“Filistin Benim İçin Cennetin Ta
Kendisidir!”
Frank Barat
7 Nisan 2014
Leyla, nasılsın? Neler yapıyorsun Amman’da şu sıralar?
Özgürlük mücadelesinin, geri dönüş hakkımız ve
başkenti Kudüs olan bağımsız bir Devlet için verilen savaşın bir parçası
olduğum sürece, gayet iyiyim. Bunun yakın bir zamanda gerçekleşmeyeceğini
biliyorum, ancak yine de savaşıyorum. Burada, Amman’da, Filistin Halk Kurtuluş
Cephesi’nde mülteciler ve Geri Dönüş Hakkı birimlerinin başındayım.
Altı milyon Filistinli mülteciden birisi de sensin. Hâlâ
bir gün geri döneceğinizi düşünüyor musun? Peki ya en temel hakları dahi
reddedilen ve zaman zaman Filistin’e geri dönüşlerini etkileyebileceği düşünülerek,
Lübnan’daki yaşam şartlarını iyileştirmeye çalıştıkları için eleştirilen
Lübnan’daki mültecilerin koşullarıyla ilgili ne düşünüyorsun?
Filistinliler, farklı ülkelere dağılmış durumda. Her
ülke de orada yaşayan insanlara tesir ediyor bir şekilde. 70’lerde ve 80’lerde
Lübnan’da yaşayanlar, 1982’ye dek, silahlı mücadeleye ve devrim için savaşmaya
yardım edenler kişilerdi. İsrail sürekli saldırıyor, ülkenin belirli yerlerini
istila ediyor ve buralara işgal güçlerini gönderiyordu. 1982’den sonra,
Filistinlilerin asıl hedefi, Lübnan’da mahrum kaldıkları kamusal ve toplumsal
haklarını kazanmak oldu. Bu onların geri dönüş hakkı için verilen mücadeleye
dâhil olmalarını sağlayacaktı. Filistinliler bu Geri Dönüş Hakkı meselesini
genel itibariyle bir kavram ve kültür meselesi olarak görüyorlar.
Filistinlilerin hepsi size toplumsal ve kamusal alandaki hakları için
savaştığını söyleyecektir, ancak bu kendisini Filistin’e geri dönmeye
hazırladığı anlamına gelir. Bu ikisi birbirinden ayrılamaz.
Son on yılda yapılan müzakerelerde mülteci meselesi
giderek daha da demode bir mevzu haline gelmiştir; mültecilerin hakları artık
sanki vazgeçilemez haklar değil de müzakere edilebilir haklar gibi
görülmektedir. Aynısı, son raund olan “Kerry müzakereleri” için de geçerli
tabii. Sana göre, bütün bunlardan nasıl bir anlam ifade ediyor? Müzakerelerin
biteceği 29 Nisan tarihinden sonra neler olacak sence?
FHKC de ben de 1991’den beri bu müzakerelere karşıyız.
Asıl sorun iki tarafın da kendi silahlarına sıkı sıkıya bağlı olması. İsrailler,
Filistin’in dünyadaki bütün Yahudilerin vatanı olduğunu düşünüyor.
Filistinliler de bu toprakların kendilerine ait olduğundan emin ve 1947/1948’de
zorla bu topraklardan çıkarıldılar.
Bu mesele boyut değiştirince güçlerimizin eşit olduğu
düşünüldü ancak aslında İsrail’le gücümüz eşit değil (bu sadece bir yanılsama).
Önderlik Oslo görüşmelerine gitmeyi tercih etti, çünkü bunun Filistinlilerin
temel haklarını kazanma yönünde bir adım olduğunu düşünüyordu. Bazıları da
inandı buna, ancak yirmi yıl sonra buna inanmanın anlamsızlığını gördüler. Oslo
görüşmeleri bize felaket getirdi.
Şimdi her zamankinden daha fazla İsrail yerleşimi var,
Oslo görüşmeleri başlamadan önce bunun yarısı kadardı, şimdi iki katına çıktı,
daha fazla toprağa el konuldu ve tabii bir de Duvar örüldü. Apartheid duvarı.
İsrail bir apartheid devletidir.
Bugün, bu müzakerelerin amacı, Filistinlilere değil,
İsrail’e yardım etmektir. Zaten İsrail’in “müzakere” lafıyla ne kastettiğini
gördük artık. İsrail sözlerini asla tutmaz, yükümlülüklerini asla yerine
getirmez ve yalnızca Filistinlilerin hayatını cehenneme çevirme projesine devam
eder. Örgütüm de, bizzat ben de müzakerelerin bu son raunduna tabii ki karşıyız.
Bilhassa şimdi. Amerikalılar, İsrail’e yalnızca yardımcı olacak bir projeyi
destekliyorlar. Amerikalıların da sponsorluk yaptığı bir anlaşma vardı;
İsrail’e Batı Şeria’daki, yerleşimlerinden vazgeçmesini ve 104 tutsağın farklı
tarihlerde bırakılması gerektiğini söylüyordu bu anlaşma. Şimdi İsrailliler
buna “hayır”, dediler, “bu anlaşmaya bağlı kalmayacaklarını, son tutsakları da
serbest bırakmayacaklarını” söylediler. Ha zaten bu arada, bırakılan insanlar
da kısa bir süre sonra tekrar hapsediliyor. İşte İsrail’in “döner kapı”
politikası dedikleri şey budur.
Politikacılar tutsakların bırakılması gerektiğini
söylüyor, ancak bu insanlar sonra yeniden tutuklanıyorlar. Pek çoğu hâlihazırda
hapisteler. Çok açık görülüyor ki İsrailliler Filistinlilerle barışmaya hazır
değil. Tabii Arapların başka meselelerle de boğuştukları için Filistinlileri
desteklememesinden de faydalanıyorlar. Dolayısıyla kimse, imzaladığı
anlaşmaları ihlal ettiğinde İsrail’i kınanmıyor tabii.
Ayrıca, Kerry ne istiyor? Planı nedir? Kimse bilmiyor.
Her şey sözlü bir şekilde ilerliyor. Yazılı hiçbir şey yok. Önderlik, Kerry’nin
teklifini reddetmelidir. Bu arada Kerry, Ramallah’a başka bir teklifle geri
dönmedi. Bu da demektir ki Filistin Yönetimi ikinci seçeneğe başvuracak ve
BM’ye geri gidecektir. Bütün bunlar üzerine, bugün, ABD böyle bir harekete
itiraz edeceğini söyledi yeniden. Bütün bunlar ne anlama geliyor?
Öncelikle İsrail Devleti’nin mahiyetini düşünmemiz
gerekiyor bence. Sonra da, onların proje ve planlarını daha iyi anlamaya
çalışmak zorundayız. Üçüncü olarak da, İsrail’in bazı açılardan bizden daha
güçlü olduğunu görmeliyiz. Ancak biz de güçlüyüz. Her şey halkımıza bağlı.
İsrail’in önümüze koyduğu zorluklarla yüzleşecek irademiz var. İngilizlerin
dediği gibi “İstenirse, mutlaka bir yol bulunur.” Ben hâlâ o toprakların bizim
hakkımız olduğuna ve bunun için mücadele etmemiz gerektiğine inanıyorum.
Mücadele ettik, ediyoruz ve edeceğiz. Nesilden nesle
geçecek mücadelemiz. Özgürlüğümüzü kazanmamız için gidip hayalleri uğruna
savaşacak güçlü insanlara ihtiyaç vardır. O yüzden, şu an bir uzlaşma olacağını
sanmıyorum. Amerikalılar, müzakereleri sürekli uzatmak derdindeler. Bu da
hiçbir işe yaramayacak.
Eğer müzakereler de Filistinlilere barış
getirmeyecekse, barış getirecek olan şey nedir? Önderlik ne yapmalıdır?
Direnmek! Bir halk ancak bu şekilde haklarını
alabilir. Tarih bize bunu göstermiştir. Mücadele etmeden özgürlüğünü kazanan
bir halk yoktur. İşgalin olduğu yerde direniş de olur. Bu Filistinlilerin icat
ettiği bir şey değil ki. Aslında BM’nin de desteğiyle düzenlenecek bir
konferans çağrısında bulunacağız; ama bunu salt bu organların Filistin
meselesiyle ilgili kararlarını uygulamış olmak için yapacağız.
194 sayılı karar, İsrail’i mültecilerin geri dönüşünü
kabul etmeye çağırıyor. Evet, biraz da BM’yi sıkboğaz edelim. İnsanlara bu
kararı hatırlatacak bir konferans düzenleyelim. Ama asıl sorun, gerçekleşen
müzakerelerden çıkan kararların İsrail’in tarafında olduğunu bildiğimiz Amerika
tarafından alınması.
FKÖ, Filistin Kurtuluş Örgütü anlamına geliyor. Peki,
bu sözcüklerin gerçek anlamını kaybettiğini düşünüyor musun? 2008 yılında
Bassam Şaka, bana FKÖ’nün her şeyden önce bir özgürlük hareketi olarak kendi
köklerine dönmesi gerektiğini söylemişti.
Özgürlük direnmeden kazanılmaz. Ben safımı
değiştirmedim. Örgütün başlangıçtaki programına bağlıyım. Direnişi arttırmak
üzere çağrı yapıyoruz. İnsanlar, halk direnişinden bahsediyorlar. Halk direnişi,
yalnızca eylemler, gösteriler anlamına gelmiyor. Halk silah da kullanıyor.
Savaşmaya hazır bir halkımız var.
Özgürlük için silahlı direnişi seçmiş birisi olarak,
barışçıl ve şiddet içermeyen, pasif direniş senin için ne anlam ifade ediyor?
Direniş tek boyutlu bir şey değil ki. Pek çok farklı
direniş türü olabilir. Şiddet içereni de var içermeyeni de. Pasif direniş
yollarını seçenlerle bir sorunum yok. Ülkemizi yalnızca silahlı mücadeleyle
kurtarmayacağız. Başka türlü direnişler de gerekli tabii. Siyasi direniş,
diplomatik direniş, pasif direniş. Elimizde ne varsa kullanmamız gerekiyor. On
yılı aşkın bir süredir, insanlar Bil’in’de, Nebi Salih’de gösteriler
yapıyorlar… Duvarın varlığını ve topraklarına el konulmasını protesto
ediyorlar. Peki, İsrail ne yapıyor bunun karşılığında? Şiddet, biber gazı,
bombalar… Afiş, pankart tutan insanlara karşı koca bir askerî teçhizat,
düşünebiliyor musunuz?
Her türlü direnişe destek veririm ben. Ancak tek
başına pasif direnişin bütün haklarımızı almamızı sağlayacağını söyleyemeyiz.
Karşımızda bir apartheid devleti var; bir hareket olarak Siyonizm, Amerikalılar
ve genel olarak İsrail’i destekleyen Batı var. Ancak güç dengesi değiştiği
zaman, daha farklı düşünmeye ve müzakerelere başlayabiliriz.
Kamuoyu, ezenin ve ezilenin kim olduğunu bildiği zaman
silahlı direnişi savunmak her zaman daha kolaydır. Senin 1969 ve 1970’te gerçekleştirdiğin
eylemler bu ayardaydı, değil mi? Sen, o eylemlerle Filistin’in haritadaki
yerini cümle âleme göstermek istiyordun. Filistin’in diğer yüzünü,
Filistinlilerin taleplerinin meşru olduğunu ve Filistin halkının haklı olduğunu
göstermek için yetmişlerden bu yana devam eden eğitim süreci yeterince
bilinçlenme sağladı mı?
Vietnam örneğine bakalım. Ya da Cezayir ve Güney
Afrika örneklerine. O halkların bütün dünyayı haklı mücadelelerine inandırmak
için zamana ihtiyacı vardı. Bu da epey zaman aldı. Sonunda bütün dünya, ezilen
halkların istedikleri şekilde direnme hakkına sahip olduğunu kabul etti. Hiç
kimse, bize belli bir direniş biçimi dayatamaz. Silahlı mücadeleyi biz seçtik.
Hedeflerimizi gerçekleştiremedik. Sonra intifada patladı ve bütün dünya bizi
ciddiye almaya başladı. Dünya üzerindeki bütün insanların desteğini aldık.
Ancak hedeflerimize hâlâ ulaşmadık, çünkü önderlik, intifadayı daha da ileri
götürecek, onu başka bir seviyeye çıkartacak kadar cesur değildi.
İsrail, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nden çekilmeyi
kabul etmeye hazırdı. Ancak önderlik, başarısız oldu ve bizi de hayal
kırıklığına uğrattı. İntifada, halkın seçimiydi. Direnişin ve silahlanmanın
başlangıcına bakarsanız, 1967’den sonra bunun Filistinliler için bir zorunluluk
olduğunu görürsünüz. Topraklarımızı geri alabilmek için diğer Arap ülkelerine
bağlıydık. Ancak onlar da bizi hayal kırıklığına uğrattılar.
İsrail daha fazla Filistin toprağını işgal etti. Biz
de kendi kaderimizi kendimiz yazmaya karar verdik. Silahlı bir mücadele
başlatarak. Halk şu an bir bekleyiş içerisinde, ancak bu müzakerelerin de bir
yere varmayacağını biliyor. İsrail’le olan tecrübelerimiz ona güvenilmeyeceğini
söylüyor bize. Sözlerini tutmuyorlar. Bizi sürekli tehdit ediyorlar. Ebu Mazzen
(Mahmud Abbas) barışın taraflarından biri değilmiş! Peki, kim barışın
taraflarından birisi? Şaron mu? Netanyahu mu? Bu sağcı hükümetle mi gelecek
barış? Bu, bir hükümet değil, aslına bakarsanız, bu bir çete; yerleşimcileri,
faşistleri ve ırkçıları temsil eden bir çete.
Bu yalan geçen yüzyılda başladı. Bu toprakların Yahudi
toprakları olduğu, bu toprakları onlara kutsal kitaplarının bahşettiği söylendi.
Şimdi bu, demokratik bir şey mi? 1948 yılında bütün dünya bu yalanı kabul etti.
“Tanrı bize bu toprakları vaat etti!” Sanki Tanrı bir emlakçıymış gibi! Bu, bir
sömürge projesi. Zaten süregelen sorunun temel noktası da burası.
O zaman bu mücadele, İsrail’in yerleşimci sömürgecilik
projesini, yani apartheid’ı sona erdirmek üzere. O günden sonra ne olacak
sence? Zafer gününden sonra yani? Cezayir’deki veya Güney Afrika’daki gibi bir
çözüm mü getirilecek?
Biz, her zaman daha insanî bir çözüm teklif ettik.
Herkesin eşit zeminde yaşayacağı bir yer istedik. Yahudi olur, Müslüman olur;
ben, insanların inandıkları dini önemsemiyorum. Ben, insan olmaya inanıyorum.
İnsan dediğiniz varlıklar da birlikte masaya oturabilir ve bu toprakların
geleceğine birlikte karar verebilir. Ancak şu an yaşadığım şehre geri dönme
hakkımın olmadığını kabul etmiyorum. Tıpkı 6 milyon Filistinli gibi. Oraya giremiyoruz.
Biz, insanî ve demokratik bir çözüm yolu öneriyoruz.
Hiç kimse, bana mülteci olduğumuz için ülkemizin kaderine karar
veremeyeceğimizi söyleyemez. Bildiğim kadarıyla, bize yapılan şey tarihte bir
ilk. İnsanlar vatanlarından kovuluyor ve çok uzaklardan gelen bambaşka insanlar
onların yerini alıyor. İsrailliler başka ülkelerin vatandaşları normalde.
İsrail, çeşitli örgütler dolayısıyla, 1948’den önce bir ordu yarattı, Tamam,
ama ortada bir toplum yoktu ki. Dışarıdan insanlar getirdiler.
Bugün bile, bu ülkede ve bu toplumda çok büyük
tutarsızlıklar vardır. Yahudiler, birbirinden farklı kültürlerden gelmişler ve
bir kısmı İbranice konuşmuyor bile.
Biz, daha fazla kan aksın istemiyoruz, ancak direnmek
zorundayız. Kendi vatanımızda yaşamaya hakkımız var. İsrailliler,
kıpırdamadıkları sürece bu meselenin çözülmeyeceğini fark ettikleri zaman,
çözümümüzü kabul edeceklerdir. Bazı İsrailliler artık anlamışlardır bunu. Yani
sonsuza kadar savaşmaya devam edemeyeceklerini. Hem ayrıca ne uğruna
savaşıyorlar?
Bize kadınların direnişteki rolünden bahsedebilir
misin? Eylemlerinin, mesela 1969 ve 1970’teki uçak kaçırma eylemlerinin
Filistin, dünyadaki kadınlar veya her ikisi için de bir şeylere vesile olduğunu
düşünüyor musun?
Uçak kaçırma olayları birer taktikten ibaretti.
Tutsaklarımızın bırakılmasını istiyorduk ve çok güçlü bir söz söylemek
zorundaydık. Bütün dünyaya biz, Filistinlilerin yalnızca mülteci olmadıklarını
anlatmamız gerekiyordu. Siyasi ve insanî hedefleri olan bir halktık biz. Dünya,
bize çadırlar, kullanılmış kıyafetler ve yiyecekler gönderiyordu. Bize kamplar
kuruyordu insanlar. Ama biz bundan fazlasıydık. Bugünlerde, kampların
faaliyetinin durdurulması söz konusu; çünkü bu kamplar 1948’den kaldı.
Halkımızın parçası olan kadınlar; onlar da benzer
haksızlıkları hissediyorlar elbette. Bu yüzden mücadelenin bir parçası oldular.
Kadınlar hayat verir. Bu yüzden tehlikeyi erkeklerden daha fazla hissederler.
İşin içine girdikleri zaman, devrime daha sadıktırlar aslında çünkü
çocuklarının yaşamı için de savaşırlar. İki çocuk doğurduktan sonra çok daha
iyi anladım ki onlar için savaşmak ve onlara bir gelecek sağlamak için elimden
geleni yapmalıyım. Çocuklarını kaybeden annelerin acısını paylaşıyorum.
Yani sorunuza cevap vermek gerekirse eylemlerimin hem
Filistin’e hem kadınlara tesiri oldu. Halk cephesinin sloganı şuydu:
“Topraklarımızın özgürlüğü için kadın erkek birlikte mücadele ediyoruz.” FHKC,
bu sloganı kadınlara gerilla ordusunda yer vererek hayata geçirmiştir. Kadınlar,
aynı zamanda iç cephedekileri, yani aileyi savunmada da büyük rol
oynamışlardır.
Artık yüzlerce Filistinli kadın ailesinin
sorumluluğunu taşımaktadır. Bütün bu savaşlardan, katliamlardan,
tutuklamalardan, İsrail’in ölümle sonuçlanan saldırılarından sonra kadınlar
ailelerini dağılmaktan korumuşlardır. Ayrıca, kadınlar artık eğitimliler;
çalışıyorlar, seyahat ediyorlar, üniversiteye gidiyorlar vb. Devrimden önce,
böyle değildi. Şimdi böyle ama. Ve böyle olması da gerekiyor.
Görüyorsunuz ki kadınlar mücadelenin ve toplumun pek
çok katmanında aktifler. Filistin’de de, Filistin’in dışında da bu böyle artık.
Leyla Halid: Hava Korsanı filminin yönetmeni Lina Makbul, filmin sonunda sorduğu
soruda sizin eylemlerinizin Filistin halkına her şeyden fazla zarar verdiğini
ima ediyor. Film de bu soruyla bitiyor. Sen soruya ne cevap verdin?
Bana bunu sinematografik amaçlarla yaptığını söyledi.
Ama durumdan hoşlanmadım. Çünkü insanlar, benim ne cevap verdiğimi duymadılar.
Cevabım tabii ki hayırdı! Yaptığım eylemler halkıma ve mücadelemize katkıdır.
Kimsenin kılına zarar vermedik. Bütün dünyaya bir halk olduğumuzu, haksızlığa
maruz kaldığımızı duyurduk ve bu dünya, hedeflerimize ulaşmamız konusunda bize yardım
etmek zorundaydı.
Senin de bildiğin üzere, Lina’yla saatlerce oturdum,
ona bütün hikâyeyi anlattım. Sonra bana İsveç Televizyonu’nun yalnızca bu
soruyu istediğini söyledi.
Bazen geri dönüp geçmişe bakıyor musun? Neler yapıldı,
neler yapılabilirdi; güncel durumlara baktığında, sence başka ne yapılabilirdi?
Yanlış giden neydi?
Biz, yedinci konferansı yakın zamanda düzenledik ve
duruşumuzu gözden geçirdik. Sonra dünya çapındaki ilerlemeci güçlerle
ilişkilerimizi geliştirmek üzere biz de bir program hazırladık; özellikle
Araplarla olan ilişkilerimiz adına yaptık bunu. İçyapımızı güçlendirmeye karar
verdik ve ayrıca kendi konumumu, düşünme şeklimi gözden geçirmeyi öğrendim. Her
sene, Aralık civarı, geçtiğimiz yıla bir bakarım ve sonraki yıl için bir şey
yapmaya karar veririm. Bu senenin başında sigarayı bırakmaya karar vermiştim ve
bıraktım da.
Kutlarım doğrusu!
Kararımı verdim, uygulaması benim için çok zor olmadı.
Peki, sana göre Filistin, niçin böyle bir dayanışma
hareketinin simgesi hâline geldi?
Filistin benim için cennet demek. Dinler cennetten
bahseder. Benim için cennet Filistin’dir. Filistin, yaptığımız fedakârlıkları
hak ediyor.
Türkçesi: F. Büşra Helvacıoğlu
Kaynak
[Le Mur Des Oreilles [“Kulakların Duvarı”] adlı radyo
programından Frank Barat’ın Leyla Halid’le 3 Nisan 2014 tarihinde yaptığı bu
özel röportaj, ilk olarak MondoWeiss’da yayımlanmıştır.]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder