Sol, kafe ve barlardan çıkamadığı için, Bandista
denilen grubun müzik yaptığını zannediyor, oysa son albümü, hırsızlıktan başka
bir şey değil. Albüm, Haziran Kıyamı’nın sol şahsında, kısa sürede
tüketildiğinin de delili. Üretim yerine tüketim ideolojisinin hüküm sahibi
olduğu ortamda, bir grup gencin getireceği geviş de bu şekilde oluyor.
Solcular, duvarlara “2,5 liraya çay mı olur lan?”
yazıyorlar, aynı solcular, kafelerinde çayı 2,5 liraya satıyorlar. Böyle
avutuyorlar milleti, böyle yalan söylüyorlar. Kafe ve barlar, özel bireylerin
özel ve esrik sohbetlerini çağırıyorlar. O özel bireyler, biricikliklerini bu
mekânların sınırlarında tatmin ediyorlar. Biricikliğin şenliği, o panayır hâli
Bandista oluveriyor. Biricikliğimizin zemini ve sebebi olduğu için, hâlâ
solcuyuz. Solculuğun başka bir anlamı ve değeri yok.
Bandista, ismini, süreç içinde romantikleştirilmiş
Zapatistalardan alıyor. Zapatistalar, ormana ilk gittiklerinde kendilerini
öğretmen, halkı öğrenci olarak görüyorlar. Orman ve yerliler onları kovuyorlar.
Devrimciler, bir daha gidiyorlar ve gene kovuluyorlar. Sonra biraz Mao biraz da
Che’ye referansla, “halk en iyi öğretmendir” sözüne bakıp, ormana öğrenci
olarak gidiyorlar, rahle önüne diz çöküp halka, “bize siz öğretin” diyorlar,
sonra bugüne geliyorlar. Bizse onlardan kendimizi “özel halk” zannedip, öğretmenlik
yapmayı öğreniyoruz.
Bandista ise halkın, halkın müziğinin öldüğü, halkın
evladının, şiirinin, Ahmet Kaya’sının meze kılındığı momentte varoluyor. O,
Grup Yorum yoksa var, daha doğrusu, Yorum olmasın diye çığırıyor. Tasfiyenin ve
tecridin şarkısı, devrimin ve devrimcinin türküsünü yenmek istiyor. Ahmet Kaya
Partisi tasfiye edildiği için o var. Panayırda eğlenmek, yüklerden kurtulmak
için bu şart. Bunun için Bandista, partizanın eline, partiye düşman anarşistin
kara bayrağını tutuşturuyor, kafe ve barlar bunu emrediyorlar. Üzerindeki jan
janı kazıyınca alttaki hedonizm ve sinizm pis pis sırıtıyor.
Sonra, o kabız hâliyle, sözleri Filistinli şair Tevfik
Zeyyad’ın, ezgisi Lübnanlı Ahmed Qabur’un olan Unadikum’u söylüyor Bandista.
Özgün hâlinde, “Karşılarına dikildim zalimlerin/ Yetim, çıplak ve yalınayak/
Kanımı avucumda taşıdım/ Asla düşürmedim yere bayrağımı/ Atalarımın
mezarlarındaki yeşil otlara/ Bekçilik ettim” diyen şarkıya, liberal, boş
gevelemeler düşürülüyor ve “bizde şehit yok insan var” deniliyor, ecdadına
küfrederek, mezarlara tükürerek, avuçtaki kanı silip bayrağı yere atarak. Birer
birer gelip birer birer böyle ölünüyor, dost-düşman burada karışıyor.
Filistinlinin eline liberalizmin “insan” bayrağı tutuşturuluyor. Çok güçlü
görünmek için en yavan, en apolitik, en gerçek dışına sarılıyoruz özünde.
Bunlar hep, teorinin, ideolojinin ve politikanın
biricik ve özel bireylerin sınırlarına mahkûm edilmesiyle ilgili. O özel
bireyler topluluğu, teori, ideoloji ve politika işlerine girdiğinde, gösterişe,
kendini beğendirmeye, kendisini göstermeye kilitleniyor. Teoriyi, ideolojiyi ve
politikayı sınıfsal, tarihsel ve toplumsal olandan ayrıştırıp sahte tanrı olan
birey düzeyine çekiyor. Dolayısıyla maddiyat diyalektiğe galebe çalıyor.
Maddiyatını ispatlama yarışına giriliyor. Örgüt olunuyor, örgüt, bireyin don değiştirmiş
hâli oluyor. O örgüt, sömürülenlerin ve mazlumların kolektif kavgasından değil,
devlet ve burjuvaziden öğreniyor eksiklerini, yanlışlarını.
Bu örgüt ve bu birey, aklını ve eylemini yaldızlamak
zorunda. Güç meselesini buradan kavramaya mecbur. O, örneğin, IŞİD gösterip
sıtmaya razı etmeli. İç savaş edebiyatını güncellemeli ki kendi iç huzurunu
tesis edebilsin. Bu edebiyat, kendi müziğini çağırıyor. Huzurlu hâl yüzünden,
on tane militan Müslüman, İstanbul Üniversitesi gibi bir mevzii tarumar
edebiliyor.
Kafe ve barlar, cılız gövdeyi cüsseli, etli, iri ve
güçlü görmek isteyen akla hizmet ediyorlar. Oradan çıkan siyaset de güçlü
görünmeyi, kalabalık zannedilmeyi iş zannediyor. Giderek zayıflayan beden, daha
büyük bir güç tasavvuruna ihtiyaç duyuyor.
Oysa zaten güçlüyüz. Oysa zaten sömürülenler ve
mazlumlar, muhalif bir hattı günbegün örüyor olmalılar. Mevcut bir güç, mevcut
bir örgü var, mesele ona iştirak eylemekte, karışmakta. Sol, ondan uzaklaşmanın
adı, örgüyü, örgütlülüğü, muhalifliği ve gücü engelleme iradesi. Sömürülen ve
mazlum olmama lüksü, afra tafrası, pozu…
Marx, yüz elli yıl önce özel bireylerin özel
kurgularına kılıç salladığı vakit onları “zanaatkâr ideolojisi” olarak
nitelemiş. Bugün “doktor, mühendis ve avukat” üçlüsü almış bunun yerini. Özel
insanların özel kulüpleri olarak örgütler, başlarına bir doktor, mühendis veya
avukat getirmeye mecburlar. Solculuk burada temellenmek zorunda. Bandista,
onların gençlik heyecanlarına ve hezeyanlarına tercüman olmak için var.
Tam da bu yüzden Latin Amerika’da Che, Afrika’da
Amilcar Cabral “sınıf intiharı”ndan söz ediyor. İşçileşmekten tiksinen bir
sınıfın politik-ideolojik yönelimlerinin sorgulanmasının nedeni bu. Söz konusu
sorgu, salt ele silâh alınca yapılmış olmuyor, sadece ertelenmiş oluyor.
Özel insanlar, mülkiyetle ve rekabetle düşünüp o
şekilde hareket ediyorlar. Sınıf intiharı, aidiyeti zorluyor. Silâhı tutanın da
özel bir birey olması ve kendisini böyle kurgulaması, sorunu çözmüyor. Halkın
tuttuğu silâhın namlusuna kendimizi sürdüğümüzde yol alınabiliyor.
Ekranda, duvarda, tişörtte, sözde görüneni taklit
ettiğimizde güçlü olmuyoruz, sadece güçlüymüş gibi görünüyoruz. “Zaten
güçlüyüz” tespiti, ancak mevcut güçle hemhal olabilmek suretiyle hakikîleşiyor.
Bireyleri dinliyoruz, onlara kulak kesiliyoruz,
onların hikâyelerine önem veriyoruz; ait oldukları başı sonu olmayan kütleye
ait olmamak için yapıyoruz bunu. Kaçmak, uzaklaşmak, solculuk denilen kovuğa
sığınmak için…
Tek siyasî faaliyetimiz, özel gördüğümüz bireyleri
başkalarından çalmak üzerine kurulu. Tek ideolojik faaliyetimiz, özel bireylere
sahip olmak için gerekli ideolojik zemini kurmaya yönelik. Tek teorik
faaliyetimiz, özel insanları bir süre bir arada olmaya ikna edecek zekâ
oyunları oynamaya dair.
O yüzden sıcak geliyor Bandista’nın çalıntı
“ezgileri”, sözleri. Övdüğümüz sokak, aslında kafe-bar sokağı. İşsizlik,
yürüyen, üretmeyen hâlimiz. Baktığımız dünya, burjuva özgürlükler dünyası. “Bir
daha asla” lafı, örgütlü devrimci geçmişimizle ilgili. Yarına dair umutsuzluk,
bugünün kapitalizmsiz olduğu yalanı.
Solda birlik teraneleri de güçlü görünme kaygusuyla
ilgili. Yapısal, köklü, toprağa, kemiğe, cana dair bir tarafı yok. Asla yakıcı
değil. Bir merkezkaç etkisi. Merkezdeki üç beş özel insan anlaşacak ki alttaki
kitle kaçsın. Kitle kaçsın ki özel örgütlerin özel insan birikimi muhafaza
edilebilsin. Kimse kolektifleşmesin, ortaklaşmasın, ortak derde ve öfkeye
örgütlenmesin, dert ve öfke ortaklaşıp örgütlenmesin.
Öyle ve o kadar bireyiz ki, devletin ve burjuvazinin
Tayyip denilen bireyde özetlenmesine seviniyoruz. Bilek güreşimizde dış
yardımları bekliyoruz sadece.
Zaten güçlüyüz oysa. Mesele, o gücün aklına ve
eylemine örgütlenmekte.
Eren Balkır
1 Ekim 2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder