olduğu dönem boyunca 1.771 insanın öldürülmesi emrini verdiği için soykırım yapma suçuyla yargılandı.

Kendi tanıklıklarına yer verdiği Ben Rigoberta Menchú: Guatemala’da Yerli Bir Kadınım isimli kitabında yazar, ağabeyinin kaçırılması sonrası, askerlerin bir kıza ve askerlerin peşinden gelen annesine şunları söylediğini aktarıyor: “Size de aynısını yapmamızı mı istiyorsunuz, hemen şuracıkta size tecavüz etmemizi mi istiyorsunuz?” Asker, sonra kadına “gitmezseniz, kaçırılan genç gibi işkenceye maruz kalacaksınız” diyor ve o gencin bir komünist, yıkıcı olduğunu, tüm yıkıcıların cezalandırılmayı ve ölmeyi hak ettiğini söylüyor.[1]

Menchú’nun ağabeyi, sonra, Menchú’nun gözleri önünde, köyün meydanında tüm ailesi ve köyün geri kalanı ile birlikte diri diri yakılıyor. Ateşe atılmazdan önce tutsaklar, kemikleri kırılana dek dövülüyorlar, tırnakları çekiliyor, ayak tabanları kesiliyor. Menchú, ardından bir yüzbaşının köye neden işkence gördüğünü ve katliama uğradığını açıklıyor: “Böylece buradaki herkes, aldıkları ceza ile bir daha komünizme ve teröre bulaşmamaları gerektiğini anlamıştır, biz işte böyle cezalandırırız bulaşanları.”[2]

Nikaragua’da CIA, halkın seçtiği Sandinist devrimci hükümete karşı mücadele etmek için kontrgerilla örgütledi. Bu örgüt için insan topladı, eğitti ve silâhlandırdı. Kontralar, “yumuşak hedefler”e saldırma konusunda Amerikalı danışmanlardan eğitim aldılar.

1984’te Nikaragua, ABD hükümeti aleyhine Milletlerarası Mahkeme’de dava açtı. ABD, insan hakları ihlallerini teşvik etmekten, başka bir ülkenin egemenliğine müdahale etmekten ve limanlarını havaya uçurmaktan suçlu bulundu. Sonrasında ABD, Uluslararası Adalet Mahkemesi’nin kararına karşı çıktı ve kararın uygulanmasına dönük BM kararını veto etti.

Asya’da Vietnam, Kamboçya ve Laos’tan Afrika’da Angola, Mozambik, Zaire ve Gine Bissau’ya, Ortadoğu’da ise İran’a kadar birçok ülkede ABD güçleri veya ABD’den dolaylı yardım alan ve onun vekâletiyle hareket eden güçler milyonlarca insanı katletti. Tüm dünya genelinde, halk hareketlerinin ABD’nin politik ve ekonomik hedeflerine uymayan bir yoldan kendi kaderlerini tayin etmeye çalıştığı her yerde, bu hareketler acımasız bir şiddet ve terörle yüzleştiler.

Killing Hope [“Umudu Öldürmek”] isimli kitabında William Blum’ın izah ettiği biçimiyle, ABD’li politika yapıcılarının söküp atmaya çalıştıkları bir tek komünizm değil. Onlar, ayrıca Amerikan nüfuzuna ve hâkimiyetine uymayan her türden politik örgüt biçiminin kökünü kazımak istiyorlar.

“Tüm yaşanan, bir dalavereden başka bir şey değildi. Washington’ın küresel saldırılarının hedefi, Sovyetler Birliği ve komünizm değildi. Ortada hiçbir zaman bir uluslararası komünist fesadı diye bir şey söz konusu olmamıştı. Düşman, bugün olduğu gibi, Amerikan İmparatorluğu’nun genişlemesine mani olan her türden hükümet, hareket, hatta bireydi. ABD’nin bunlara düşman komünist, haydut devlet, uyuşturucu satıcısı ya da terörist demesinin bir önemi yoktu.”[3]

Bu bağlam dâhilinde Amerika’nın Kurtuluş Teolojisi’ne, Marksizme, milliyetçiliğe ve kendi kaderini tayin hakkına dair diğer ifade biçimlerine yönelik mücadelesini bir tür soykırım olarak değerlendirebilir miyiz? Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Konvansiyonu terimi, “ulusal, etnik, ırksal ya da dinî bir grubun tümden ya da kısmen yok etme niyetiyle yapılan eylemler” olarak tarif ediyor.

Belirli bir ideolojiyi paylaşan gruplar bu tanıma girmiyorlar. İyi ama bu tanım, politik inançlarından ötürü, milyonlarca insanın işkence görmesi, sakat bırakılması ve katledilmesi suçunu kapsamıyor mu? Eğer bu bir soykırım değilse, o vakit, kendi kaderini tayin hakkının ifasına mani olmak için şiddet uygulama suçuna yeni bir isim bulmak gerekli.

ABD kamuoyunun Berlin Duvarı’nın yıkılışını anımsadığı ve Gaziler Günü’nü kutladığı bir haftada altı Cizvit rahibinin katlini kimse anımsamayacak. Ama biz, bu rahipleri, sadece El Salvador’daki iç çatışmanın birer kurbanı değil, modern zamanlarda işlenen her türden uluslararası suç kadar ciddiyet arz eden büyük bir şiddet ve zulüm kampanyasının kurbanları olarak kabul etmek suretiyle onurlandırabiliriz.

Matt Peppe
14 Kasım 2014
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Menchú, R. (2010). I, Rigoberta Menchu: An Indian Woman in Guatemala. Verso.

[2] A.g.e.

[3] Blum, W. (2008). Killing Hope: U.S. Military and C.I.A. Interventions Since World War II –güncellenmiş hâli. Common Courage Press.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder