Politika tercihlerle; ideoloji, o tercihlerin
ardındaki ihtiyaçlarla; teori, ihtiyaçları belirleyen zorunluluklarla
ilgilidir. Bu açıdan, politikanın, ideolojinin ve teorinin, bireyin
sınırlarıyla ve o sınırlarda edinilmesi sorunludur.
Birey, kendine kapalı bir
bütünlük olarak, zorunlulukları, ihtiyaçları ve tercihleri kontrol altında
tutmak için teoriyi, ideolojiyi ve politikayı devreye sokacak; bunlarla sırf
kontrol amacıyla ilişki kuracak, güçlü olmayı kontrol etme becerisi olarak
anlayacaktır. Dolayısıyla bireye kapanmış bir pratik, burjuvaziyle veya
devletle, doğası gereği, ilişki kuracaktır.
AKP, politik bir tercihtir. Ardında, ülke
egemenlerinin ihtiyaçları yatmaktadır. Bu ihtiyaçlar, ülkesel, bölgesel ve
dünyasal planda işleyen zorunlu süreçlerin ürünüdür. İhtiyaçların ideolojiyle
ilgili olması, kafamızın içinde oluşturduğumuz ideolojinin belirli ihtiyaçları
koşullayacağı, üreteceği kanaatine götürmemelidir. Yani, kendi bireysel
sınırlarımızın fikrî karşılığını üreterek, AKP’yi yıkacak ideolojiyi üretmek
mümkün değildir. Bu, ancak kendimiz gibi, kendimize benzer bireylere
seslenmekle sonuçlanacaktır. Mesele, AKP’yi tercih eden kitlelerin
ihtiyaçlarına ve zorunluluklarına örgütlenmek, oradan, AKP tercihini bertaraf
etmektir.
AKP, ülkenin özellikle doğusuna inen darbelerin
yol açtığı ihtiyaçların bir ürünüdür. Bodoslama, tam boy, köşeli bir AKP
karşıtlığı, ister istemez, doğuya inen darbelerin içinde olan PKK’ye de karşı
olmayı bir biçimde içerecektir. Bu da, egemenlerin temel arzusudur. Onlar, ülke
kurgularının altını oyan her nesnel dinamiğe düşmandır. Ülke kurgusu,
mazlumlara-sömürülenlere rağmen, onlar hilafına oluşturulmuştur. O kurgu,
Müslüman’a, Kürd’e ve sosyaliste her daim düşmandır.
Zorunlu süreçler ülkeye darbeler indirmiş, bu
darbeler belirli ihtiyaçları koşullamış, bu ihtiyaçlar üzerinden kitleler
belirli politik tercihlere yönelmişlerdir. Burada egemenlerin ilk olarak
örgütleyeceği kitle, kendisi gibi olmak isteyenler olacaktır. AKP, bu açıdan,
devletin varoluşsal çığlığı, yekinme, doğrulma hamlesidir.
Bugün Batı’daki fikrî merkezlere gebe olan kimi
kesimlerin IŞİD’cileri “kendilerinin tattığı zevklerden mahrum olan, kendileri
gibi sevişemeyen, kendileri gibi olmak için savaşan zavallılar” olarak
resmetmesi tesadüfî değildir.
Mesele, zaten tesadüfî olanı belirli bir
zorunluluk bağlamına oturtmaktır. Bu kesimler, gerçeğe baktığında ancak
kendisini görebilmektedirler. Gerçeklik ayna gibi pürüzsüz olmadığından ve
kendisini yansıtmadığı için problemlidir. İdeolojide kurgulanan güç kibirle
birlikte gelmektedir. AKP’lileri kendi devletine yakıştıramamak, IŞİD’i
Ortadoğu’nun bir marazı olarak göstermek, nafiledir. Bugün sol, “AKP bizi
batıdan kopartmış, Ortadoğu’nun geriliğine mahkûm etmiştir.” diyen CHP’nin
ötesine uzanan bir ufka sahip değildir, çünkü o solun aklî yanıdır,
sosyalistler de vicdanî yanı. Bu ufukta sol, ancak başka bir devleti çağırır,
başka bir coğrafyaya kapanır. Oradaki iradesine de her gün güzellemeler yapar
durur.
Bu irade, kendinde güçlü olduğu için, teoriyle,
ideolojiyle ve politikayla bu düzeyde ilişki kuracaktır. Teori, ideoloji ve
politika o gücün yansıması ya da gerekçesi gibidir. Bu aşamada teori
zorunluluklara, ideoloji ihtiyaçlara, politika da tercihlere karşı körleşir.
Güç olduğunu düşündüğü moment başatlaşır ve o momentin teorisi zorunluluk,
ideolojisi ihtiyaç, tercihi de politikaymış gibi görünmeye başlar. Bu momentin
taşıyıcısı, aktarıcısı olmak tek yol zannedilir. Güç ve irade buradan
devşirilir. Örgütlenmek, o momentin başatlığına ikna olanları bir araya
getirmek zannedilir. Zorunluluk teoriyi, ihtiyaçlar ideolojiyi, tercihler
politikayı geçersizleştirse de o özne, özne olmayı öğrendiği momenti her daim
yüceltmek zorundadır. Zorunluluk, ihtiyaçlar ve tercihlerde belirli değişimler,
kırılmalar, sıçramalar yaşanır ama özne hep olduğu yerdedir.
Bugün, örneğin İbdacılar, belirli bir politik
tercih yapmış, IŞİD’den yana saf tutmuşlardır. Ama bu tercihte
ideoloji-ihtiyaçlar ilişkisine dair yanlış ve ters bir bakış rol oynamaktadır.
İbdacılar, bu tercihi, kendi İslamcı kitlelerini diri ve elde tutmak için
yapmaktadırlar. Bu aşamada teorik ve politik analizlerin bir hükmü yoktur.
Aslolan, özel insanlarda tecessüm etmiş ideolojinin muhafaza edilmesi, özel
insanlar eliyle gene özel insanlara aktarılmasıdır. Bu ideoloji, bir süre
AKP’ye karşı muhafaza edilmiş, şimdi de IŞİD’e karşı muhafaza edilecektir.
Böylelikle AKP ve IŞİD’i vareden zorunluluklar ve ihtiyaçlar hiç
anlaşılmayacaktır. AKP ile devlet üzerinden ilişki kuranlarla; IŞİD ile
ideoloji dolayımıyla ilişki kuranlar ayrışacaktır. Toplamda IŞİD’in Suriye,
Irak ve Türkiye istihbaratıyla ilerliyor oluşu maddî planda İbdacıları
sıkıştırmakta, onu yanına çağırmaktadır. Kadîm yağma ve talan ideolojisi, tüm
zorunluluğuyla, İbda’yı kendisine örgütlemektedir.
Mirzabeyoğlu şahsında on beş yıl mapus damında
tutulan, Sütçü İmam’ın kendisini ezen-sömüren devlete karşı kıyam etme
ihtimalidir. Sütçü İmam’ı, Türkiye’nin önceleri Britanya, sonraları Almanya,
ardından ABD olma arzusuna nefer kılmak da mümkündür, onu ezen-sömüreni ezme ve
sömürülme ilişkileriyle birlikte ortadan kaldırılmasına örgütlemek de. İbda
bugün ilkini tercih etmiştir. “Mazlum ve sömürülen Türkiye”nin mazlumlar ve
sömürülenleri ezerek yenilenmesi için bu şarttır.
İbdacıların Ankara Üniversitesi’ne saldırırken bir
polisin İbda işareti yapmasına övgüler dizmesinin nedeni buradadır. Oysa
Mirzabeyoğlu’na ve yoldaşlarına karşı Metris Cezaevi’nde askerlerin motive
edilmesinde kullanılan ideolojik argümanlarla, Ankara Üniversitesi’ne saldıran
polisin motivasyonunda kullanılan argümanlar arasında bir fark yoktur. Burada
teorik, ideolojik ve politik olarak konuşan, hareket eden, devletin ta
kendisidir. Dolayısıyla o polis ya da bir devrimciye pala çekip “katli
vaciptir” diye bağıran “vatandaş”, teorik, ideolojik ve politik manada İslam
değil, devlet kurgusu içerisinde hareket etmektedir. O kurgu, başka bir planda,
momentte, liberalizmin dilini kullanmakta bir beis görmeyecektir.
İbda diyalektiğinin öldüğü yer burasıdır: O,
“mazlum” devlete inen darbeler sonrası bir refleks olarak oluşturulan ve
darbenin sahibi olan öteki devletin gücüne öykünen ideolojik köklerinden
kopamamaktadır. Ondaki emperyalizm karşıtlığı, “Türkiye emperyalist olsun”
diyedir. Emperyalist olmak için İslam tabii ki araçsallaştırılabilir.
Selefî ve Haricî gelenek, devletin basit bir
strateji memuru olan İbn-i Teymiyye’nin eseridir. O, Moğol istilasına karşı
Moğollaşmaktır. Bugün IŞİD’in yöntemlerinin Moğolların askerî tarzına
benzetilmesi doğaldır. Güçlü olmak için Moğol ideolojikleştirilmek, ideoloji de
toplumsuz-tarihsiz kılınmak zorundadır.
İbda, bir bakıma, ülkenin kuruluş momentinde,
mazlumlardan ve sömürülenlerden yana oluşan dinamikleri ezen ve muktedir olan
güce ortak olmak için, bir şeyh ve tarikat çizgisini kadîm devlet ideolojisine bağlamanın
adıdır. Bu kadîm devlet geleneğine ideolojik planda bağlanmanın milliyetçi ve
sol biçimleri de mevcuttur. Kuruluş, başka güçlü devletlere bakarak
gerçekleştirilmiştir. Tarihsel olarak Sovyetler’le güç dolayımıyla ilişki
kuranla ABD, Almanya veya Britanya ile güç dolayımıyla ilişki kuran arasında
bir fark yoktur. Güç imkânlarını arayacağımız yer, ait olduğumuz kolektif gücün
kendi düşünselliği ve eylemselliğidir.
Teorinin zorunluluklara, ideolojinin ihtiyaçlara,
politikanın tercihlere hüküm koyduğunu zannetmek, bir savunma biçimi olarak,
bireyin kafasının içinde yaşamasıyla ilgilidir. Saldırı sonrası bu tip bireyler
öne ve yükseğe çıkacaklardır. Bu bireylerden güç imkânlarını öğrenmek
yanlıştır.
Emperyalizm içinde özel bir “Amerikan ideolojisi”
belirlemek, ciddi bir yanılsamadır. Bu yanılsamaya kapılan birey, Türkiye’nin
ABD olabileceğine, olması gerektiğine inanan özel kimi bireylere seslenmekten
başka bir şey yapmaz. ABD emperyalizme tabidir, tersi doğru değildir.
Dolayısıyla Amerika karşıtlığı, “Türkiye
emperyalist olsun, kurtulsun” diyenlere seslenir. Belirli bir örgütün
emperyalizmin açtığı yarıkları takip ederek ilerlemesi, “emperyalizmin piyonu”
olduğuna dair bir algıyı üretebilir ama mesele, o örgütün maddî zeminine ve
seyrine bakmaktır. Özel bireylerden oluşan kulübün ülkeyi ve halkı bataklıktan
çıkartması mümkün değildir.
Devlet, kendisine inen darbeler sonucu, ayağa
kalkmak için, kendisini hatasız, günahsız göstermek zorundadır. Bu zorunluluk,
kitle zemininin oluşması için şarttır. Bugün sokaklara inen kitle, devlet
sayesinde, devletle güçlü olabileceğine ikna edilmiş kesimlerdir. Devlete
sallanan tokat, reaksiyon göstermektedir. Bu reaksiyon, devletin yanına ilişmiş
insanları günbegün sömüren-ezen gücü daha da yoğunlaştırmaktadır. Esasında yenilgi,
devletin yanına ilişenlere aittir.
Darbeler, saldırılar ve yenilgiler sonrası devlete
sarılmakla, mikro-devlet olarak bireye sarılmak arasında bir fark yoktur.
Devletin yok edilmesini, mikro-devletin bir arzusu olarak dillendirmek,
çıkışsızdır. Mesele, devleti zorunlu olarak üreten, ihtiyaç kılan ve tercih
hâline getiren maddî ilişkilerin çözülmesidir. Bu aşamada, devletin bireye
havale edilmesi anlamsızdır.
Birey de devlet de ilk saldırıda kendisi gibi
olmak isteyenlerin yanına koşacaktır. Bu ilk tepki, teorik, ideolojik ve
politik üretimi de tayin edecektir. Güçlü olma noktasında, politika tercihleri
yönetme, ideoloji ihtiyaçlar yaratma, teori de zorunluluklara hükmetme amacıyla
istismar edilecektir. Güç olma imkânları birey şahsında heder edilecektir.
Eksikler teorik; yanlışlar pratik bir meseledir.
Eksikleri ve yanlışları öğrendiğimiz, belirlediğimiz yer, düşmanın kendisidir.
Bir süre sonra teorimiz, ideolojimiz ve politikamız burjuvazi ya da devlet gibi
hareket etmediğimiz için eksikmiş gibi görünür. Ölçü ve ölçütün mazlumlardan ve
sömürülenlerden yana belirlenmesi, bu nedenle önemlidir.
Bu noktada, gücün oluşturulması ile hâlihazırda
güç olana örgütlenme arasında bir ayrım yapmak gerekir. Güç oluşturma gayreti
içinde olanlar, teoriye, ideolojiye ve politikaya hâlihazırda güç olana
örgütlenenlerden farklı yaklaşacaklardır. Birinciler zorunluluğa, ihtiyaçlara
ve tercihlere; ikinciler egemen ve güçlü olanın teorisine, ideolojisine ve
politikasına bakacaklardır.
Dolayısıyla güç olmak ya da varolan gücünü
muhafaza etmek isteyen İbdacılar, polisin kaldırdığı parmak işaretinde başka
bir şey göreceklerdir. Solcuların Fransız Devrimi, Kemalizm ya da batılı
değerlerde gördüğü imkân ile İbdacıların gördüğü arasında bir fark yoktur.
İbdacılar, o parmakta, ülkeyi kuran
tefeci-bezirgânların ve toprak ağalarının kudretini görmektedirler.
Emperyalistlerin kırdığını düşündükleri o parmak, emperyalistlerin yenilemek
istediği silâhtır. Bu türden bir ideolojik tutum, doğası gereği,
tefeci-bezirgânlar ve toprak ağalarının mızrağı hâline gelmiş, İslam’la alâkası
olmayan bir ideolojik kurguya ikna olmuş bireyleri çağıracak, Habeşli Bilâl’in
çağrısına teslim olmuş fukara mazlumu kapı dışarı edecektir.
Ev kölelerinin, efendilerinin her hareketine, her
mimiğine yüce anlamlar yüklemeleri kaçınılmazdır. Toprak köleleri ise, o
hareketlerde ve mimiklerde çatlaklar bulup saldırmak için imkânlar ararlar.
İbdacıların sol muadilleri gibi ev kölesi olmaktan kurtulup fukara-emekçi
denilen ummana dalması zorunludur. Zira ev kölesi, yediği sillede efendisinin
yanına iyice sokulur; toprak kölesi ise zayıf ve eksik olduğunu görerek, ucu
bucağı olmayan köle dünyasına örgütlenir.
Ülkenin sahil şeridinde
sömürüyle güçlenmiş kesimiyle, kalan kısmında yağma ile palazlanmış kesimi
arasındaki ideolojik rekabette emekçiye-mazluma düşen hiçbir şey yoktur. Her
darbede, her sillede güçlü olmayı efendilerinden öğrenenler, gün gelecek, zaten
güçlü olduğu kolektif ve maddî gerçekliğe teslim olmayı, orada örgütlenmeyi
öğreneceklerdir.
Eren Balkır
10 Ekim 2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder