Bir insanı duayla öldürmek mümkün, ama çorbasına biraz
arsenik katmak gerek. Aynı şekilde, bir hükümeti alkışla yıkmak mümkün, ama
temeline bir dinamit yerleştirmek gerek.
Dinamitin fitilinin ucu nereye dayanıyor, bu önemli.
Bakû Kurultayı bir uç, ama onun ateşlendikten hemen sonra söndürüldüğü açık.
Kafkaslar-İran-Anadolu hattında emperyalistlerle zımnen veya açıktan kurulan
masada heba edilmiş bir teşebbüs.
Yüksek siyasete aldanmak çok kolay. Bayramlarda ya da
yılbaşlarında fakirin imrendiği, kızdığı, gıpta ettiği zengin mahallelerine,
caddelerine gitmesi kadar kolay. Cumhurbaşkanlığı balolarında, meclis
kulislerinde, daha önce kapı dışarı edilen mekânlarda bugün egemenlerin
temsilcileriyle birlikte dolaşmak, belirli bir yanılsamaya neden oluyor. Bu
yanılsamaya karşı şerbetimiz, halkın kolektif mücadelesi. Marx’ın vurgusuyla,
yerin bir karış altı. Mesele, yüksek siyasetin değil, bu halkın “objektif
ajan”ı olmakta. Dolayısıyla objektif ajan suçlamaları, yüksekten geliyor,
yükseğin kibrine ait ve ona dair.
İngilizler veya Almanlarla aynı masada bir araya
gelmiş bir Bolşeviğin ardında bir devrim var. Bugün bu mekânlarda dolaşanların
geriye dönüp böylesi bir devrimin olup olmadığına bakması gerekiyor. Ya da
“devrim” dediği şeyin altta mı üstte mi olduğunu anlaması zorunlu. Alttakinin
devrimci kalkışmasını yüksek siyasetin diline tercüme etmek, oraya kurban
vermek, sorunlu.
Bakû Kurultayı, doğu halklarına, ama sömürülen-zulüm
gören halklara sesleniyor. Ortak cihadın bayrağını yükseltiyor. Rus
emperyalizmi dâhil, tüm zalim-sömüren güçleri karşısına alıyor. Bolşevikler,
masada efendilere, “tamam, senin halkının ve ordunun içinde komünist çalışma
yapmayacağım” sözünü veriyorlar, ama alttan alta işleyen devrimin diyalektiğini
kendi maddîliğine kurban etmiyorlar. Devrimin salahiyeti zaten buna bağlı.
Doğu’ya gittikçe Müslümanlaşmaları basit bir taktik meselesi değil. İştirakçiliğin
rahmi orada…
Suphilerin katli, ideolojik, politik ve teorik bir
geri çekilmeyi tetikliyor. KTUV’da silâhlı eğitim dâhil, birçok konuda ders
görmüş komünistler, Kemalistlere biat ediyorlar. Şehitlerin, vicdanı ve aklı
rahatlatan, sorumluluk bilincini geriye çeken bir yanı var. Sonrasında “bizce
Suphi maceracı, serserinin tekiydi” diyenler, “aklın rasyonel sınırları”
dâhilinde, Türkiye’nin kuruluşuna kendi meşreplerince katkı sunuyorlar.
Dinamitin yerleşeceği yer de burası. Kürd’ün kendisi
bir dinamit. Fitilin ucu Ermeni’ye dayanıyor. Bakû Kurultayı, esas olarak
Türk-Ermeni meselesi üzerinden devreye sokuluyor. Dönem itibarıyla ABD ve
Sovyetler menşeli iki model var. İlki üsttekilere, ikincisi alttakilere
sesleniyor. İlki toprak ağalarını, ikincisi işçiyi-köylüyü çağırıyor.
Bugün çeşitli İslamî kesimler, Kürd’ün “ABD ajanı”
olduğuna dair bir propaganda yürütüyorlar. İsrail’in açık ettiği biçimiyle,
Suriye’de ÖSO’ya yardım ettiği kesinse, bu İslamî kesimler de “İsrail ajanı”
olmalılar. “Ukrayna’da Rusya’yı değil, AB ve ABD’yi destekliyorum” diyen Hakan
Albayrak gibi isimlerin Kürd’e küfretmeye hakkı olmamalı.
Bu ajanlık eleştirisinde, hasmın küçültülerek,
kendisini büyüteceğini zannetmeye dönük bir yanılsama var. Kürd’ü küçük görmek
için dillendiriliyor bu ajan eleştirileri. Ama Kürd de 1920’de devrede olan iki
model içerisinde pratikte Sovyet’e göz kırpıp, ideolojik planda ABD modeline
yanaşırsa, bu eleştirileri dikkate alması gerekiyor. Emperyalistlerin kadın
canını sömürüye açan dergilerinde YPJ gerillalarına yönelik övgülerden nem
kapmak lazım.
Gerçeklik çok boyutlu. Örgütlü politik mücadelenin
statikleşmesi, dinamizmi öldürmek zorunda. Dolayısıyla, AKP’nin “devlet
bütündür, parçalanamaz” demesiyle, Figen Yüksekdağ’ın İMC TV’de “gerçek
bütündür, parçalanamaz” demesi arasında bir fark, ayrım olması gerekiyor.
“Aklın rasyonel sınırları”ndan söz eden Yüksekdağ, bu sınırları aşan mücadeleyi
yönetebileceğini zannediyor. Aklın cisimleşmiş hâli olarak solda iradesini,
varlık nedenini, kimliğini bulmuş olanların o aklın payandalarını sorgulaması
mümkün olmuyor. Dolayısıyla Yüksekdağ, Kobanê için, “AKP’nin eylem çağrısı
yapması gerekirdi” diyebiliyor. Aynı masada eşdüzlemde olmak, özneye kendisinin
karşı tarafla eşit ve eş bir varlık olduğuna dair bir yanılsama hediye ediyor.
HDP’ye yönelik eleştiriler, onun Kandil ve İmralı
arasında kalmış olması ile ilgili. Kendisine biçtiği eklem olma rolü,
eleştirilerin aslî kaynağı. Alttakiler Kandil’e, üsttekiler İmralı’ya bakıyor.
HDP, yirmilerde, Suphiler ve Bakû sonrası yaşandığı üzere, solun yüksek
siyasete eklemlenmesinin aracı hâline geliyor. Sokağa, acil eyleme çağrı
sonrası YDG-H’ı ve Kürd gençlerini “Jitem” veya “provokatör” ilân etmesi, bu
yüksek siyasetle ilgili. Halktan, yerin bir karış altından bakıldığında, burada
bir yanlışlık var. Yüksekdağ, gelecekte meclis koridorlarında giyeceği
kıyafetle konuşmayı maharet sayabilir, ama bu türden yaklaşımların altta bir
karşılığı yok, olmamalı.
Bahis konusu eklem, yüksek siyasete kilitlendiğinden,
kireçleniyor. Bütün ve parçalanamaz gerçekliğin statik algılanması sonucu, HDP,
halkın kılcal damarlarıyla temasını kesiyor. Yüksekdağ’ın konuşması boyunca
AKP’yi ve Tayyip’i eşdüzlemde, eş ölçüde bir özne olarak muhatap alması,
sorunlu. Ama bu yanılsama, kendisini sokakta, tarlada, fabrikada, kampüste
değil, bu yüksek siyasette kurmasıyla ilgili.
HDP’ye yönelik Mustafa Karasu’nun eleştirisi, onun
direnişi geri çekmesine yönelik. Aynı telden, Hasan Bildirici de, “HDP’in
açıklamalarına ve tavırlarına bakınca, düzene tamamıyla tav olmuş bürokratik
bir partiden başka bir şey göremiyorsunuz” diyor. Yüksek siyasete örgütlenmek,
kireçlenmeyi, kendini merkeze almayı, küçük burjuva bir tarzla, herkesi
kendisine mecbur etmeye çalışmayı, işbölümü, disiplin ve hiyerarşiden kaçmayı
ve varlık gerekçelerine yabancılaşmayı koşulluyor. Tüm eksik ve yanlışlarını
Kürd’le hasıraltı etmek isteyen sol öznelerin çıkış yolu bu.
Oysa Kobanê eylemlerinde Kürd halkı, rest çekti.
Devletle ne türden bağ varsa kesmeye dönük hamle yaptı. Ziya Gökalp Müzesi
dâhil, tüm saldırılar, bu devletle kurulan fiilî bağlara yönelikti. Bu, çentik
atmak, kılıç çekmekti. Hüda-Par, kendisine yönelik saldırıları çeşitli
ideolojik eleştiri kalıplarına oturtmak isteyebilir, ama bu saldırıların
hedefinde, batınî manada, devlet vardı; dolayısıyla Hüda-Par, şehidlerini
anarken, bu bağları da sorgulamak zorunda. Sorguladığı takdirde, eskiden olduğu
gibi, özellikle 12 Eylül sonrası devletin kendisini bir açıdan da İran
Devrimi’ne karşı örgütlediğini görecek, kendi konumunu tartışacaktır. Devrime
karşı örgütlenmiş bir güçle devrime örgütlenmiş bir güç yan yana gelememeli.
Hüda-Par, bu saldırıları şöyle değerlendiriyor: “Biz
ABD iftarına saldırdık, bunlar bunun intikamını alıyorlar.” Bu eleştiri, kimin
ağzından çıkmış olursa olsun, Kürd hareketi de söz konusu eleştirideki riskli
ihtimali dikkate almalı. “Türkiye’nin sömürgesi olmayalım” derken, ABD
sömürgeciliğine davetiye çıkartılmamalı.
Geçmişte sıkça tartışılmış bir konu: eldeki kitlenin,
eylemin, örgütün devrimin yerine ikame edilmesi meselesi. Bu meselenin
tartışılması, devrimin hakikî kılınması için şart. Her saldırıda, her sillede,
öznenin maddî varlığını mutlaklaştırması, merkeze alması kaçınılmaz. Bu
statiklik, dinamizmin katili.
Devrim, bir fazla ile ilgili. Dolayısıyla, örgütün
mevcut varlığını mutlaklaştırması ve devrimin bizatihi cisimleşmiş hâli olarak
görmesi, hakikî devrim ihtimaline karşı onu körleştirir. Dolayısıyla, “Kobanê
Devrimi” tespiti güzel, ama romantiktir. Bu romantizme endekslenmiş bir
pratiğin gerçek devrim imkânlarına, ihtimallerine körleşmesi kaçınılmazdır.
Devrim, pazarlık masalarında heba edilecek, koz hâline getirilecek bir şey
değildir, olamaz. Kobanê Stalingrad ise, Berlin’e uzanmalıdır.
Müslümanlar da benzer bir krizin içerisinden geçtiler.
Şimdi onlarla balo ve meclis salonlarında buluşmak, belirli bir kinle hareket
etmek, oralarda olmayı yüceltmek, alttakilerin öfkesini ve derdini bastırmak
zorunda. Müslüman’ın Müslüman olmaktan vazgeçtiği yerle, Kürd’ün Kürd olmaktan
vazgeçtiği yer aynıdır ve o yeri kadîm devlet geleneği dayatmaktadır. Egemen
beyaz, laik, “Türk” kurgusu karşısında Müslüman’ın ve Kürd’ün kazandığı her
mevzi önemlidir, ama o mevziinin mutlaklaştırılması, yüceltilmesi, hareketin
orada kireçlenmesi tehlikelidir. Bu devletin, CIA ajanı Bernard Lewis’in
tabiriyle, “Türk’ün ezilmesine, askerin horgörülmesine, Anadolu’nun
sömürülmesine” itiraz eden bir avuç insan tarafından “kurulduğunu” unutmamak
gerekir. Sol, Suphiler sonrası, işte bu bir avuç insanın uzattığı “ulusal
kurtuluş savaşı” zokasını yutmuştur. İç savaşta yenilen sol, egemenlerin
tarihyazımına tav olmuş, kendi varlığını oradan kurmuştur. O, hâlâ Suphilerin
Ankara’ya devrim değil, Kemalistlere ve ulusal kurtuluş savaşına yardım etmek
için geldiğine inanmaktadır, inanmak zorundadır.
Oysa devrim, devletin “başka bir devlet” adına
yıkılması demektir. Kemalistler, o bir avuç insan, sömürüye ve zulme karşı
direndiğine ve bir devrim yaptığına iman etmiş olabilir ama yaptıkları, mevcut
devletin dönüşüm sürecine eklemlenmekten başka bir şey değildir. Onların
tarihyazımına bağlanmak da mevcut devlet-demokrasi kurgusunun “rasyonel”
sınırlarına tabi olmayı getirecektir.
Yeni Türkiye’nin oluşum sürecinde, kendisi gibi kinli,
ezilmiş Müslüman’la ortaklaşabileceğini, onunla yol alabileceğini, devletin
dönüşüm sürecine eklemlenmenin tek çözüm olduğunu düşünenlerin devrim gibi bir
dertleri yoktur.
Devrim derdi ve öfkesi, geçmişe değil, geleceğe
dairdir. Lenin, gelecekte olacak devrime olan bağlılığı sebebiyle, Lenin’dir.
Kendi kongresini, derneğini, dergisini, eylemini, kelle sayısını vs. devrim
yerine ikame edenlerin anlamadığı husus budur.
Bugün, geçmişte kurdukları forumdaki 800 kişilik
toplamı kendi şahsî çıkarları adına tasfiye eden, forumu üç-beş kişiye
indirgeyip, bunların bir ikisini “dost meclisi”ne örgütleyenlerin, “Örgütlenmek
partideki kafa sayısını artırmak değildir. İnsanlar partilere ya da kurumlara
kazanılmaz aslında, sosyalizme kazanılır” demesi hayırlıdır. Bu yazıyı
özeleştiri değil, kendilerine yönelik eleştirileri mülk edinme girişimi olarak
görmek gerekir. Zira öze değil, biçime bakılmakta, biçim kendi çıkarları adına
istismar edilmekte, pazara çıkartılmaktadır.
Mülk edinme girişimi, şehid Suphi Nejat’ın Menkıbe’sini
de kapsamaktadır. “Örgütle parti özdeş değildir” diyen Nejat,
“Parti-Ordu-Cephe”ye işaret eder. Bu, kendi gerçekliğini mutlak, parçalanamaz
görenlerin örgütlenebileceği bir süreç değildir. Komünist partiye karşı “dost
meclisi”ni mutlaklaştırmak, yüceltmek, onu belirli makamlar, kariyerler için
devreye sokmak, bu nedenle, karşı-devrimcidir.
Nejat’ın şehadetinin Suphilerin şehadetine benzer bir
sonuç üretme riski mevcuttur. Onun “Boğaziçili, aydın” gibi kimliklere
hapsedilmesi, bu kesimin özel şehidi olarak işaretlenmesi, sorunludur. Küçük
burjuva aydın kesim, artık şehid sahibi olmakla, yükten kurtulmuştur, yarına
daha rahat, huzurlu bir biçimde uzanabilir demektir. Bu riske karşı Nejat’ın
uyarısına bakmak, onun eleştirdiği şeyi kendisine yapmamak gerekecektir:
“[…]
Ancak, adı sanı yoktur. Olası çatışmalarda şehit düşecek sırdaşlarını
görkemlice anıp onlar adına eylem koymaz; sırdaşlar, onları kalbine gömer,
herkes de bu ihtimali bilir. Bu örgütün üyeleri asla birer ‘örnek kişi’ veya
‘kahraman’ olmayacaktır.”
Eren Balkır
16 Ekim 2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder