Hizbullah ve Hamas
Kurtuluş Teolojisinin Yeni Bir Versiyonu mu?
Önce şunu belirtmemiz gerek: İslamofobik sol, Siyonist
devletle bağlantılıdır ya da onu ırkçı olmayan bir devlet olarak görüp savunur.
Bu yazıda hem yer sıkıntısı hem de, kabul etmem gerekir ki, argümanlarını
ciddiye alıp zaman ayırmayı hiç istemememden ötürü, söz konusu İslamofobik
soldan bahsedilmeyecektir. Bu solun “onlar Müslüman partiler, dolayısıyla
gericiler” analizini ciddiye almaya değmez. Bu, Bernard Lewis ve ABD’deki
neokonlar türünden insanların izahatına yakın duran, özcü ve ayrımcı bir tespittir.
Önce şu gerçeği yinelemek gerek: Hamas ve Hizbullah,
ırk ayrımcısı, sömürgeci ve ırkçı İsrail devletine karşı sürdürülen direniş
kampının bir parçasıdır. Bu örgütler, mücadele içerisinde birçok liderini ve
kadrosunu kaybetmişlerdir. Hamas’ın ve Hizbullah’ın son birkaç yıl içinde
ortaya koydukları eylemler, Direniş’in ve Filistin davasının çıkarlarını
destekleyen eylemlerdir. Hizbullah’ın Direnişi, 2000 yılında İsrail işgal
ordusunun Güney Lübnan’ı terk ettiren ana güçtür. Ayrıca Hizbullah, Lübnan
halkına karşı saldıran İsrail’i 2006’da da yenmiş, Hamas da aynı şekilde İsrail
birliklerinin Gazze’den çıkmasını sağlamış, Gazze’deki Filistin halkına
saldıran İsrail’i 2008 ve 2009’da yenmiştir. Her iki savaşta da İsrail,
hedeflerine ulaşamamış, Hamas ve Hizbullah savaşlardan daha da güçlenerek
çıkmıştır.
Bu, sanırım her şeyi açıklığa kavuşturuyor, şimdi de
bu politik partilere yönelik eleştirel görüşleri ve analizleri aktaralım.
Tartışmaya dair muhtelif düşüncelere bakmakta fayda var bu noktada.
Öncülüğünü Olivier Roy, Nicolas Dot Pouillard ve
Olivier Carre gibi Fransız akademisyenlerin yaptığı ilk düşünce okulu,
İngiltere’de George Galloway ve taraftarları gibi solun belirli bir kısmını
içeriyor: Galloway ve arkadaşları, Hizbullah’ın ve Hamas’ın birer
“antiemperyalist hareket” olduğu iddiasındalar. Bu çevreye göre, söz konusu
“devrimci partiler”e koşulsuz destek verilmesi gerekiyor. Hamas ve Hizbullah,
onlara göre, devrime öncülük edecek partiler, zira onlar en büyük politik
partiler. Örneğin George Galloway, bugüne dek Müslüman Kardeşler’i de
antiemperyalist ve devrimci bir parti olarak görüyor, Mısır’da bu örgüte de
koşulsuz destek sunuyordu. Hatırlatmak gerekirse, Mısır’da İhvan, Silâhlı
Kuvvetler Yüksek Konseyi’ni destekleme çağrısı yapmış, orduya karşı eylem
yapanları “yobazlar, komünistler ve ateistler” olarak tarif etmiş, devrimin
sürdürülmesine ya da gösterilerin desteklenmesine karşı çıkmıştı. Örgüt, ayrıca
Filistin davası lehine, Nekbe ya da Naksa günlerindeki gösterilere katılmamış,
Nekbe Günü’nde SKYK’nın bağrına bastığı İsrail heyetinin Mısır ziyaretine dair
bir tek kınama mesajı yayınlamamıştı.
Fransız akademisyen Nicolad Dot Pouillard ise,
Hizbullah ve Hamas gibi solcu ve İslamî-milliyetçi hareketlerin zımnen ortak
bir ideolojiyi paylaştıkları iddiasında. “İslamî-milliyetçi” kavramı,
akademisyen Maxim Rodinson’dan ödünç alınmış ve üçüncü dünyacı niteliğe sahip
bir milliyetçiliği ifade ediyor. Pouillard’ın görüşüne göre, ulusal kurtuluş
meselesi, sol ile Hamas-Hizbullah arasındaki yakınlaşmayı tanımlayan ana
nitelik. Sosyal adalet ya da demokrasi gibi konular, ulusal kurtuluşa tabi olan
konular. Yazar, ısrarla İslamî-milliyetçi hareketin antiemperyalist niteliği
üzerinde duruyor ve bu hareketlerin solculaşmamaksızın, sol siyasete
yaklaştığını iddia ediyor, buradan da her iki hareketin arasında kurulacak
işbirliğin koşullarını izah ediyor.
Pouillard, ayrıca İran’daki devrimin ve İslamcıların
iktidara gelişinin Arap Ortadoğu’sundaki hareketler üzerinde güçlü bir etkisi
olduğunu söylüyor. Ona göre, bu süreçte birçok solcu militan ve düşünür
ideolojilerini değiştiriyor ve görece daha dindar bir düşünce tarzına doğru
evriliyor. Bu militanların önemli bölümü, Arap kitlelerinin yüzünü devrime
döndürmenin yegâne yolunun İslam olduğuna, artık sosyalizmin yetersiz kaldığına
inanıyorlar. Münir Şefik, bu evrimin örneği olarak öne çıkartılan bir isim. Şefik,
geçmişte Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi üyesi olmuş bir isim, şimdilerde
ise Hamas içinde faaliyet yürütüyor. Pouillard’ın kanaatine göre, İslamcı
hareketler, söz konusu unsurları kendi bünyelerinde birleştirerek, görece daha
solcu bir söylem geliştiriyorlar.
Abrahamyan ve Zübeyde gibi diğer akademisyenler ise,
solcu kavramların İslamcıların lügatine girdiğini, İslamcıların antiemperyalizm
gibi ideolojik kimi unsurların dillendirilmesi noktasında sola ait konulara
başvurduklarını söylüyor. Ama gene de İslamcılara “solcu” denilemeyeceğini
iddia ediyorlar. Olivier Roy ise, Marksist ve İslamcı hareketler arasında
birçok benzerlik olduğu düşüncesinde. Onun iddiasına göre, Marksist ve İslamcı
üçüncü dünyacılık birbirine çok yakın; her ikisi de Güney Amerika örneğine ve
buradaki kurtuluş teolojisine başvuruyor. Roy’a göre, her iki kesimde de
gönüllü bir eylemsellik ve batılı modellerden özgüllük lehine bir kopuş iradesi
mevcut. Roy, yazılarında şu tespiti yapıyor: solcuların İslamcılaşmasından çok,
İslamcıların sola ait antiemperyalizm söylemini ve ekonomi ile devrim
modellerini temellük ettiğinden, altmışlara has bir üçüncü dünyacılığı yeni bir
formülasyona kavuşturduklarından bahsetmek gerekiyor. Söz konusu
akademisyenler, yaşanan yakınlaşmayı politik İslam’ın sola doğru evrilmesi ve
antiemperyalist bir cephenin inşası olarak görüyorlar. İranlı düşünür Ali
Şeriati, bu noktada sosyalist ve İslamî idealler arasındaki söz konusu
kombinasyon için bir örnek olarak gösteriliyor. Ali Şeriati, hem Jean Paul
Sartre, Marx ve Fanon okumalarından hem de Şii geleneğinden, İslamî eylemcilik
ve devrim anlayışını türetiyor. Lübnan veya Mısır gibi farklı bölge
ülkelerindeki solcu ve İslamcı unsurları 2004’ten bugüne dek biraraya getiren
konferanslar da, bahsi geçen akademisyenlere göre, söz konusu antiemperyalist
cephenin bir sembolü ve kanıtı.
Benim kanaatime göre bu yorum, ilgili örgütlerin
İsrail ve ABD’nin İslamî hareketlere yönelik geliştirdiği dış politikaya karşı
geliştirdikleri direniş dâhilinde ortaya çıkan antiemperyalist özellikleri
temelinde sınırlı kalmış, öte yandan da bu örgütlerin sistem karşıtı yapılarına
dair yeterli bir tespitte bulunmayan bir yorum. Örgütlerin
“antiemperyalizm”leri, onların İsrail ve ABD’ye karşı verdikleri mücadeleye
odaklanmış bir gerçeklik ama onlarla ilgili değerlendirmelerde, örgütlerin
neoliberal ekonomi politikalarına karşı itirazlarına ya da mezhebe dayalı
sistemin sona ermesine dair çıkışlarına değinilmiyor. Örneğin Hizbullah,
muhalif olduğu hükümetin sosyo-ekonomik politikasına karşı yapılan sendika
eylemlerine destek verdi ve Kasım 2006’da hükümetten istifa etti. Ama Mayıs
2008’de hükümeti desteklerken, sendikaların taleplerine karşı çıktı ve asgari
ücretteki artışla ilişkili olarak rakipleriyle aynı pozisyonu aldı. Hizbullah
ile ilgili olarak, direniş anlayışının salt İsrail’e karşı askerî mücadeleyle
sınırlı olduğunu ama onun kimi sosyo-ekonomik meseleleri içermediğini söylemek
mümkün. Ayrıca yapılan değerlendirmelerde, örgütlerin antiemperyalist
nitelikleri politik çıkarlarıyla sınırlı tutuluyor, ilkesel bir zemine
oturtulmuyorlar. Örneğin Hamas ve Hizbullah, Suriye’deki halk ayaklanmasının
rejim tarafından ezilmesine destek sunuyor. Oysa Golan ve Filistin’in kurtuluşu
için son otuz yıldır mücadele eden insanları tutuklayan, aynı Suriye rejimi.
Aynı rejim, 1976’da Lübnan’daki Filistinlileri ve ilerici hareketleri parçaladı
ve 1991’de, ABD öncülüğünde kurulan koalisyona dâhil olarak, Irak’a karşı
başlatılan emperyalist savaşa katıldı.
Bu bağlamda ikinci düşünce okulu, görece daha
sistemsel bir pozisyon alıyor ve bahsi geçen yakınlaşmayı kabul ediyor ama
politik İslam’ın sola evrildiğinden, sol ile İslamcı hareketle ilişkili bir
antiemperyalist cephenin kurulduğundan pek söz etmiyor. Bu eğilim dâhilinde,
Asef Bayat, Gilbert Achcar, Sadık Celâl Azmî, Aycaz Ahmed gibi akademisyenler
ya da Chris Harman gibi eylemciler göze çarpıyor. Bu isimler de İsrail’e karşı
mücadele eden İslamî hareketin antiemperyalist bir niteliğe sahip olduğunu kabul
ediyorlar ama bunun onun antiemperyalist olarak karakterize edilmesi için
yeterli olmadığını, bu örgütlerin halkın özgürleşmesi ile ilgili siyasetleri
uygulamaya sokmadıklarını ya da kendi ülkelerindeki neoliberal politikalara
itiraz etmediklerini, ayrıca başka ülkelerdeki baskıcı ve otoriter rejimlere
karşı başlatılan halk ayaklanmalarını desteklemediklerini söylüyor.
Bu kesimin kanaatine göre, sol ve İslamcılık, kimi
çıkarlar noktasında ortaklaşıyorlar ve İsrail ile ABD emperyalizmine karşı
verilen mücadele gibi kimi özel meselelerde yan yana gelebiliyor. Ama söz
konusu yazarlar, iki hareketin benzer kimliklere sahip olduğu düşüncesine karşı
çıkıyorlar. Tam ters yönde ilerleyerek, her iki grubun kimliklerindeki
farklılıkların grupların kolektif iddialarını ve buradan da muhtelif politik
meselelerle ilgili aldıkları konumları etkilediğini iddia ediyorlar.
Bu akademisyenler, yukarıda ilk bahsedilen okulun
mensuplarına kıyasla, İslamî hareketlere karşı daha eleştirel bir tutum
takınıyorlar ve Ortadoğu’daki İslamcı hareketlerle Güney Amerika’daki kurtuluş
teolojisi arasında kurulan analojiye itiraz ediyorlar. Örneğin Profesör Asef
Bayat, kurtuluş teolojisinin ve İslamcı hareketlerin yapıları ve hedefleri
bakımından farklı olduğunu söylüyor: ona göre, ilki, kendini korumayı amaçlayan
bir kültürel kimliğe ait bir ifade biçimi değil ama İslamî hareket, hâkim batıya
karşı kendini korumayan çalışan bir “öteki” kimliği. Kurtuluş teolojisi,
diğerine kıyasla, bir kalkınma söylemini ve alttakilerin kurtuluşu iddiasını
içeriyor. Yazar, kurtuluş teolojisi hareketinin daha çok fakirleri harekete
geçirdiğini, İslamcı hareketinse, eğitimli kentli orta sınıfları hedef
aldığını, bu hareketin söz konusu kesimleri politik değişimin ana failleri
olarak gördüğünü iddia ediyor.
Bayat, ayrıca İslamcıların toplumu, siyaseti ve
ekonomiyi İslamîleştirmeyi amaçladıklarını, kurtuluş teologlarının ise toplumu
ya da devleti Hristiyanlaştırmayı asla amaçlamadıklarını, aksine mahrumların
bakış açısından toplumu ve devleti değiştirmek istediklerini söylüyor. Güney
Amerika’daki kurtuluş teolojisi hareketine kıyasla, İslamcı hareketler, İslamî
nizamın tesis edilmesi ardından, fakirler için sosyal adalet gibi seküler
meselelerin ve mazlumlara yardım edilmesinin ötesinde, görece daha geniş toplumsal
ve politik hedeflere sahip. Ayrıca birçok İslamcı, toplumla ilgili özel bir
ahlâk vizyonunu paylaşıyor.
Profesör Gilbert Achcar bu görüşü benimsiyor ve
kurtuluş teolojisinin kaderinin Latin Amerika’daki seküler sola çok yakın ve
ona paralel bir seyir içerisinde olduğunu, onun artık fiiliyatta solun bir
bileşeni olarak algılandığını ama Ortadoğu’da ve başka yerlerde gelişme
kaydeden İslamî hareketlerin solun bir rakibi ve alternatifi olduğunu söylüyor.
Seksenlerde Hamas ve Hizbullah, solcu grupların doğrudan ezilmesi üzerine çıkış
imkânı buluyor ve solun gelişimini kendisi için engel teşkil ettiğini düşünüyor.
Bu örgütler akademyanın, siyasetin, sendikanın ya da derneklerin kimi kilit
sektörlerinde solcu eylemcileri hedef alıyorlar. Söz konusu yazarların iki
hareket arasında ileride kurulacak derin bir işbirliğinin sınırlarından bu
kadar açık bir dille bahsetmelerinin nedeni bu. İşbirliği konusunda tek
istisna, İsrail ve Batı emperyalizmine karşı direnme meselesi. Söz konusu
yazarlar, Lübnan ve Filistin’deki solcu ve İslamî hareketler arasındaki
yakınlaşmayı direnişin merkezde durmasına bağlıyorlar, sosyal adalet, işçilerin
ve kadınların hakları ise bu direnişe tabi kılınıyor.
2009’da ölen Chris Harman ise, farklı ülkelerde solun
yaptığı ana hatanın İslamcıları otomatik olarak gerici ve faşist bir hareket ya
da tersten, ilerici ve antiemperyalist hareket saymak olduğunu söylüyor. O,
solun emperyalizm ve otoriter rejimler gibi kimi konularda İslamcılarla
birlikte çalışabileceği ama iki kesimin müttefik olmadığı, İslamcıların
eleştirilmesi gerektiği üzerinde duruyor. Bu yazarlar da İslamî hareketlerin
kültür emperyalizmi olarak gördükleri batı emperyalizmine karşı geliştirdikleri
söylemi eleştiriyorlar; buna göre, İslamî hareketlerin ana hedefi, kültürel
hegemonyayı İslamî hegemonyayla ikâme etmek oluyor. Dolayısıyla bu noktada
kültürel ve dinî çoğulculuğa itiraz edilmiş oluyor. Suriyeli Marksist Sadık
Celâl Azmî, bu meselede İslamî hareketlere özel bir eleştiri yöneltiyor ve
onları oryantalist olmakla suçlayarak, bu kesimin millî selametin onun “halka
dayalı politik İslam” dediği şeyin hakikîliğine geri dönmek suretiyle temin
edilebileceğine dair yaklaşımını karşıya atıyor. Yazara göre, bu, oryantalizmin
de uygun bulacağı, tepkiselci, gizemlileştirici, tarihsel ve anti-hümanist bir
söyleme işaret ediyor.
Gazze’de Hamas, bireysel özgürlükleri hedef alan kimi
kanunları uygulamaya soktu. Özellikle kadınları alan bu kanunlara göre, onların
halk içinde nargile içmeleri ya da eşleriyle motosiklete binmeleri yasak. Aynı
şekilde kadın öğrenciler cilbab ve hicab giymeye zorlanıyorlar, kadın
avukatlara da örtünme zorunluluğu getiriliyor. Bu uygulamaların Filistinlilerin
geleneklerini ve âdetlerini koruma amaçlı oldukları iddia ediliyor.
Hamas liderleri ve Filistin’deki politik partilerin
geri kalan kısmı, İsrail devletinin ırk ayrımcısı olduğuna dair bir anlayış
geliştirmediği gibi Güney Afrika’daki ırk ayrımcılığı karşıtı hareketle ilişki
de kurmuyor. Bu noktada devreye sokulan bir araç, uluslararası bir boykot
hareketi. Böylesi bir hareketin ırk ayrımcısı rejimin yıkılmasına büyük katkısı
olacak. Ama Hamas, boykot, tecrit ve yaptırımlar hareketini (BDS) pek anlamıyor
ve bu kampanyanın İsrail Devleti’ni gayri meşru kılacağını görmüyor.
Ayrıca Hamas, bölgeye yönelik uluslararası ambargoyu
kırmak için kullanılan tünellerin açılması noktasında önemli bir iş başardı.
Birleşmiş Milletler İnsanî Yardım Örgütü’ne göre, Gazze ekonomisinin %60’ı
tünellere bağlı. Hamas, Gazze’ye giren her şeyden %10-15 civarında vergi
alıyor, aynı zamanda tüneller için ücretsiz hammadde istiyor. Bu, devrim
vergisi olarak kabul ediliyor ama öte yandan Hamas, Gazze Şeridi’nde
geliştirilecek her türden askerî direnişe mani olup başka örgüt mensubu
militanların füze fırlatmalarını yasaklıyor.
Lübnan’da ise Hizbullah, mezhebe dayalı sisteme karşı
düzenlenen gösterilere üyelerinin katılmasına izin vermiyor. Örgüt, sivil ya da
seküler bir sistem önermiyor ve medenî kanun yanında, şeriatın devreye
sokulmasını İslam karşıtı addediyor. Örneğin Hizbullah, 2009 seçimlerinde
kendince fazla radikal bulduğu şu iki temel üzerinden, Lübnan Komünist Partisi
ile işbirliğine gitmeyi reddetmişti:
“-Mezheplere dayalı sistemin aşılması, nispî seçim
hukukunun uygulanması, tüm Lübnan için tek ve özgün bir anayasanın
hazırlanması;
-Ekonomi siyasetinin millî ekonomideki büyüme ile
yeniden dengelenmesi ve tüm yurttaşlar için sosyal güvenceler.”
Sosyo-ekonomik meselelerle ilgili olarak Hizbullah,
muhtelif sendikaların gösterilerine, onların taleplerini desteklemek üzere,
nadiren katılıyor. Örgüt, ekonominin liberalleştirilmesi ve farklı ekonomik
sektörlerin özelleştirilmesine dayalı genel siyasete itiraz etmiyor. Örneğin
Hizbullah, Refik Harirî’nin doksanlarda kurduğu ve neoliberal politikaları
uygulamaya sokan hükümetlere karşı çıkmadı, ayrıca Telekom ve EDL (Lübnan
Elektrik Kurumu) için Sinyora hükümeti tarafından 2005-2008 yılları arasında hazırlanan
özelleştirme planlarını kabul etti.
Hizbullah ve Hamas, toplumu etrafında toplayacak
alternatif bir kent düzeninden de bahsetmiyor, oysa bu örgütler, halkın,
liderlerinin kılavuzluğunda, refahtan pay almayı hakkettiğini söylüyorlar.
Örgüt üyeleri, toplumlarının kuruluş süreçlerine katılmayı nadiren kabul
ediyorlar. Üyelerin halka yönelik yaklaşımları babahancı bir nitelik arz
ediyor, öte yandan sol ise halkın toplumsal, politik ve ekonomik açıdan
yetkilendirilmesi gerektiğini söylüyor.
Genelde İslamcılığın, özelde Hamas ve Hizbullah’ın
güçlenmesi ile bölge genelinde neoliberal politikalar çerçevesinde STK’ların
kaydettiği gelişim birbiriyle bağlantılı. Bu iki gelişim, köylü örgütleri,
kooperatif hareketleri ve sendikacılığa dayalı geleneksel mücadelede yaşanan
çöküşe denk düştü. Hamas ve Hizbullah, ellerindeki sosyal kurumları
güçlendirmek için önemli mali kaynakları kullanmayı bildi.
Hizbullah ve Hamas’ı içine alan, Ortadoğu’daki İslamcı
hareketler esasında, haklarından mahrum kalmışların, madunların hareketi olan
Güney Amerika’daki kurtuluş teolojisi hareketinden farklı; o esas olarak kenara
itilmiş kentli, eğitimli orta sınıflara ve küçük burjuvalara sırtını yaslıyor.
Bu kesimler, örgütlerin sosyo-ekonomik ve politik meselelere yönelik
görüşlerini ve uygulamalarını etkiliyor.
Aksine, kurtuluş teolojisi, kapitalist sistemdeki
kusurları eleştiriyor. “Neden bu kadar fakir var?” diye soran kurtuluş
teolojisinde fukara, tarihin öznesi hâline geliyor. Mesele, bu aşamada
fakirlerin özgürleştirilmesi için onların süreci bilince çıkartmaları olarak
tespit ediliyor. Fakirlere yardım söylemi, kapitalist sistemin yapısına dönük
bir eleştiriye dönüşüyor. Kurtuluş teolojisi hareketinin bir üyesi olan Erdel
Kumara, bu değişimin sonucunu tek cümlede özetliyor: “Fakirlere merhametle
yardım ettiğimde bir aziz oluyorum ama onların neden fakir olduklarını
sorduğumda ise komünist olmakla suçlanıyorum.” Bu ikinci soru, bugün ne Hamas
ne de Hizbullah tarafından soruluyor! Söz konusu örgütler kapitalizme tam boy
cepheden karşı çıkmıyorlar.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Ortadoğu’da kurtuluş
teolojisi hareketine benzeyen dinî ve ilerici bir hareket, maalesef bugüne dek
ortaya çıkmış değil. Hamas ve Hizbullah gibi partilerin devrimler çağında kimi
karşıtlıklarına tanık oluyoruz ve bu partilerin, kendilerini Suriye gibi
ülkelerdeki halk ayaklanmasına itiraz etmeye zorlayan politik çıkarları mevcut.
Ama öte yandan bu partilerin gerici ya da aslî düşmanlarımız olduğunu da
söylememeliyiz, zaten gerici ya da düşman da değiller. Eğer bu partiler büyüme
kaydetmiş ve sayılarını artırmışlar ise bu, kısmen halk içinde solun yaptığı
hataların bir ürünü.
Arap dünyasında devrimler, gene de hem emperyalizme ve
neoliberalizme karşı çıkan hem de insanlar arasında eşitliğin oluşturulmasını
teşvik eden dinî ve ilerici bir hareketin ortaya çıkması için gerekli yeni
fırsatlar yaratacaktır.
Paola Salwan Daher
1 Temmuz 2011
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder