Pages

01 Eylül 2014

Hizbullah ve Hamas


Hizbullah ve Hamas
Kurtuluş Teolojisinin Yeni Bir Versiyonu mu?

 

Önce şunu belirtmemiz gerek: İslamofobik sol, Siyonist devletle bağlantılıdır ya da onu ırkçı olmayan bir devlet olarak görüp savunur. Bu yazıda hem yer sıkıntısı hem de, kabul etmem gerekir ki, argümanlarını ciddiye alıp zaman ayırmayı hiç istemememden ötürü, söz konusu İslamofobik soldan bahsedilmeyecektir. Bu solun “onlar Müslüman partiler, dolayısıyla gericiler” analizini ciddiye almaya değmez. Bu, Bernard Lewis ve ABD’deki neokonlar türünden insanların izahatına yakın duran, özcü ve ayrımcı bir tespittir.

Önce şu gerçeği yinelemek gerek: Hamas ve Hizbullah, ırk ayrımcısı, sömürgeci ve ırkçı İsrail devletine karşı sürdürülen direniş kampının bir parçasıdır. Bu örgütler, mücadele içerisinde birçok liderini ve kadrosunu kaybetmişlerdir. Hamas’ın ve Hizbullah’ın son birkaç yıl içinde ortaya koydukları eylemler, Direniş’in ve Filistin davasının çıkarlarını destekleyen eylemlerdir. Hizbullah’ın Direnişi, 2000 yılında İsrail işgal ordusunun Güney Lübnan’ı terk ettiren ana güçtür. Ayrıca Hizbullah, Lübnan halkına karşı saldıran İsrail’i 2006’da da yenmiş, Hamas da aynı şekilde İsrail birliklerinin Gazze’den çıkmasını sağlamış, Gazze’deki Filistin halkına saldıran İsrail’i 2008 ve 2009’da yenmiştir. Her iki savaşta da İsrail, hedeflerine ulaşamamış, Hamas ve Hizbullah savaşlardan daha da güçlenerek çıkmıştır.

Bu, sanırım her şeyi açıklığa kavuşturuyor, şimdi de bu politik partilere yönelik eleştirel görüşleri ve analizleri aktaralım. Tartışmaya dair muhtelif düşüncelere bakmakta fayda var bu noktada.

Öncülüğünü Olivier Roy, Nicolas Dot Pouillard ve Olivier Carre gibi Fransız akademisyenlerin yaptığı ilk düşünce okulu, İngiltere’de George Galloway ve taraftarları gibi solun belirli bir kısmını içeriyor: Galloway ve arkadaşları, Hizbullah’ın ve Hamas’ın birer “antiemperyalist hareket” olduğu iddiasındalar. Bu çevreye göre, söz konusu “devrimci partiler”e koşulsuz destek verilmesi gerekiyor. Hamas ve Hizbullah, onlara göre, devrime öncülük edecek partiler, zira onlar en büyük politik partiler. Örneğin George Galloway, bugüne dek Müslüman Kardeşler’i de antiemperyalist ve devrimci bir parti olarak görüyor, Mısır’da bu örgüte de koşulsuz destek sunuyordu. Hatırlatmak gerekirse, Mısır’da İhvan, Silâhlı Kuvvetler Yüksek Konseyi’ni destekleme çağrısı yapmış, orduya karşı eylem yapanları “yobazlar, komünistler ve ateistler” olarak tarif etmiş, devrimin sürdürülmesine ya da gösterilerin desteklenmesine karşı çıkmıştı. Örgüt, ayrıca Filistin davası lehine, Nekbe ya da Naksa günlerindeki gösterilere katılmamış, Nekbe Günü’nde SKYK’nın bağrına bastığı İsrail heyetinin Mısır ziyaretine dair bir tek kınama mesajı yayınlamamıştı.

Fransız akademisyen Nicolad Dot Pouillard ise, Hizbullah ve Hamas gibi solcu ve İslamî-milliyetçi hareketlerin zımnen ortak bir ideolojiyi paylaştıkları iddiasında. “İslamî-milliyetçi” kavramı, akademisyen Maxim Rodinson’dan ödünç alınmış ve üçüncü dünyacı niteliğe sahip bir milliyetçiliği ifade ediyor. Pouillard’ın görüşüne göre, ulusal kurtuluş meselesi, sol ile Hamas-Hizbullah arasındaki yakınlaşmayı tanımlayan ana nitelik. Sosyal adalet ya da demokrasi gibi konular, ulusal kurtuluşa tabi olan konular. Yazar, ısrarla İslamî-milliyetçi hareketin antiemperyalist niteliği üzerinde duruyor ve bu hareketlerin solculaşmamaksızın, sol siyasete yaklaştığını iddia ediyor, buradan da her iki hareketin arasında kurulacak işbirliğin koşullarını izah ediyor.

Pouillard, ayrıca İran’daki devrimin ve İslamcıların iktidara gelişinin Arap Ortadoğu’sundaki hareketler üzerinde güçlü bir etkisi olduğunu söylüyor. Ona göre, bu süreçte birçok solcu militan ve düşünür ideolojilerini değiştiriyor ve görece daha dindar bir düşünce tarzına doğru evriliyor. Bu militanların önemli bölümü, Arap kitlelerinin yüzünü devrime döndürmenin yegâne yolunun İslam olduğuna, artık sosyalizmin yetersiz kaldığına inanıyorlar. Münir Şefik, bu evrimin örneği olarak öne çıkartılan bir isim. Şefik, geçmişte Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi üyesi olmuş bir isim, şimdilerde ise Hamas içinde faaliyet yürütüyor. Pouillard’ın kanaatine göre, İslamcı hareketler, söz konusu unsurları kendi bünyelerinde birleştirerek, görece daha solcu bir söylem geliştiriyorlar.

Abrahamyan ve Zübeyde gibi diğer akademisyenler ise, solcu kavramların İslamcıların lügatine girdiğini, İslamcıların antiemperyalizm gibi ideolojik kimi unsurların dillendirilmesi noktasında sola ait konulara başvurduklarını söylüyor. Ama gene de İslamcılara “solcu” denilemeyeceğini iddia ediyorlar. Olivier Roy ise, Marksist ve İslamcı hareketler arasında birçok benzerlik olduğu düşüncesinde. Onun iddiasına göre, Marksist ve İslamcı üçüncü dünyacılık birbirine çok yakın; her ikisi de Güney Amerika örneğine ve buradaki kurtuluş teolojisine başvuruyor. Roy’a göre, her iki kesimde de gönüllü bir eylemsellik ve batılı modellerden özgüllük lehine bir kopuş iradesi mevcut. Roy, yazılarında şu tespiti yapıyor: solcuların İslamcılaşmasından çok, İslamcıların sola ait antiemperyalizm söylemini ve ekonomi ile devrim modellerini temellük ettiğinden, altmışlara has bir üçüncü dünyacılığı yeni bir formülasyona kavuşturduklarından bahsetmek gerekiyor. Söz konusu akademisyenler, yaşanan yakınlaşmayı politik İslam’ın sola doğru evrilmesi ve antiemperyalist bir cephenin inşası olarak görüyorlar. İranlı düşünür Ali Şeriati, bu noktada sosyalist ve İslamî idealler arasındaki söz konusu kombinasyon için bir örnek olarak gösteriliyor. Ali Şeriati, hem Jean Paul Sartre, Marx ve Fanon okumalarından hem de Şii geleneğinden, İslamî eylemcilik ve devrim anlayışını türetiyor. Lübnan veya Mısır gibi farklı bölge ülkelerindeki solcu ve İslamcı unsurları 2004’ten bugüne dek biraraya getiren konferanslar da, bahsi geçen akademisyenlere göre, söz konusu antiemperyalist cephenin bir sembolü ve kanıtı.

Benim kanaatime göre bu yorum, ilgili örgütlerin İsrail ve ABD’nin İslamî hareketlere yönelik geliştirdiği dış politikaya karşı geliştirdikleri direniş dâhilinde ortaya çıkan antiemperyalist özellikleri temelinde sınırlı kalmış, öte yandan da bu örgütlerin sistem karşıtı yapılarına dair yeterli bir tespitte bulunmayan bir yorum. Örgütlerin “antiemperyalizm”leri, onların İsrail ve ABD’ye karşı verdikleri mücadeleye odaklanmış bir gerçeklik ama onlarla ilgili değerlendirmelerde, örgütlerin neoliberal ekonomi politikalarına karşı itirazlarına ya da mezhebe dayalı sistemin sona ermesine dair çıkışlarına değinilmiyor. Örneğin Hizbullah, muhalif olduğu hükümetin sosyo-ekonomik politikasına karşı yapılan sendika eylemlerine destek verdi ve Kasım 2006’da hükümetten istifa etti. Ama Mayıs 2008’de hükümeti desteklerken, sendikaların taleplerine karşı çıktı ve asgari ücretteki artışla ilişkili olarak rakipleriyle aynı pozisyonu aldı. Hizbullah ile ilgili olarak, direniş anlayışının salt İsrail’e karşı askerî mücadeleyle sınırlı olduğunu ama onun kimi sosyo-ekonomik meseleleri içermediğini söylemek mümkün. Ayrıca yapılan değerlendirmelerde, örgütlerin antiemperyalist nitelikleri politik çıkarlarıyla sınırlı tutuluyor, ilkesel bir zemine oturtulmuyorlar. Örneğin Hamas ve Hizbullah, Suriye’deki halk ayaklanmasının rejim tarafından ezilmesine destek sunuyor. Oysa Golan ve Filistin’in kurtuluşu için son otuz yıldır mücadele eden insanları tutuklayan, aynı Suriye rejimi. Aynı rejim, 1976’da Lübnan’daki Filistinlileri ve ilerici hareketleri parçaladı ve 1991’de, ABD öncülüğünde kurulan koalisyona dâhil olarak, Irak’a karşı başlatılan emperyalist savaşa katıldı.

Bu bağlamda ikinci düşünce okulu, görece daha sistemsel bir pozisyon alıyor ve bahsi geçen yakınlaşmayı kabul ediyor ama politik İslam’ın sola evrildiğinden, sol ile İslamcı hareketle ilişkili bir antiemperyalist cephenin kurulduğundan pek söz etmiyor. Bu eğilim dâhilinde, Asef Bayat, Gilbert Achcar, Sadık Celâl Azmî, Aycaz Ahmed gibi akademisyenler ya da Chris Harman gibi eylemciler göze çarpıyor. Bu isimler de İsrail’e karşı mücadele eden İslamî hareketin antiemperyalist bir niteliğe sahip olduğunu kabul ediyorlar ama bunun onun antiemperyalist olarak karakterize edilmesi için yeterli olmadığını, bu örgütlerin halkın özgürleşmesi ile ilgili siyasetleri uygulamaya sokmadıklarını ya da kendi ülkelerindeki neoliberal politikalara itiraz etmediklerini, ayrıca başka ülkelerdeki baskıcı ve otoriter rejimlere karşı başlatılan halk ayaklanmalarını desteklemediklerini söylüyor.

Bu kesimin kanaatine göre, sol ve İslamcılık, kimi çıkarlar noktasında ortaklaşıyorlar ve İsrail ile ABD emperyalizmine karşı verilen mücadele gibi kimi özel meselelerde yan yana gelebiliyor. Ama söz konusu yazarlar, iki hareketin benzer kimliklere sahip olduğu düşüncesine karşı çıkıyorlar. Tam ters yönde ilerleyerek, her iki grubun kimliklerindeki farklılıkların grupların kolektif iddialarını ve buradan da muhtelif politik meselelerle ilgili aldıkları konumları etkilediğini iddia ediyorlar.

Bu akademisyenler, yukarıda ilk bahsedilen okulun mensuplarına kıyasla, İslamî hareketlere karşı daha eleştirel bir tutum takınıyorlar ve Ortadoğu’daki İslamcı hareketlerle Güney Amerika’daki kurtuluş teolojisi arasında kurulan analojiye itiraz ediyorlar. Örneğin Profesör Asef Bayat, kurtuluş teolojisinin ve İslamcı hareketlerin yapıları ve hedefleri bakımından farklı olduğunu söylüyor: ona göre, ilki, kendini korumayı amaçlayan bir kültürel kimliğe ait bir ifade biçimi değil ama İslamî hareket, hâkim batıya karşı kendini korumayan çalışan bir “öteki” kimliği. Kurtuluş teolojisi, diğerine kıyasla, bir kalkınma söylemini ve alttakilerin kurtuluşu iddiasını içeriyor. Yazar, kurtuluş teolojisi hareketinin daha çok fakirleri harekete geçirdiğini, İslamcı hareketinse, eğitimli kentli orta sınıfları hedef aldığını, bu hareketin söz konusu kesimleri politik değişimin ana failleri olarak gördüğünü iddia ediyor.

Bayat, ayrıca İslamcıların toplumu, siyaseti ve ekonomiyi İslamîleştirmeyi amaçladıklarını, kurtuluş teologlarının ise toplumu ya da devleti Hristiyanlaştırmayı asla amaçlamadıklarını, aksine mahrumların bakış açısından toplumu ve devleti değiştirmek istediklerini söylüyor. Güney Amerika’daki kurtuluş teolojisi hareketine kıyasla, İslamcı hareketler, İslamî nizamın tesis edilmesi ardından, fakirler için sosyal adalet gibi seküler meselelerin ve mazlumlara yardım edilmesinin ötesinde, görece daha geniş toplumsal ve politik hedeflere sahip. Ayrıca birçok İslamcı, toplumla ilgili özel bir ahlâk vizyonunu paylaşıyor.

Profesör Gilbert Achcar bu görüşü benimsiyor ve kurtuluş teolojisinin kaderinin Latin Amerika’daki seküler sola çok yakın ve ona paralel bir seyir içerisinde olduğunu, onun artık fiiliyatta solun bir bileşeni olarak algılandığını ama Ortadoğu’da ve başka yerlerde gelişme kaydeden İslamî hareketlerin solun bir rakibi ve alternatifi olduğunu söylüyor. Seksenlerde Hamas ve Hizbullah, solcu grupların doğrudan ezilmesi üzerine çıkış imkânı buluyor ve solun gelişimini kendisi için engel teşkil ettiğini düşünüyor. Bu örgütler akademyanın, siyasetin, sendikanın ya da derneklerin kimi kilit sektörlerinde solcu eylemcileri hedef alıyorlar. Söz konusu yazarların iki hareket arasında ileride kurulacak derin bir işbirliğinin sınırlarından bu kadar açık bir dille bahsetmelerinin nedeni bu. İşbirliği konusunda tek istisna, İsrail ve Batı emperyalizmine karşı direnme meselesi. Söz konusu yazarlar, Lübnan ve Filistin’deki solcu ve İslamî hareketler arasındaki yakınlaşmayı direnişin merkezde durmasına bağlıyorlar, sosyal adalet, işçilerin ve kadınların hakları ise bu direnişe tabi kılınıyor.

2009’da ölen Chris Harman ise, farklı ülkelerde solun yaptığı ana hatanın İslamcıları otomatik olarak gerici ve faşist bir hareket ya da tersten, ilerici ve antiemperyalist hareket saymak olduğunu söylüyor. O, solun emperyalizm ve otoriter rejimler gibi kimi konularda İslamcılarla birlikte çalışabileceği ama iki kesimin müttefik olmadığı, İslamcıların eleştirilmesi gerektiği üzerinde duruyor. Bu yazarlar da İslamî hareketlerin kültür emperyalizmi olarak gördükleri batı emperyalizmine karşı geliştirdikleri söylemi eleştiriyorlar; buna göre, İslamî hareketlerin ana hedefi, kültürel hegemonyayı İslamî hegemonyayla ikâme etmek oluyor. Dolayısıyla bu noktada kültürel ve dinî çoğulculuğa itiraz edilmiş oluyor. Suriyeli Marksist Sadık Celâl Azmî, bu meselede İslamî hareketlere özel bir eleştiri yöneltiyor ve onları oryantalist olmakla suçlayarak, bu kesimin millî selametin onun “halka dayalı politik İslam” dediği şeyin hakikîliğine geri dönmek suretiyle temin edilebileceğine dair yaklaşımını karşıya atıyor. Yazara göre, bu, oryantalizmin de uygun bulacağı, tepkiselci, gizemlileştirici, tarihsel ve anti-hümanist bir söyleme işaret ediyor.

Gazze’de Hamas, bireysel özgürlükleri hedef alan kimi kanunları uygulamaya soktu. Özellikle kadınları alan bu kanunlara göre, onların halk içinde nargile içmeleri ya da eşleriyle motosiklete binmeleri yasak. Aynı şekilde kadın öğrenciler cilbab ve hicab giymeye zorlanıyorlar, kadın avukatlara da örtünme zorunluluğu getiriliyor. Bu uygulamaların Filistinlilerin geleneklerini ve âdetlerini koruma amaçlı oldukları iddia ediliyor.

Hamas liderleri ve Filistin’deki politik partilerin geri kalan kısmı, İsrail devletinin ırk ayrımcısı olduğuna dair bir anlayış geliştirmediği gibi Güney Afrika’daki ırk ayrımcılığı karşıtı hareketle ilişki de kurmuyor. Bu noktada devreye sokulan bir araç, uluslararası bir boykot hareketi. Böylesi bir hareketin ırk ayrımcısı rejimin yıkılmasına büyük katkısı olacak. Ama Hamas, boykot, tecrit ve yaptırımlar hareketini (BDS) pek anlamıyor ve bu kampanyanın İsrail Devleti’ni gayri meşru kılacağını görmüyor.

Ayrıca Hamas, bölgeye yönelik uluslararası ambargoyu kırmak için kullanılan tünellerin açılması noktasında önemli bir iş başardı. Birleşmiş Milletler İnsanî Yardım Örgütü’ne göre, Gazze ekonomisinin %60’ı tünellere bağlı. Hamas, Gazze’ye giren her şeyden %10-15 civarında vergi alıyor, aynı zamanda tüneller için ücretsiz hammadde istiyor. Bu, devrim vergisi olarak kabul ediliyor ama öte yandan Hamas, Gazze Şeridi’nde geliştirilecek her türden askerî direnişe mani olup başka örgüt mensubu militanların füze fırlatmalarını yasaklıyor.

Lübnan’da ise Hizbullah, mezhebe dayalı sisteme karşı düzenlenen gösterilere üyelerinin katılmasına izin vermiyor. Örgüt, sivil ya da seküler bir sistem önermiyor ve medenî kanun yanında, şeriatın devreye sokulmasını İslam karşıtı addediyor. Örneğin Hizbullah, 2009 seçimlerinde kendince fazla radikal bulduğu şu iki temel üzerinden, Lübnan Komünist Partisi ile işbirliğine gitmeyi reddetmişti:

“-Mezheplere dayalı sistemin aşılması, nispî seçim hukukunun uygulanması, tüm Lübnan için tek ve özgün bir anayasanın hazırlanması;

-Ekonomi siyasetinin millî ekonomideki büyüme ile yeniden dengelenmesi ve tüm yurttaşlar için sosyal güvenceler.”

Sosyo-ekonomik meselelerle ilgili olarak Hizbullah, muhtelif sendikaların gösterilerine, onların taleplerini desteklemek üzere, nadiren katılıyor. Örgüt, ekonominin liberalleştirilmesi ve farklı ekonomik sektörlerin özelleştirilmesine dayalı genel siyasete itiraz etmiyor. Örneğin Hizbullah, Refik Harirî’nin doksanlarda kurduğu ve neoliberal politikaları uygulamaya sokan hükümetlere karşı çıkmadı, ayrıca Telekom ve EDL (Lübnan Elektrik Kurumu) için Sinyora hükümeti tarafından 2005-2008 yılları arasında hazırlanan özelleştirme planlarını kabul etti.

Hizbullah ve Hamas, toplumu etrafında toplayacak alternatif bir kent düzeninden de bahsetmiyor, oysa bu örgütler, halkın, liderlerinin kılavuzluğunda, refahtan pay almayı hakkettiğini söylüyorlar. Örgüt üyeleri, toplumlarının kuruluş süreçlerine katılmayı nadiren kabul ediyorlar. Üyelerin halka yönelik yaklaşımları babahancı bir nitelik arz ediyor, öte yandan sol ise halkın toplumsal, politik ve ekonomik açıdan yetkilendirilmesi gerektiğini söylüyor.

Genelde İslamcılığın, özelde Hamas ve Hizbullah’ın güçlenmesi ile bölge genelinde neoliberal politikalar çerçevesinde STK’ların kaydettiği gelişim birbiriyle bağlantılı. Bu iki gelişim, köylü örgütleri, kooperatif hareketleri ve sendikacılığa dayalı geleneksel mücadelede yaşanan çöküşe denk düştü. Hamas ve Hizbullah, ellerindeki sosyal kurumları güçlendirmek için önemli mali kaynakları kullanmayı bildi.

Hizbullah ve Hamas’ı içine alan, Ortadoğu’daki İslamcı hareketler esasında, haklarından mahrum kalmışların, madunların hareketi olan Güney Amerika’daki kurtuluş teolojisi hareketinden farklı; o esas olarak kenara itilmiş kentli, eğitimli orta sınıflara ve küçük burjuvalara sırtını yaslıyor. Bu kesimler, örgütlerin sosyo-ekonomik ve politik meselelere yönelik görüşlerini ve uygulamalarını etkiliyor.

Aksine, kurtuluş teolojisi, kapitalist sistemdeki kusurları eleştiriyor. “Neden bu kadar fakir var?” diye soran kurtuluş teolojisinde fukara, tarihin öznesi hâline geliyor. Mesele, bu aşamada fakirlerin özgürleştirilmesi için onların süreci bilince çıkartmaları olarak tespit ediliyor. Fakirlere yardım söylemi, kapitalist sistemin yapısına dönük bir eleştiriye dönüşüyor. Kurtuluş teolojisi hareketinin bir üyesi olan Erdel Kumara, bu değişimin sonucunu tek cümlede özetliyor: “Fakirlere merhametle yardım ettiğimde bir aziz oluyorum ama onların neden fakir olduklarını sorduğumda ise komünist olmakla suçlanıyorum.” Bu ikinci soru, bugün ne Hamas ne de Hizbullah tarafından soruluyor! Söz konusu örgütler kapitalizme tam boy cepheden karşı çıkmıyorlar.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Ortadoğu’da kurtuluş teolojisi hareketine benzeyen dinî ve ilerici bir hareket, maalesef bugüne dek ortaya çıkmış değil. Hamas ve Hizbullah gibi partilerin devrimler çağında kimi karşıtlıklarına tanık oluyoruz ve bu partilerin, kendilerini Suriye gibi ülkelerdeki halk ayaklanmasına itiraz etmeye zorlayan politik çıkarları mevcut. Ama öte yandan bu partilerin gerici ya da aslî düşmanlarımız olduğunu da söylememeliyiz, zaten gerici ya da düşman da değiller. Eğer bu partiler büyüme kaydetmiş ve sayılarını artırmışlar ise bu, kısmen halk içinde solun yaptığı hataların bir ürünü.

Arap dünyasında devrimler, gene de hem emperyalizme ve neoliberalizme karşı çıkan hem de insanlar arasında eşitliğin oluşturulmasını teşvik eden dinî ve ilerici bir hareketin ortaya çıkması için gerekli yeni fırsatlar yaratacaktır.

Paola Salwan Daher
1 Temmuz 2011
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder