Pages

31 Ağustos 2014

Filistin’in Yerlileri


İlyas Sanber ile Söyleşi

Gilles Deleuze
8-9 Mayıs 1982

 

1982’de Fransız felsefeci Gilles Deleuze, Filistin Çalışmaları dergisinin (La Revue d'Études Palestiniennes) kurucusu, Filistinli yazar İlyas Sanber ile bir mülâkat yaptı. İkili, derginin önemini, halkın varoluşunu ve Filistin ülkesini inceledi. Otuz yılı aşkın bir süredir buradaki tartışmaların bugünün iklimi için hâlâ ümitsiz biçimde geçerli oluşu, gerçekten utanç verici.

“Fransızca yayın yapacak bir Arap dergisini uzun bir süredir bekliyorduk, ama beklentilerimizin aksine dergi, Kuzey Afrika’da değil, Filistin’de çıktı. La Revue d'Études Palestiniennes isimli derginin, aynı zamanda tüm Arap dünyası ile ilgili olan Filistin merkezli sorunlara odaklanan iki özelliği var. Bir yandan dergi, ustalıklı ama sakin bir tonda kapsamlı bir sosyo-politik analiz sunuyor. Diğer yandan da, özel olarak, oldukça zengin ve çok az bilinen tarihsel ve sosyolojik bir ‘külliyat’ ile birlikte, Arap yazınını seferber ediyor.” -Gilles Deleuze, 1982


* * *

Filistin tarafında bir şeylerin olgunlaşmış olduğu görülüyor. Sanki Filistinliler ilk kriz hâlini aşmışlar, sanki yeni bir bilince tanıklık eden bir belirlilik ve dinginlik bölgesi, bir “hak” (hukuk) yurdu hâline gelmiş gibi, yeni bir sese sahip olmuşlar. Bu hâl, onların saldırgan ya da savunmacı olmayan, “herkesle birebir eşit” olduklarına işaret eden yeni bir tarzda konuşmalarına imkân veriyor. Filistinliler, henüz amaçlarına ulaşmamışlarken, bu durumu nasıl izah edersiniz?

İlk meselenin zuhur etmesinden beri bu tepkiyi hissediyoruz. Kendilerine, “bak, Filistinliler de bu tarz dergiler çıkartıyor” diyen kimi isimler var ve bunlar, kafalarının içerisinde gayet iyi kurulmuş bir imajı yansıttılar. Birçok insan için, sorumluluk dediğimiz şey adına dövüşen Filistinli savaşçı imajı epey soyut kalmıştı. Bunu izah edeyim. Varlığımızın gerçekliğini kurmazdan önce biz mülteciler olarak algılanırdık. Direniş hareketimiz, ne zamanki hesaba katılmak zorunda kalınan bir mücadeleyi kurdu, biz de bir kez daha indirgemeci bir imajın mevcut tuzağına düştük.

Çoğaltılmış ve sonsuzluk içinde tecrit edilmiş olan bu imajımız saf militaristlere aitti, bizler de sadece bunun gereğini yapanlar olarak algılanıyorduk. Bizler, bu imajı geride bırakmak amacıyla, en katı manada, mevcut savaşçı imajımızı milis imajına tercih ediyoruz.

Ben bu derginin ortaya çıkışının yol açtığı şaşkınlığın, aynı zamanda bazı insanların bugün kendilerine Filistinlilerin varolduğunu ve soyut ilkeleri hatırlatmanın yeterli olmadığını kabul etmek zorunda kalmalarına dair gerçekten kaynaklandığını düşünüyorum. Eğer bu dergi Filistin’den çıkıyorsa, o, birçok zihni meşgul eden bir bölgeyi inşa ediyordur, bu bölgede sadece Filistinliler değil, Araplar, Avrupalılar, Yahudiler vb. de yaşamaktadır.

Her şeyin ötesinde, bu insanların söz konusu derginin, varlıklarını değerlendirmeye tabi tuttuğu, Filistin’in diğer düzeylerindeki, ressamları, heykeltıraşları, işçileri, köylüleri, bankacıları, romancıları, aktörleri, işadamlarını, profesörleri, kısacası gerçek bir toplumu içermek zorunda olan bir ufuk çeşitliliğini anlamaya başlamaları gerek.

Filistin sadece bir halk değil, bir ülkedir de. O, bu halkla, halktan yağmalanmış ülke arasındaki bağdır, Filistin, geri dönmeye dair arzunun ve hasretin derin olduğu bir yerdir. Bu yer biriciktir, halkımızın 1948’den beri tecrübe ettiği tüm sınır dışı edilmelerden müteşekkildir. Bir insanın gözünde Filistin tüttüğünde, onu incelediğinde, ondaki hareketleri takip ettiğinde, bu insan, ülkeyi bekleyen her bir değişikliği not eder, eski imajlarını yığar üst üste, kısacası, bu insan, hiçbir zaman kaçırmaz gözünü ondan.

Dergideki birçok makale, Filistinlilerin ülkeden sürülme usullerini yeni bir tarzda anımsatıp analiz ediyor. Bu, çok önemli, zira Filistinliler sömürgeleştirilmiş değil, tahliye edilmiş, sürülmüş halklarla aynı durumda. Yazmakta olduğunuz kitabınızda siz Amerikan Yerlileriyle kıyaslıyorsunuz Filistinlileri. Kapitalizmde iki farklı hareket söz konusu. Eskiden mesele, artığı biriktirmek için, bir halkı kendi ülkesine götürüp çalıştırmak ve sömürmekti: buna da sömürge deniliyordu. Bugünse aksine mesele, halkı başka bir yerde işgücüne dönüştürmek anlamına gelse bile, ileri doğru sıçramak için, bir halka ait araziyi boşaltmak. Siyonizmin ve İsrail’in tarihi, tıpkı Amerika gibi, ikinci yolu izliyor: boş bir uzam nasıl yaratabiliriz, bir halkı nasıl söküp atabiliriz, mesele bu.

Bir mülâkatında, Yaser Arafat, bu kıyaslamanın sınırına işaret ediyor ve sınır da Revue d’Etudes Palestiniennes’in ufkunu tayin ediyor: Bir Arap dünyası söz konusu iken, Amerikan Yerlileri, kovuldukları bölgenin dışında kendi hesaplarına olan bir temele ya da güce sahip değillerdi.

Bizler kendine has sürgünleriz, çünkü biz “yabancı ülkelere değil, kendi yerimiz”in sürekliliğine kovulduk. Bizler, yerimizden yurdumuzdan edildik ve Arap coğrafyasına dağıldık, burada ise kimse bizi parçalamak istemedi ki bu fikir esasen bir sapmaydı. Bu noktada aklıma, İsrail’in, diğer Araplara yönelik, bizi “bütünleştirmedikleri” için serzenişte bulunan ikiyüzlü iddiaları geliyor. Bu iddialar, aslında İsrail’in dilinde, onun “bizim ortadan kaybolmamız”a dönük arzusuna denk düşüyorlar. Bizi ülkemizden kovanlar, nedense birden Arapların bize yönelik ırkçılığını kafaya takıyorlar. Bu, kimi Arap ülkelerinde bizim belirli çatışmalar yaşamadığımız anlamına mı geliyor? Kesinlikle hayır, ama bu çatışmaların nedeni, bizim Arap olmamız değil; bu çatışmalar, kimi zaman kaçınılmaz, zira bizler, geçmişte olduğu gibi bugün de silâhlı bir devrimiz. Ayrıca Filistin’deki Yahudi yerleşimcilerin “Amerikan Yerlileriyiz”. Onların gözünde bizim oynamamız gereken tek rol, ortadan kaybolmak. İsrail’i kuran tarihin, Amerika Birleşik Devletleri’nin doğmasına yol açan süreci yeniden ürettiğini söylemek gerek bu noktada.

Bu, belki de ulusların karşılıklı dayanışmasını anlamanın temel unsurlarından birisidir. Manda dönemi boyunca bizim “klasik” sömürgeleştirmeye, yerleşimcilerle sömürgeleştirilmiş olanın birlikte yaşamasına dair işlere tanık olmadığımızı gösteren kimi unsurlar da var. Fransızlar, İngilizler vs. belirli yerleşim alanları açmak istediler ki bu alanların varoluşunun koşulu, yerli halkın varlığı idi. Hâkimiyetin uygulanabilmesi için hâkimiyet altına alınmış olanın orada olması bir gereklilikti. Bu, birileri istesin ya da istemesin, ortak alanlar yarattı, yani şebekeler, sektörler, toplumsal hayata ait düzeyler oluşturuldu, buralarda yerleşimcilerle sömürgeleştirilmiş olan “karşı karşıya” geldi. Karşılaşmanın hoşgörülemez, yıkıcı, patlamaya hazır bir bomba olduğu, hâkim olma sürecinin bu gerçeği değiştiremeyeceğinin anlaşılması üzerine, “yerel halk”a hâkim olmak için “yabancı”, “yerel”le “temas” kurmaya başlamak zorunda kaldı. Sonrasında sahneye Siyonizm çıktı ve bizim buradaki varlığımızın gerekliliğine itiraz etti. Üyelerindeki özgüllükten ötürü (üyelerini Yahudi cemaatlerinden devşiriyordu) Siyonizm, bizim itirazımızın, yurdumuzdan kovulmamızın, “başka yere nakledilmemizin” ve İlan Halevî’nin çok güzel tarif ettiği üzere, başkalarıyla ikame edilmemizin temelini oluşturdu. Böylelikle bize göre “bilinmeyen yerleşimciler” olarak anılması gereken bir kesim doğdu, bunlar, “yabancı yerleşimciler” dediğim kesimlerle aynı dönemde geldiler. “Bilinmeyen yerleşimciler”in ana yaklaşımı, kendi özelliklerini Öteki’nin bütün itirazının temeli kılmaktı.

Dahası bana kalırsa, 1948’de ülkemiz sadece işgal edilmekle kalmadı, ayrıca bir biçimde “ortadan kayboldu”. Bu, söz konusu dönemde “İsrailli” olmuş olan Yahudi yerleşimcilerin meseleyi tecrübe etme noktasında zorunlu olarak girdiği bir yoldu.

Siyonist hareket, Yahudi cemaatini sadece Filistinlilerin bir gün gidecekleri fikri ile değil, ayrıca ülkenin “boş” olduğu fikriyle seferber ettiler. Elbette ülkeye gelenler, orada bir halkın yaşadığını gördüler ve bunu yazmaya başladılar! Ama cemaatin önemli bir bölümü her gün fiziken temas kurduğu halka yokmuş gibi davrandı. Bu körlük fizikî bir körlük değildi, kimse aldatılmamıştı, herkes bu halkın bugün burada olduğunu ama “ileride ortadan kaybolacağını” biliyordu, herkes ayrıca bu ortadan kaybolma sürecinin başarıyla sonuçlandırılabilmesi için ilgili sürecin ta başından beri işliyormuş gibi davranılması, yani tartışmasız orada olan ötekinin varoluşunu kesinlikle “görmemek” gerektiğini anladı. Başarı için, ülkenin boş olması gerekliydi ve bu, “öteki”nin yerleşimcilerin kafalarından silinmesine bağlıydı.

Bu sonuca ulaşmak için Siyonist hareket sürekli, Yahudiliği ötekini reddetmenin, onu ülkeden kovmanın temeli hâline getiren ırkçı bir vizyonu devreye soktu. Söz konusu işleme, Avrupa’da başka ırkçıların yol açtığı zulümler katkı sundu ve Siyonistlerin kendi yaklaşımlarını onaylatmalarına yardım etti.

Ayrıca biz, Siyonizmin Yahudileri tutsak ettiğini, onları yukarıda tarif ettiğim vizyonun tutsağı hâline getirdiğini düşünüyoruz. Ama bu tutsaklık belirli bir zamanda gerçekleşmedi. Bence bunun için holokostun geçmesi ve söz konusu yaklaşımın evrim geçirip Yahudilerin her zaman ve her yerde, içinde yaşadıkları toplumların “Öteki”si olduklarını söyleyen sahte “ebedî ilke”ye dönüşmesi gerekiyordu.

Ama reddedilmiş ve lanetlenmiş bir “öteki” konumunu sürekli işgal etme iddiasında olan ve bu hususu mutlulukla karşılayan hiçbir halk ya da toplum yoktur.

Bugün Ortadoğu’da öteki, Arap’tır, Filistinli’dir. Batılı güçlerin bu ötekiden ortadan kaybolmasını istemesindeki ikiyüzlülük ve kinizm, bugünün emridir ve eldeki güvenceler içindir. Ancak İsrailli ordu liderlerinin deliliklerine karşı asıl güvencelere muhtaç olan, bizleriz.

Buna karşın bizim tek ve yegâne temsilcimiz olan FKÖ, söz konusu çatışmaya dair çözümünü sundu: Kim olursa olsun, ülkede yaşayan herkesi birbirinden ayıran mevcut duvarları paramparça edecek olan Demokratik Filistin devleti.

La Revue d'Études Palestiniennes, kendi manifestosunu 1. sayısının ilk iki sayfasında yayınladı: Bizler “diğer halklar gibi bir halkız.” Bu, birçok anlama sahip bir çığlık aslında. İlk planda, bir andaç ya da bir çağrı.

Filistinlilere İsrail’i tanımayı reddettikleri için sürekli sitemde bulunuldu. Bakın, İsrailliler bizi yok etmek istediklerini söylüyorlar. Ama Filistinliler, tanınmak için elli yıldan fazla bir süredir mücadele ediyorlar.

İkinci olarak, bizim manifestomuz, İsrail’in aşkınlıkları ve çektikleri zulüm yüzünden, “biz diğer halklar gibi bir halk değiliz” diyen manifestosunun karşısında duruyor. Bu nedenle Dergi’nin 2. sayısında holokostla, Siyonistlerin holokosta yönelik tepkileriyle ve bu olayın Filistin ve tüm Arap dünyası ile ilişkisi içinde sahip olduğu anlamla ilgili, İsrailli yazarlarca kaleme alınmış iki makalenin bulunması önemli. “Mevcut normun dışında, bir halk olarak muamele görmek” isteyen İsrail devleti, kendi varlığını bütünüyle, başka bir devletin hiç bilmediği, Batı’ya dönük ekonomik ve mali bağımlılık durumu dâhilinde muhafaza ediyor (Boaz Evron). Filistinlilerin karşıt iddiayı hızla ortaya atmalarının nedeni bu: onlar neyse o, yani tümüyle “normal” bir halk olmak istiyorlar.

Apokaliptik tarihe karşı bir de her andaki bolluk, imkânların çokluğu ve sadece mümkün olanla yapılan başka bir tarih anlayışı daha var. Revue’nün de, mevcut olayların analizinde her şeyden önce göstermek istediği bu değil mi?

Kesinlikle. Varoluşumuzun dünyasını anımsatma meselesi, kesinlikle belirli bir anlama sahip ama bu mesele aynı ölçüde aşırı basit. O, dosdoğru kabul edildiğinde, Filistin halkının ortadan kaybolmasını dört gözle bekleyenler için işi zorlaştıracak türden bir hakikattir. Çünkü nihayetinde, onun söylediği şudur: tüm insanların haklara sahip olma hakkı vardır. Bu, apaçık bir ifadedir, ancak böylesi bir güç, tüm politik mücadelenin hem çıkış noktasını hem de varış noktasını verir. Bu konuyla ilgili olarak Siyonistlerin söylediklerine bir bakalım. Onların, “Filistin halkının hiçbir şeye hakkı yoktur” dediğini duymazsınız, hiçbir güç böylesi bir konumu destekleyemez, bunu onlar da iyi biliyorlar. Aksine onlardan sürekli duyduğunuz cümle şudur: “Filistin halkı diye bir halk yoktur.”

Tam da bu nedenle, Filistin halkının varlığına dair ifademiz, ilk bakışta göründüğünden daha güçlü bir ifadedir.

Kaynak

[İlk olarak “Filistin’in Yerlileri” başlığıyla Libération’da, 8-9 Mayıs 1982 tarihinde yayımlanmıştır.]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder