Pages

11 Ekim 2014

İdeoloji ve Güç

Politika tercihlerle; ideoloji, o tercihlerin ardındaki ihtiyaçlarla; teori, ihtiyaçları belirleyen zorunluluklarla ilgilidir. Bu açıdan, politikanın, ideolojinin ve teorinin, bireyin sınırlarıyla ve o sınırlarda edinilmesi sorunludur. 
Birey, kendine kapalı bir bütünlük olarak, zorunlulukları, ihtiyaçları ve tercihleri kontrol altında tutmak için teoriyi, ideolojiyi ve politikayı devreye sokacak; bunlarla sırf kontrol amacıyla ilişki kuracak, güçlü olmayı kontrol etme becerisi olarak anlayacaktır. Dolayısıyla bireye kapanmış bir pratik, burjuvaziyle veya devletle, doğası gereği, ilişki kuracaktır.
AKP, politik bir tercihtir. Ardında, ülke egemenlerinin ihtiyaçları yatmaktadır. Bu ihtiyaçlar, ülkesel, bölgesel ve dünyasal planda işleyen zorunlu süreçlerin ürünüdür. İhtiyaçların ideolojiyle ilgili olması, kafamızın içinde oluşturduğumuz ideolojinin belirli ihtiyaçları koşullayacağı, üreteceği kanaatine götürmemelidir. Yani, kendi bireysel sınırlarımızın fikrî karşılığını üreterek, AKP’yi yıkacak ideolojiyi üretmek mümkün değildir. Bu, ancak kendimiz gibi, kendimize benzer bireylere seslenmekle sonuçlanacaktır. Mesele, AKP’yi tercih eden kitlelerin ihtiyaçlarına ve zorunluluklarına örgütlenmek, oradan, AKP tercihini bertaraf etmektir.
AKP, ülkenin özellikle doğusuna inen darbelerin yol açtığı ihtiyaçların bir ürünüdür. Bodoslama, tam boy, köşeli bir AKP karşıtlığı, ister istemez, doğuya inen darbelerin içinde olan PKK’ye de karşı olmayı bir biçimde içerecektir. Bu da, egemenlerin temel arzusudur. Onlar, ülke kurgularının altını oyan her nesnel dinamiğe düşmandır. Ülke kurgusu, mazlumlara-sömürülenlere rağmen, onlar hilafına oluşturulmuştur. O kurgu, Müslüman’a, Kürd’e ve sosyaliste her daim düşmandır.
Zorunlu süreçler ülkeye darbeler indirmiş, bu darbeler belirli ihtiyaçları koşullamış, bu ihtiyaçlar üzerinden kitleler belirli politik tercihlere yönelmişlerdir. Burada egemenlerin ilk olarak örgütleyeceği kitle, kendisi gibi olmak isteyenler olacaktır. AKP, bu açıdan, devletin varoluşsal çığlığı, yekinme, doğrulma hamlesidir.
Bugün Batı’daki fikrî merkezlere gebe olan kimi kesimlerin IŞİD’cileri “kendilerinin tattığı zevklerden mahrum olan, kendileri gibi sevişemeyen, kendileri gibi olmak için savaşan zavallılar” olarak resmetmesi tesadüfî değildir.
Mesele, zaten tesadüfî olanı belirli bir zorunluluk bağlamına oturtmaktır. Bu kesimler, gerçeğe baktığında ancak kendisini görebilmektedirler. Gerçeklik ayna gibi pürüzsüz olmadığından ve kendisini yansıtmadığı için problemlidir. İdeolojide kurgulanan güç kibirle birlikte gelmektedir. AKP’lileri kendi devletine yakıştıramamak, IŞİD’i Ortadoğu’nun bir marazı olarak göstermek, nafiledir. Bugün sol, “AKP bizi batıdan kopartmış, Ortadoğu’nun geriliğine mahkûm etmiştir.” diyen CHP’nin ötesine uzanan bir ufka sahip değildir, çünkü o solun aklî yanıdır, sosyalistler de vicdanî yanı. Bu ufukta sol, ancak başka bir devleti çağırır, başka bir coğrafyaya kapanır. Oradaki iradesine de her gün güzellemeler yapar durur.
Bu irade, kendinde güçlü olduğu için, teoriyle, ideolojiyle ve politikayla bu düzeyde ilişki kuracaktır. Teori, ideoloji ve politika o gücün yansıması ya da gerekçesi gibidir. Bu aşamada teori zorunluluklara, ideoloji ihtiyaçlara, politika da tercihlere karşı körleşir. Güç olduğunu düşündüğü moment başatlaşır ve o momentin teorisi zorunluluk, ideolojisi ihtiyaç, tercihi de politikaymış gibi görünmeye başlar. Bu momentin taşıyıcısı, aktarıcısı olmak tek yol zannedilir. Güç ve irade buradan devşirilir. Örgütlenmek, o momentin başatlığına ikna olanları bir araya getirmek zannedilir. Zorunluluk teoriyi, ihtiyaçlar ideolojiyi, tercihler politikayı geçersizleştirse de o özne, özne olmayı öğrendiği momenti her daim yüceltmek zorundadır. Zorunluluk, ihtiyaçlar ve tercihlerde belirli değişimler, kırılmalar, sıçramalar yaşanır ama özne hep olduğu yerdedir.
Bugün, örneğin İbdacılar, belirli bir politik tercih yapmış, IŞİD’den yana saf tutmuşlardır. Ama bu tercihte ideoloji-ihtiyaçlar ilişkisine dair yanlış ve ters bir bakış rol oynamaktadır. İbdacılar, bu tercihi, kendi İslamcı kitlelerini diri ve elde tutmak için yapmaktadırlar. Bu aşamada teorik ve politik analizlerin bir hükmü yoktur. Aslolan, özel insanlarda tecessüm etmiş ideolojinin muhafaza edilmesi, özel insanlar eliyle gene özel insanlara aktarılmasıdır. Bu ideoloji, bir süre AKP’ye karşı muhafaza edilmiş, şimdi de IŞİD’e karşı muhafaza edilecektir. Böylelikle AKP ve IŞİD’i vareden zorunluluklar ve ihtiyaçlar hiç anlaşılmayacaktır. AKP ile devlet üzerinden ilişki kuranlarla; IŞİD ile ideoloji dolayımıyla ilişki kuranlar ayrışacaktır. Toplamda IŞİD’in Suriye, Irak ve Türkiye istihbaratıyla ilerliyor oluşu maddî planda İbdacıları sıkıştırmakta, onu yanına çağırmaktadır. Kadîm yağma ve talan ideolojisi, tüm zorunluluğuyla, İbda’yı kendisine örgütlemektedir.
Mirzabeyoğlu şahsında on beş yıl mapus damında tutulan, Sütçü İmam’ın kendisini ezen-sömüren devlete karşı kıyam etme ihtimalidir. Sütçü İmam’ı, Türkiye’nin önceleri Britanya, sonraları Almanya, ardından ABD olma arzusuna nefer kılmak da mümkündür, onu ezen-sömüreni ezme ve sömürülme ilişkileriyle birlikte ortadan kaldırılmasına örgütlemek de. İbda bugün ilkini tercih etmiştir. “Mazlum ve sömürülen Türkiye”nin mazlumlar ve sömürülenleri ezerek yenilenmesi için bu şarttır.
İbdacıların Ankara Üniversitesi’ne saldırırken bir polisin İbda işareti yapmasına övgüler dizmesinin nedeni buradadır. Oysa Mirzabeyoğlu’na ve yoldaşlarına karşı Metris Cezaevi’nde askerlerin motive edilmesinde kullanılan ideolojik argümanlarla, Ankara Üniversitesi’ne saldıran polisin motivasyonunda kullanılan argümanlar arasında bir fark yoktur. Burada teorik, ideolojik ve politik olarak konuşan, hareket eden, devletin ta kendisidir. Dolayısıyla o polis ya da bir devrimciye pala çekip “katli vaciptir” diye bağıran “vatandaş”, teorik, ideolojik ve politik manada İslam değil, devlet kurgusu içerisinde hareket etmektedir. O kurgu, başka bir planda, momentte, liberalizmin dilini kullanmakta bir beis görmeyecektir.
İbda diyalektiğinin öldüğü yer burasıdır: O, “mazlum” devlete inen darbeler sonrası bir refleks olarak oluşturulan ve darbenin sahibi olan öteki devletin gücüne öykünen ideolojik köklerinden kopamamaktadır. Ondaki emperyalizm karşıtlığı, “Türkiye emperyalist olsun” diyedir. Emperyalist olmak için İslam tabii ki araçsallaştırılabilir.
Selefî ve Haricî gelenek, devletin basit bir strateji memuru olan İbn-i Teymiyye’nin eseridir. O, Moğol istilasına karşı Moğollaşmaktır. Bugün IŞİD’in yöntemlerinin Moğolların askerî tarzına benzetilmesi doğaldır. Güçlü olmak için Moğol ideolojikleştirilmek, ideoloji de toplumsuz-tarihsiz kılınmak zorundadır.
İbda, bir bakıma, ülkenin kuruluş momentinde, mazlumlardan ve sömürülenlerden yana oluşan dinamikleri ezen ve muktedir olan güce ortak olmak için, bir şeyh ve tarikat çizgisini kadîm devlet ideolojisine bağlamanın adıdır. Bu kadîm devlet geleneğine ideolojik planda bağlanmanın milliyetçi ve sol biçimleri de mevcuttur. Kuruluş, başka güçlü devletlere bakarak gerçekleştirilmiştir. Tarihsel olarak Sovyetler’le güç dolayımıyla ilişki kuranla ABD, Almanya veya Britanya ile güç dolayımıyla ilişki kuran arasında bir fark yoktur. Güç imkânlarını arayacağımız yer, ait olduğumuz kolektif gücün kendi düşünselliği ve eylemselliğidir.
Teorinin zorunluluklara, ideolojinin ihtiyaçlara, politikanın tercihlere hüküm koyduğunu zannetmek, bir savunma biçimi olarak, bireyin kafasının içinde yaşamasıyla ilgilidir. Saldırı sonrası bu tip bireyler öne ve yükseğe çıkacaklardır. Bu bireylerden güç imkânlarını öğrenmek yanlıştır.
Emperyalizm içinde özel bir “Amerikan ideolojisi” belirlemek, ciddi bir yanılsamadır. Bu yanılsamaya kapılan birey, Türkiye’nin ABD olabileceğine, olması gerektiğine inanan özel kimi bireylere seslenmekten başka bir şey yapmaz. ABD emperyalizme tabidir, tersi doğru değildir.
Dolayısıyla Amerika karşıtlığı, “Türkiye emperyalist olsun, kurtulsun” diyenlere seslenir. Belirli bir örgütün emperyalizmin açtığı yarıkları takip ederek ilerlemesi, “emperyalizmin piyonu” olduğuna dair bir algıyı üretebilir ama mesele, o örgütün maddî zeminine ve seyrine bakmaktır. Özel bireylerden oluşan kulübün ülkeyi ve halkı bataklıktan çıkartması mümkün değildir.
Devlet, kendisine inen darbeler sonucu, ayağa kalkmak için, kendisini hatasız, günahsız göstermek zorundadır. Bu zorunluluk, kitle zemininin oluşması için şarttır. Bugün sokaklara inen kitle, devlet sayesinde, devletle güçlü olabileceğine ikna edilmiş kesimlerdir. Devlete sallanan tokat, reaksiyon göstermektedir. Bu reaksiyon, devletin yanına ilişmiş insanları günbegün sömüren-ezen gücü daha da yoğunlaştırmaktadır. Esasında yenilgi, devletin yanına ilişenlere aittir.
Darbeler, saldırılar ve yenilgiler sonrası devlete sarılmakla, mikro-devlet olarak bireye sarılmak arasında bir fark yoktur. Devletin yok edilmesini, mikro-devletin bir arzusu olarak dillendirmek, çıkışsızdır. Mesele, devleti zorunlu olarak üreten, ihtiyaç kılan ve tercih hâline getiren maddî ilişkilerin çözülmesidir. Bu aşamada, devletin bireye havale edilmesi anlamsızdır.
Birey de devlet de ilk saldırıda kendisi gibi olmak isteyenlerin yanına koşacaktır. Bu ilk tepki, teorik, ideolojik ve politik üretimi de tayin edecektir. Güçlü olma noktasında, politika tercihleri yönetme, ideoloji ihtiyaçlar yaratma, teori de zorunluluklara hükmetme amacıyla istismar edilecektir. Güç olma imkânları birey şahsında heder edilecektir.
Eksikler teorik; yanlışlar pratik bir meseledir. Eksikleri ve yanlışları öğrendiğimiz, belirlediğimiz yer, düşmanın kendisidir. Bir süre sonra teorimiz, ideolojimiz ve politikamız burjuvazi ya da devlet gibi hareket etmediğimiz için eksikmiş gibi görünür. Ölçü ve ölçütün mazlumlardan ve sömürülenlerden yana belirlenmesi, bu nedenle önemlidir.
Bu noktada, gücün oluşturulması ile hâlihazırda güç olana örgütlenme arasında bir ayrım yapmak gerekir. Güç oluşturma gayreti içinde olanlar, teoriye, ideolojiye ve politikaya hâlihazırda güç olana örgütlenenlerden farklı yaklaşacaklardır. Birinciler zorunluluğa, ihtiyaçlara ve tercihlere; ikinciler egemen ve güçlü olanın teorisine, ideolojisine ve politikasına bakacaklardır.
Dolayısıyla güç olmak ya da varolan gücünü muhafaza etmek isteyen İbdacılar, polisin kaldırdığı parmak işaretinde başka bir şey göreceklerdir. Solcuların Fransız Devrimi, Kemalizm ya da batılı değerlerde gördüğü imkân ile İbdacıların gördüğü arasında bir fark yoktur.
İbdacılar, o parmakta, ülkeyi kuran tefeci-bezirgânların ve toprak ağalarının kudretini görmektedirler. Emperyalistlerin kırdığını düşündükleri o parmak, emperyalistlerin yenilemek istediği silâhtır. Bu türden bir ideolojik tutum, doğası gereği, tefeci-bezirgânlar ve toprak ağalarının mızrağı hâline gelmiş, İslam’la alâkası olmayan bir ideolojik kurguya ikna olmuş bireyleri çağıracak, Habeşli Bilâl’in çağrısına teslim olmuş fukara mazlumu kapı dışarı edecektir.
Ev kölelerinin, efendilerinin her hareketine, her mimiğine yüce anlamlar yüklemeleri kaçınılmazdır. Toprak köleleri ise, o hareketlerde ve mimiklerde çatlaklar bulup saldırmak için imkânlar ararlar. İbdacıların sol muadilleri gibi ev kölesi olmaktan kurtulup fukara-emekçi denilen ummana dalması zorunludur. Zira ev kölesi, yediği sillede efendisinin yanına iyice sokulur; toprak kölesi ise zayıf ve eksik olduğunu görerek, ucu bucağı olmayan köle dünyasına örgütlenir.
Ülkenin sahil şeridinde sömürüyle güçlenmiş kesimiyle, kalan kısmında yağma ile palazlanmış kesimi arasındaki ideolojik rekabette emekçiye-mazluma düşen hiçbir şey yoktur. Her darbede, her sillede güçlü olmayı efendilerinden öğrenenler, gün gelecek, zaten güçlü olduğu kolektif ve maddî gerçekliğe teslim olmayı, orada örgütlenmeyi öğreneceklerdir.
Eren Balkır
10 Ekim 2014

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder